PSİKOLOJİ
Lisans TYYÇ: 6. Düzey QF-EHEA: 1. Düzey EQF-LLL: 6. Düzey

Ders Tanıtım Bilgileri

Ders Kodu Ders Adı Yarıyıl Teorik Pratik Kredi AKTS
GEP1710 Türk Şairleri ve Şiiri Bahar 3 0 3 5
Bu katalog bilgi amaçlıdır, dersin açılma durumu, ilgili bölüm tarafından yarıyıl başında belirlenir.

Temel Bilgiler

Öğretim Dili: Türkçe
Dersin Türü: GE-Elective
Dersin Seviyesi: LİSANS
Dersin Veriliş Şekli: E-Öğrenme
Dersin Koordinatörü: Öğ.Gör. KENAN SAYACI
Dersi Veren(ler): Öğ.Gör. KENAN SAYACI
Opsiyonel Program Bileşenleri: Yok
Dersin Amacı: Kültür tarihimizde öne çıkmış şairlerimizi yaşadıkları dönem, kısa hayat hikâyeleri, edebî kişilikleri ve eserleriyle tanıtmak suretiyle öğrencilere dil bilinci kazandırmanın yanı sıra şiirimizin gelişimi hakkında bilgi vermeyi; ele alınacak şiir örnekleriyle öğrencinin metin analizi yapma, yorumlama ve eleştirel düşünme becerisini geliştirmek.

Öğrenme Kazanımları

Bu dersi başarıyla tamamlayabilen öğrenciler;
Şairlerin yaşadıkları dönemin temel özelliklerini tanımak,
Şairlerin yaşadıkları dönemden şiirlerine yansıyanları fark etmek,
Ele alınan şairi, aynı dönemde yaşamış başka şairlerden ayıran özellikleri belirleyebilmek,
Şairin dili nasıl kullandığını, kelimelere kazandırdığı farklı anlamları fark etmek,
Şairin kullandığı dili, günümüzün günlük konuşma diliyle karşılaştırarak analiz etmek,
Şiirlerin yazılış sebebini analiz etmek,
Şiirlerde aktarılan duygu ve düşünceleri fark ederek söz veya yazıyla ifade edebilmek

Dersin İçeriği

Türk edebiyatının tarihî akışı içinde öne çıkan önemli şairler ve şiirleri

Haftalık Ayrıntılı Ders İçeriği

Hafta Konu Ön Hazırlık
1) DERSİN AMAÇLARI, DERS İŞLEME YÖNTEMLERİ, DİL KÜLTÜRÜ, ŞİİR HAKKINDA GENEL BİLGİLER, ŞİİR GELENEĞİMİZDEN ÇEŞİTLİ ÖRNEKLER İtslearning portalı üzerinde yer alan yazılı, sözlü, görsel ve işitsel eğitim/öğretim dokümanları ile ilgili çalışmalar.
2) KISACA HAYAT HİKÂYESİ, EDEBÎ KİŞİLİĞİ VE SEÇİLEN ŞİİRLERİYLE YUNUS EMRE- NESİMÎ İtslearning portalı üzerinde yer alan yazılı, sözlü, görsel ve işitsel eğitim/öğretim dokümanları ile ilgili çalışmalar.
3) KISACA HAYAT HİKÂYESİ, EDEBÎ KİŞİLİĞİ VE SEÇİLEN ŞİİRLERİYLE HACI BAYRAM-I VELİ EŞREFOĞLU RUMÎ İtslearning portalı üzerinde yer alan yazılı, sözlü, görsel ve işitsel eğitim/öğretim dokümanları ile ilgili çalışmalar.
4) KISACA HAYAT HİKÂYESİ, EDEBÎ KİŞİLİĞİ VE SEÇİLEN ŞİİRLERİYLE KAYGUSUZ ABDAL- PİR SULTAN ABDAL İtslearning portalı üzerinde yer alan yazılı, sözlü, görsel ve işitsel eğitim/öğretim dokümanları ile ilgili çalışmalar.
5) KISACA HAYAT HİKÂYESİ, EDEBÎ KİŞİLİĞİ VE SEÇİLEN ŞİİRLERİYLE NİYÂZÎ-İ MISRÎ- DADALOĞLU İtslearning portalı üzerinde yer alan yazılı, sözlü, görsel ve işitsel eğitim/öğretim dokümanları ile ilgili çalışmalar.
6) KISACA HAYAT HİKÂYESİ, EDEBÎ KİŞİLİĞİ VE SEÇİLEN ŞİİRLERİYLE ŞEM’Î- KARACAOĞLAN İtslearning portalı üzerinde yer alan yazılı, sözlü, görsel ve işitsel eğitim/öğretim dokümanları ile ilgili çalışmalar.
7) KISACA HAYAT HİKÂYESİ, EDEBÎ KİŞİLİĞİ VE SEÇİLEN ŞİİRLERİYLE RUHSÂTÎ- ÂŞIK VEYSEL FUZÛLÎ İtslearning portalı üzerinde yer alan yazılı, sözlü, görsel ve işitsel eğitim/öğretim dokümanları ile ilgili çalışmalar.
8) ÜNİVERSİTE ARA SINAV HAFTASI
9) KISACA HAYAT HİKÂYESİ, EDEBÎ KİŞİLİĞİ VE SEÇİLEN ŞİİRLERİYLE BÂKÎ- NÂBÎ- NEF’Î İtslearning portalı üzerinde yer alan yazılı, sözlü, görsel ve işitsel eğitim/öğretim dokümanları ile ilgili çalışmalar.
10) KISACA HAYAT HİKÂYESİ, EDEBÎ KİŞİLİĞİ VE SEÇİLEN ŞİİRLERİYLE NEDİM- ŞEYH GÂLİP İtslearning portalı üzerinde yer alan yazılı, sözlü, görsel ve işitsel eğitim/öğretim dokümanları ile ilgili çalışmalar.
11) KISACA HAYAT HİKÂYESİ, EDEBÎ KİŞİLİĞİ VE SEÇİLEN ŞİİRLERİYLE NAMIK KEMAL- ZİYA PAŞA İtslearning portalı üzerinde yer alan yazılı, sözlü, görsel ve işitsel eğitim/öğretim dokümanları ile ilgili çalışmalar.
12) KISACA HAYAT HİKÂYESİ, EDEBÎ KİŞİLİĞİ VE SEÇİLEN ŞİİRLERİYLE TEVFİK FİKRET- ZİYA GÖKALP İtslearning portalı üzerinde yer alan yazılı, sözlü, görsel ve işitsel eğitim/öğretim dokümanları ile ilgili çalışmalar.
13) KISACA HAYAT HİKÂYESİ, EDEBÎ KİŞİLİĞİ VE SEÇİLEN ŞİİRLERİYLE NAZIM HİKMET RAN- MEHMET AKİF ERSOY İtslearning portalı üzerinde yer alan yazılı, sözlü, görsel ve işitsel eğitim/öğretim dokümanları ile ilgili çalışmalar.
14) KISACA HAYAT HİKÂYESİ, EDEBÎ KİŞİLİĞİ VE SEÇİLEN ŞİİRLERİYLE YAHYA KEMAL BEYATLI-NECİP FAZIL KISAKÜREK İtslearning portalı üzerinde yer alan yazılı, sözlü, görsel ve işitsel eğitim/öğretim dokümanları ile ilgili çalışmalar.

Kaynaklar

Ders Notları / Kitaplar: “TÜRK ŞAİRLERİ VE ŞİİRİ”
DERS NOTLARI

ŞİİR HAKKINDA

‘Şiir’, Arapça kökenli olup ‘şuur’ kelimesiyle akraba bir kelimedir. Şuur, iki kıl arasındaki farkı görecek kadar gözü yani görüşü kuvvetli olmak, incelikleri fark etmek anlamındadır. Şiir kelimesi de bir şeyi bilişi ve onun farkına varışı anlatır. Şairlere başkalarının fark edemediği şeyleri fark etmeleri sebebiyle şair denmiştir. Bu da şiirin derin bir seziş, hissediş ve kavrayış demek olduğunu göstermektedir. Şuursuz şiir, şiirsiz şuur olmaz.

Şiir, her şeyden önce kelimelerle yazılır. Bu yüzden şiire dil sanatı demek doğru olur.
Bir edebiyat türü olan şiirin kesin bir tanımı yapılamamaktadır. İnsanlar en eski zamanlardan beri duygu, düşünce ve hayallerini kısa, öz, ahenkli ve etkili bir şekilde sözlü ya da yazılı olarak ifade etmişler ve buna ‘şiir’ demişlerdir. Şiirde verilmek istenen mesaj, yoğunlaştırılmış olarak hissettirilir ve gösterilir.
Şiir; öznel, tanımlanamayan ve başka dile çevrildiği zaman özelliğini kaybeden bir sanattır.
Şiiri tanımlamak bir hayli güçtür. Bugüne kadar binlerce tanım yapılmış, her tanıma uygun örnekler verilmiştir. Şiiri şiir yapan nitelikler, kişiden kişiye değişmektedir, okuyanlarsa şiirin değişik etkilerinden söz etmektedirler.
Klasik Türk edebiyatında şiir, genellikle "mevzun (vezinli) ve mukaffa (kafiyeli) söz" olarak tanımlanmıştır. Şiire dair yapılmış olan bazı tanımlamalara yer verelim:

Şüphesiz şiirin bazısında hikmet ve bazısında sihir vardır.
Hz. Muhammed (SA)
Şiirin tarif-i umumiyyesi kelâm-ı mevzûndur. Yani iki satır sözün her birindeki sükûn ve harekâtın müsavi olmasından ibarettir. Hatta kafiye usulü milel-i müteahhire beyninde hâdis olmuştur. Ziya Paşa
Şiir dediğimiz o nakş-ı ulvî hilkatde-tabiatde-gökte-yerde ne kadar bedâyi ve mehâsin.. ne kadar hikem ü hakâyık varsa cümlesine şamil bir sanattır.(...) Zerrâttan şümûsa kadar her güzel şey şiirdir. (...) Her mevzûn ve mukaffâ lâkırdı şiir olmak lâzım gelmez, her şiir mevzûn ve mukaffâ bulunmak iktizâ etmediği gibi (...) ifadesi muntazam... manâsı güzel… hiss ü hayâli muvâfık-ı hakîkat ü tabîat olan her güzel söze şiir denir.
Recâizâde Ekrem
En güzel, en büyük, en doğru şiir, bir hakîkat-ı müdhişenin tazyîki altında hiçbir şey söyleyememektir. İnsan bazı kere hatırına gelen bir hayali tanıyamaz, o kadar güzeldir. Zihninden uçan bir fikre yetişemez, o kadar yüksektir. Kalbinde doğan bir hissi bulamaz, o kadar derindir. Bu acz ile bir feryat koparır yahut pek karanlık bir şey söyler yahut hiçbir şey söyleyemez de kalemini ayağının altına alıp ezer, bunlar şiirdir.
Abdülhak Hâmid Tarhan
Şunu da unutmamak gerekir ki her tahayyüle sevk eden şey şiir değildir. Şiirin verdiği tahayyülde hususi bir his, hususi bir heyecan bulunur. Şiire kaynak olan his güzel olmalı. Çirkin ve kaba hisler şiire menba olamaz. Şiir güzel olmakla beraber her güzel şey şiir değildir. Ancak his ve hayali tahrik eden şeyler şiirdir. Şiir herkese aynı tesiri yapmaz. Bu bakımdan mutlak şiir yoktur. Herkesin güzellik anlayışı değişiktir. Şiir, herkesin kendi hayalî gayesine yaklaşmak şartıyla ruhunu lâtif tahayyüllere sevk eden şeydir. İnsan tükenir, şiir tükenmez. Gökteki bazı yıldızlar gibi yerde nuru henüz insanlara vasıl olmamış şiirler vardır.
Cenap Şehabeddin

İster manzum olsun ister mensur, şiirin kendisine has bir dili, bir bedi ve beyan tarzı vardır. Onu söyleten, dinleyen ve anlayan ruhun kendisidir. Fakat şiir kaideleri kırmaz. Manaların en yüksek noktasına erişmek için bazen kaideyi bir tarafa bırakır, fakat onu hiçbir zaman tahrip etmek istemez.
Tevfik Fikret

Şair ne bir hakikat habercisi ne bir belagatli insan ne de bir vâzı-ı kanundur. Şairin lisanı nesir gibi anlaşılmak için değil, fakat duyulmak üzere vücut bulmuş, musiki ile söz arasında, sözden ziyade musikiye yakın, mutavassıt bir lisandır. (...) Şiir, nesre kâbil-i tahvil olmayan nazımdır. (...) Şiir bir hikâye değil, sessiz bir şarkıdır. (...)
Şiirde her şeyden evvel ehemmiyeti haiz olan kelimenin manası değil, cümledeki telaffuz kıymetidir. (...) Hasılı şiir, resullerin sözü gibi muhtelif tefsirata müsait bir vüsat ve şümulü haiz olmalı. Bir şiirin manası diğer bir mana olmağa müsait oldukça, her okuyan ona kendi hayatının da manasını izafe eder ve bu suretle şiir, şairlerle insanlar arasında müşterek bir teessür lisanı olmak payesini ihraz edebilir. En zengin, en derin ve en müessir şiir, herkesin istediği tarzda anlayacağı ve binaenaleyh namütenahi hassasiyetleri istiab edecek bir vüsati olandır. Mahdut ve münferit bir mananın çemberi içinde sıkışıp kalan şiir, hududu, beşerî teessüratın mahşerini çeviren o mübhem ve seyyal şiirin yanında nedir?
Ahmet Haşim


Şiir, düşünceyi duygu haline gelinceye kadar yoğurmaktır. Şiir, kalpten geçen bir hadisenin lisan halinde tecelli edişidir; hissin birdenbire lisan oluşu ve lisan halinde kalışıdır. Düşündüklerimizi vezinle ve lisanla ifade edişimiz şiir değildir. Bir mısranın şiir olup olmadığı gayet aşikârdır. Derunî ahenk ile ifade edilmişse şiirdir. Fakat duyulmaksızın yalnız vezin ve lisan mümaresesiyle söylenen söz şiir olmaz.
Şiir bir nağmedir. Lâkin Frenklerin kuğu nağmesi dedikleri, çok nadir ve halis bir cevherdir. Bu nağmeyi ifade etmek için vezin ve lisan ancak ve ancak bir âlettir. Şiirde nefes ve ses iki unsurdur. Mısranın ayakları yerden kopmazsa yahut en hafif bir kulağı bir ses gibi doldurmazsa halis şiir değildir.
Yahya Kemal Beyatlı

Şiir güzel sanatlar içinde maddesinin tabiatı itibariyle başlı başına bir hususiyet teşkil eder. (...) Bizim şiirden anladığımız mana, kelimelerin terkibinden doğan ritim, ahenk vs. vasıtalarla alelâde lisanla ifadesi kabil olmayan derunî hâletlerimizi, heyecanlarımızı, istiğraklarımızı, neşe ve kederimizi ifade eden ve bu suretle bizde bediî alâka dediğimiz büyüyü tesis eden bir sanat olmasıdır.
Ahmet Hamdi Tanpınar

Bizce şiir, mutlak hakikati arama işidir. Eşya ve hadiselerin, bütün mantık yasaklarına rağmen en mahrem, en mahcup, en nazik ve en hassas nahiyesini tutarak ve nispetlerini bularak, mutlak hakikati arama işi...(...) Şiir, beş hassemizi kaynaştırıcı idrak mihrakında, maddî ve manevî bütün eşya ve hadiselerin maverasına sıçramak isteyen, küstah ve başıboş kıvılcımlar mahrekidir. O, bir noktaya varmanın değil, en varılmaz noktayı sonsuz ve hudutsuzu aramanın davasıdır.
Necip Fazıl Kısakürek

Ruhun bütününü dil yoluyla ifade sanatı olan şiir, bütün ruh hallerinin toptan ifadesidir. Şuurunun üstünde, altında, aydınlık, belirsiz, makul veya rüya halinde bütün bir ruh muhtevası şiirin sahasına girer. (...) Şiir bir sırrın imasıdır. Şair, insan kaderiyle kendisi arasındaki münasebetin şuurlu bir ifadeden daima kaçan meçhul yükü altındadır. Bunu bilmez fakat sezer. Bilmediği için şuurlu ifade edemez, fakat sezdirir, işaretler ve semboller yoluyla sezdirir. Gerçek şiir budur.
Peyami Safa

Şiir, kelimelerle güzel şekiller kurmak sanatıdır, başka bir şey değildir. Ama kelime nedir? Annedir, dosttur, hasrettir, hayaldir, yani bir manası, bir çağrışımı, bir gölgesi, hatta bir rengi ve tadı olan nesnedir. Kelime, insanoğlundan haber verir, insanoğlunu işlemek her sanatkârın boynunun borcudur. İnsanoğlu, dünyanın en zengin madenidir. Kelime dedik ama kelime boş bir kalıp değil ki… Şairin hisleri, fikirleri, hayalleri, dünya görüşü, felsefesi, şahsiyeti, her şeyi şiirde belli olur. Şu var ki kelimeleri tanımak, sevmek, okşamasını bilmek lâzım. Hangi kelime hangi kelimeyle yan yana geldiğinde nasıl bir ışık peyda olur? Bunu bilmek lâzım.”
Cahit Sıtkı Tarancı

Şiir, bir yoğunlaştırma sanatıdır. Şiir, insanlar arasında birbirine uzak diller arasında en etkili anlaşma aracıdır. Şiir, diğer edebiyat türlerinden çok daha etkili bir bilgi tatmin aracıdır. Şiir, bocalayışlar, noksanlıklar, çelişmeler, umulanın, iyi olanın henüz bulunamayışının ve rahatsızlıkların ürünüdür.
Behçet Necatigil

Matematik sibernetik, fizik, müzik, tük bunlar önünde sonunda sadece, insanlar şiir okumayı öğrensinler ve anlasınlar diye gereklidir.
Nazım Hikmet



Şair nedir sana göre derseniz
İnsanlar içinde insandır şair.
Şiir olur ona her ne verseniz
Mermere estetik katandır şair.

Akıl fikir eden şuur ahenktir
Gözyaşı billurdur tenler renk renktir
Feraset, ufku önemsemektir
Zamanın elinden tutandır şair.

Gecede yıldızlar olur kılavuz
Yemekte lezzettir biber ile tuz
Şiir ikliminde Selimî Yavuz
Sözün ülkesinde sultandır şair.

İnsan kainatta var olan özdür
Gönle aynadır irfana yüzdür
Niyeti murada taşıyan sözdür
Serpilip yeşeren fidandır şair.

Dost dosta gönderse bir kuru selam
Alan bayram eder kaybolur elem
Şair bir tılsımı taşır vesselam
Midyede inciyi bulandır şair.

Mehmet Gözükara



Şiir bir cennet bahçesi
Girmeyene anlatılmaz.
Cennet nedir, bahçe nasıl?
Görmeyene anlatılmaz.

Şair gülü, şükür gülü
Yaprak yaprak dokur gülü
Her mısradan fikir gülü
Dermeyene anlatılmaz.

İne gönül, kalka gönül
Hep doğruya baka gönül
Hak vergisi Hakk’a gönül
Vermeyene anlatılmaz.

Şiir toprak kokusudur
Şiir damla damla sudur
Ermişlerin duygusudur
Ermeyene anlatılmaz.

Şairler sultanı Yunus
Her sözü yüz defa yumuş
Aşk bağına dergâh kurmuş
Varmayana anlatılmaz.

Abdürrahim Karakoç



ŞİİR TAHLİLİ / ŞİİRİN İÇERİK YÖNÜNDEN İNCELENMESİ

1. Anlamı bilinmeyen kelime ve deyimlerin açıklanması,
2. Anlam açıklaması: Şiirin bölümler halinde açıklanması
3. Tema: Şiirin ana duygusunun belirtilmesi
4. Üslup: Şiirin dil ve anlatım özelliklerinin açıklanması
5.Nazım türü: Şiirin türü hakkında bilgiler verilmesi.
6. Metin ve zihniyet: Şiirin yazıldığı dönemin zihniyetini yansıtıp yansıtmadığı
7. Metin ve gelenek: Hangi şiir geleneğine göre oluşturulduğu
8. Metin ve Şair: Şiirin şairle ilgisi
9. Metin ve yorum: Şiir hakkında düşünceler








ŞİİR GELENEĞİMİZDEN ÇEŞİTLİ ÖRNEKLER


1
Her ne denlü cürmüne hadd ü nihâyet yoğ ise
Avniyâ kat’ eyleme sen avn-i Rahmân’dan ümid

FATİH SULTAN MEHMET (ö.1481)


2
Bizimle saltanat lafın edermiş ol Karamânî
Hüdâ fırsat verir ise kara yere karam ânı.

FATİH SULTAN MEHMET (ö.1481)

3
İmtisâl-i câhidû fi'llâh olupdur niyyetim
Dîn-i İslâm'ın mücerred gayretidir gayretim


Ey Mehemmed mu'cizât-ı Ahmed-i Muhtâr ile
Umaram gâlib ola a'dâ-yı dîne devletim

AVNİ
4
Sen bister-i gülde yatasın şevk ile handan,
Cem hecr ile bâlin idine hârı sebep ne?
Bu saltanat-ı dünye ola adle mukarin,
Hacc-ül Haremeynanı taleb kılsa acep ne?

Yürü var Bayezid sen süregör dev¬rânını
Saltanat bâki kalur derlerse ol yalandır.

CEM SULTAN(ö.1495)
5
Çün rûz-ı ezel kısmet olunmuş bize davet,
Takdire rıza vermeyesin böyle sebep ne?
Hacc-ül Haremeyn diyüben dava kılarsın,
Bu saltanat-ı dünyeviye bunca talep ne?

2. BAYEZİD(ö. 1512)
6
Derdi olan neylesin?
Hemen derdin söylesin.
Korkuyorsa neylesin?
Hiç korkmasın söylesin.

7
Merdüm-i dîdeme bilmem ne füsûn etti felek
Eşkimi kıldı füzûn giryemi hûn etti felek
Şîrler pençe-i kahrımda olurken lerzân
Beni bir gözleri âhûya zebûn etti felek

8
Sanma şâhım/herkesi sen/sâdıkane/yâr olur
Herkesi sen/dost mu sandın/belki ol/ ağyâr olur
Sadıkâne/belki ol/âlemde bir/ serdar olur
Yâr olur/ ağyâr olur/ serdar olur/dildâr olur

9
Milletimde ihtilaf ü tefrika endişesi
Kûşe-i kabrimde hatta bî-karar eyler beni
İttihad oldu hücûm-ı hasmı def’e çaremiz
İttihad olmazsa daim dağdar eyler beni

10
Padişah-ı âlem olmak bir kuru kavga imiş
Bir veliye bende olmak cümleden evla imiş

YAVUZ SULTAN SELİM(ö. 1520)

11
Ey serâser âleme sultân Süleymânum baba
Tende cânum cânumun içinde cânânum baba
Bâyezidine kıyar mısun benüm cânum baba
Bî-günâhım Hak bilür devletlü sultânum baba


Tutalum iki elim baştanbaşa kanda ola
Bu meseldür söylenür kim kul günâh itse n'ola
Bâyezîd'ün suçunı bağışla kıyma bu kula
Bî-günâhım Hak bilür devletlü sultânum baba

ŞEHZÂDE BAYEZİD(ö. 1561)
12
Ey dem-â-dem mazhar-ı tuğyân u isyânım oğul
Takmayan boynuna hergiz tavk-ı fermânım oğul
Ben kıyar mıydım sana ey Bâyezîd Hân'ım oğul
Bî-günâhım deme bâri tevbe kıl cânım oğul

Tutalım iki elin başdan başa kanda ola
Çünki istiğfâr edersin biz de afv etsek n'ola
Bâyezîdim suçunu bağışlarım gelsen yola
Bî-günâhım deme bâri tevbe kıl cânım oğul

KANUNİ SULTAN SÜLEYMAN (ö.1566)
13
Aç gözün bu nevm-i gafletden uyan
Uyan uykusu çok gözlerim uyan
Azrail’in kasdı canadır inan
Uyan uykusu çok gözlerim uyan

Bu dünya fânidir sakın aldanma
Mağrur olup tâc u tahta dayanma
Yedi iklim benim deyü güvenme
Uyan uykusu çok gözlerim uyan

Benim Murad kulun, suçumu affet
Cürmümü bağışla günâhım ref’ et
Hazret’in sancağı dibinde haşr et
Uyan uykusu çok gözlerim uyan

SULTAN 3. MURAT (ö.1595)




14

Aldı etrafı adüv, imdada asker yok mudur?
Din yolunda baş verir bir merd-i server yok mudur?

Bir acep girdaba düştük, çaresiz kaldık meded
Aşinalar zümresinden bir şinev er yok mudur?

Cenkde hempamız olup baş virip baş almağa
Arsa-i âlemde bir merdi hünerver yok mudur?

Def-i bidada takasülden garaz ne bilmezüz
Derdi mazluman sual olmaz mı mahşer yok mudur?

HÂFIZ AHMED PAŞA

Hâfızâ Bağdâd'a imdâd etmeğe er yok mudur
Bizden istimdâd edersin sende asker yok mudur

Düşmanı mât etmeğe ferzâneyim ben der idin
Hasma karşı şimdi at oynatmağa yer yok mudur

Merdlik davâ edersin bu muhanneslik nedir
Havf edersin bari yanında dilâver yok mudur

Rüşvet ile cünd-i İslâm'ı perişân eyledin
İşidilmez mi sanırsın bu haberler yok mudur

SULTAN 4. MURAT(ö.1640)
15
Nice veliyyu'l lâh nice sultânlar geldi velî
Âlemde şimdi kıl nazar birinin eseri yok

İlhâmî bu âlem sana dahi kalmaz sakın
Dayanma fânî dehre zîrâ ki âhiri yok

III. Selim
16
Hayatında nice ehl-i hünerin
Bir tutam tuz dahi yoktur aşına
Öldürürler onu evvel açlıktan
Sonra bir türbe yaparlar başına

FERÎD KAM(ö.1944-Süleyman Nazif için)
17
Kendi kendisine ettiğin âdem
Bir araya gelse edemez âlem

ADLİ(2. Bayezid- ö. 1512)

18
Dünyaya geleni ölmez belleme
Her dem ağlayanı gülmez belleme

RUHSATİ(ö.1911)
19
Âlemde akıllı kişinin nedreti vardır
En akıllı insanın bir cinneti vardır
ALİ HAYDAR BEY(Ö.1914)
20




















21
O UZUN GECELER DERDİME YOLDAŞ,
VEBALİME ORTAK BENİM SİGARAM..
HER NEFES BANA EN SAMİMİ SIRDAŞ,
AHVALİME ORTAK BENİM SİGARAM..

ÇOK KİMSE ZEMMEDER, BATIRIR ONU;
DOKTORLAR NEHYEDER, ATTIRIR ONU;
BU FAKİR KEYF İLE TÜTTÜRÜR ONU,
EMVALİME ORTAK BENİM SİGARAM..

KIVRILIR KÜL OLUR NAZİK BEDENİ,
ZİFİRLE DOLDURUR BU CAN-Ü TENİ,
ÇOK DOSTA DEĞİŞMEM, İNAN Kİ SENİ,
MELÂLİME ORTAK BENİM SİGARAM..

HER LÂHZA AĞZIMDA SEZERİM SENİ,
ZEVK İLE ÇEKERİM, SÜZERİM SENİ;
BAĞIŞLA, AYAKLA EZERİM SENİ,
ZEVALİME ORTAK BENİM SİGARAM..
MUZAFFER OZAK


22
Bir insan kalmışsa ki akıldan yana sıska
Ne söz kâr eder ona ne ilaç ne muska

LA EDRİ

23
Zâhirde görüp bunları sanma ukalâdır
Bunlar âkil sıfatında bir yığın budaladır

ZİYA PAŞA (Ö.1880)
24
Bu söz ile bulur cümle dost feyz ü felah
Hazır ol cenge ister isen sulh ü salah

ABDÜLHAK MOLLA (Ö.1854)
25
Çeşm-i insâf gibi kâmile mîzân olmaz
Kişi noksanını bilmek gibi irfân olmaz

TALİB-İ KADÎM(BOSNALI)
26
Etme ar öğren oku ehlinden
Her şeyin ilmi güzel cehlinden

NÂBÎ (Ö.1712)
27
Cahilin fahri cem’-i mal iledir
Arifin izzeti kemal iledir

ÂHİ (ö.1517)

28
Her marifet iltifata tâbidir
Müşterisiz metâ zâyidir

MUALLİM NACİ(ö.1893)
29
Bülbülün meyli bir gonca güle
İnsanın meyli bir tatlı dile

LA EDRİ
30
Sana senden gelir her ne olursa
Başın rahat eder dilin durursa

LA EDRİ
31
Âlim ile nâdân olmaz kâbil-i ülfet
Erbâb-ı hüner dide-i nâdâna dikendir

ALİ RAŞİD

32
Herkesi rencide eden âlemde
Kendi rencide olur son demde

ŞEYHÜLİSLAM YAHYA (Ö.1644)
33
İnsanoğlu hîlebazdır kimse bilmez fendini
Her kime iylik edersen sakla ondan kendini

LA EDRİ
34
Ağyâr elemin çekme gönül nâfile gamdır
Hasmın sitemin anlamamak hasma sitemdir

NABİ
35
Kişi hacı olmaz gitmek ile Mekke’ye
Eşek derviş olmaz taş çekmekle tekkeye

LA EDRİ
36
Fukara kalbine her kim dokuna
Dokuna sinesi Allah okuna

ŞAHİDÎ (Muğlalı İbrahim Dede-ö. 1550)
37
Hakk’ın sillesinin sadâsı yoktur
Bir indi mi daha devâsı yoktur

MAHİR
38
Mihneti kendine zevk etmededir hüner
Gam ü şâdi-i felek böyle gelir böyle gider

ENDERUNLU VÂSIF(ö.1824)
39
Gübreliğe inip kalkan kargalar
Has bahçede gül kadrini ne bilir

KARACAOĞLAN (ö. 1679?)
40
Sana senden gelir bir işte dâd lazımsa
Ümidin kes zaferden gayrıdan imdâd lazımsa

NAMIK KEMAL (ö. 1888)
41
Nâdir bulunur tıynet-i kâmilde kusur
Kem mâyeden eyler ne ki eylerse zuhur

RAGIP PAŞA (ö.1763)
42
Gökten ne yağdı da yer etmedi onu kabul

NECATİ (ö.1509)
43
Külahın sat da harc eyle muhtaç olma bir ferde
Cihanda kelle sağ olsun külah eksik değil merde

LA EDRİ
44
Zen merde civan pîre keman tîrine muhtaç
Eczâ-yı cihân cümle birbirine muhtaç

BASİRÎ (ö.1535)
45
İman ki o cevher İlahî ne büyüktür
İmansız paslı yürek sinede yüktür
MEHMET AKİF (ö.1936)
46
Dehri arasan binde bir âdem bulamazsın
Âdem görünen harları âdem mi sanırsın


47
Âsaf’ın kadrini bilmez Süleyman olmayan
Bilmez insan kıymeti âlemde insan olmayan

ZİYA PAŞA (ö.1880)
48
Her ne yap yap izzet-i nefsinle geçin
Kimseden bekleme yardım iki el bir baş için

NEYZEN TEVFİK (ö.1953)
49
Kendini kaptırma sakın kedere
Tahammül yaraşır daima ere

ŞEKİP (ö.1932)
50
Sakal ile kâmil olsaydı kişi
Keçiye danışırlardı her işi
LA EDRİ
51
Kimsesiz hiç kimse yok her kimsenin var kimsesi
Çaresiz kaldım yetiş ey kimsesizler kimsesi

LA EDRİ
52
Pişmişin hâlinden hiç anlar mı ham
Sözü kısa kesmek lazım vesselam
HZ. MEVLÂNÂ (ö.1273)
53
Ah o İsmail Efendi o aziz can ki
Rıhleti cümle ehibbâyı mükedder etti
Yetmişinde maraz-ı aşkla şaha kalkıp
Gemi azıya aldı cennete dörtnal gitti
LA EDRİ
54
Yâdında mı doğduğun günler?
Sen ağlar idin, gülerdi âlem.
Bir öyle ömür geçir ki olsun
Mevtin sana hande, halka matem.

Sâdî-i Şirâzî’den tercüme MEHMET AKİF (ö.1936)

55
Eline zer alup varsan “efendi, gel, buyur” derler
Eğer destin tehi varsan, efendiyi “uyur” derler

BÜLBÜL HASAN /ANDELİBÎ (Kanuni dönemi)



56
Cihan-ârâ cihan içredür arayı bilmezler
Şu mâhiler ki derya içredür deryayı bilmezler.

HAYALÎ (ö.1557)
57
Mülk-i dünya kimseye kalmaz sonu berbad olur
Ey Muhibbi şöyle farz et kim Süleyman olmuşsun

MUHİBBÎ (ö. 1566)
58
Dünyaya bu telaşın nedir ey esir-i nefs
Rahat bulur mu avret alan avret üstüne

Ebna-yı dehr her hünere aferin verir
Ya Rab bu aferin ne tükenmez hazinedir

YUSUF NÂBÎ (ö.1712)
59
Nev’iyâ lâzım değil olmak filân ibn-i filân
Ma’rifet kesb eyle tâ bir âdem ol âdem gibi

NEV’Î (ö.1599)

60
Her kimin olsa evinde dü zeni
Bozulurmuş o kişinin düzeni

HÜSEYİN ŞAKİR (ö.1745)
61
Gözlerim ebnâ-yı âdemden o rütbe yıldı kim
İstemem ben fatiha tek çalmasınlar mezar taşımı

HECCAV MEHMED EŞREF GELENBEVÎ (ö.1912)

62
Temâşâ kıl bu cihânı bunun gibi makâm olmaz
Kimi gelir kimi gider hiç kimseye mekân olmaz
Gidenlerden haber yoktur gelenler hep sabi bilmez
Bu bir esrâr-ı âlemdir bilen demez diyen bilmez

KAYSERİLİ İSMAİL ARİF’İN MEZAR TAŞI


63
Mecliste arif ol, kelâmı dinle,
El iki söylerse, sen birin söyle.
Elinden geldikçe iyilik eyle,
Hatıra dokunup yıkıcı olma.

KARACAOĞLANö.1679?)
64
Rüya gibi bir akşamı seyretmeye geldin
Çok benzediğin memleketin her tepesinde.
Baktım; konuşurken daha bir kere güzeldin,
İstanbul’u duydum daha bir kere sesinde.

YAHYA KEMAL BEYATLI (ö. 1958)

65
Seyretmek için seyrini ey rûh-i revânım
Kirpiklerimin tâ ucuna gelmede cânım
Çeşmim seni görmezse görür görmeyi zâid
Hep senden ibârettir emîn ol ki cihânım

MUSTAFA REŞİT BEY

66
Taşlar yedirdi nan yerine bir zaman felek
Nan verdi şimdi, ah ki dendâne kalmadı.

ZİYÂ PAŞA
67
GERÇEK

Barış ister ya
Bütün ülkeler
Savaşla çizilmiştir
Sınırları bütün ülkelerin

FAZIL HÜSNÜ DAĞLARCA (ö.2008)


68

SORU

Barışı isteyenler
Karşı yürüyüşlerde
Neden azgındırlar
Savaşçılar gibi

FAZIL HÜSNÜ DAĞLARCA (ö.2008)


69
EVE GÖTÜRDÜĞÜMÜZ

Bir güzel kadın gördüm mü
Birazını yitirmiştir o
O yarısı ile evine gider
Öbür yarısı kalmıştır bende

FAZIL HÜSNÜ DAĞLARCA (ö.2008)

70
GÜZEL KADIN

Gezer kentin sokaklarında
Güzel kadın evine gider
Onu görenlerin hepsi
Güzel kadınla kendi evine gider

FAZIL HÜSNÜ DAĞLARCA (ö.2008)




YUNUS EMRE
(1240? -1320?)


Tarihî kişiliği menkıbelerle iç içe giren Yunus Emre, Sarıköy’de yaşayan, çiftçilikle geçinen fakir bir kişidir. Önce buğday almak üzere Karahöyük’e gider, bir süre Hacı Bektâş-ı Velî’nin yanında kalır, geri döneceği sırada buğday yerine Hacı Bektaş ona “nefes” vermeyi teklif eder, fakat Yunus ısrar edince kendisine dilediği kadar buğday verilerek gönderilir. Köyüne yaklaştığı esnada gafletinin farkına varan Yunus, buğdayın bir gün tükenip nefesin ise tükenmeyeceğini düşünerek tekrar tekkeye döner ve nasip ister. Durum Hacı Bektâş-ı Velî’ye arzedilince o, “Bundan sonra olmaz. Biz o kilidin anahtarını Tapduk Emre’ye verdik, varsın nasibini ondan alsın.” der ve onu Tapduk Emre’ye gönderir. Yunus da Tapduk Emre’nin yanına varıp durumu ona anlatır; Tapduk Emre halinin kendisine mâlûm olduğunu, hizmet edip emek vermesi halinde nasibini alacağını söyler. Yunus kırk yıl boyunca erenler meydanına eğrinin yakışmayacağı düşüncesiyle tekkeye sadece düzgün odun taşır. Rum erenlerinin Tapduk Emre’nin tekkesinde büyük bir meclis kurdukları bir gün mecliste Yunus Emre ile birlikte Yunus-ı Gûyende denilen başka bir Yunus daha bulunmaktadır. Tapduk Emre cezbeye gelince Gûyende’ye, “Yunus, söyle!” der, fakat Gûyende işitmez. Tapduk bu sözü üç defa tekrarladığı halde Yunus-ı Gûyende yine işitmez. Bu defa Yunus Emre’ye dönüp, “Yunus, vakit geldi, o hazinenin kilidini açtık, nasibini aldın, hünkârın nefesi yetişti, sen söyle!” der. Gönlü açılan, gözlerinden perde kalkan Yunus “şevk denizine düşüp” inci ve mücevher değerinde sözler söylemeye başlar (Menâkıb-ı Hacı Bektâş-ı Velî, s.48-49).

Aziz Mahmud Hüdâyî’nin, şeyhi Üftâde’nin sohbetlerinden derlediği Vâķı’ât’ta yer alan Yunus’la ilgili rivayetler Vilâyetnâme’de anlatılanları tamamlar gibidir. Vâķı’ât’ta yer alan bir başka rivayete göre otuz yıl hizmetten sonra Yunus, “Ben bu yolculuktan bir şey anlayamadım, muhtemelen sülûkü tamamlayamayacağım.” diyerek tekkeden ayrılmış, fakat yolda rastladığı erenler ve onlarla yaşadığı olağan üstü hallerle gafletten uyanıp geri dönmüş ve Tapduk’un ayaklarına kapanarak kendini bağışlatmıştır (a.g.e., s. 374; İsmail Hakkı Bursevî, Rûĥu’l-beyân, I, 171).

Süleyman Şeyhî de Yunus’tan, Tapduk Emre’den, şiirlerinden ve tekkeye taşıdığı odunlardan söz etmiş, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin Yunus hakkında, “İlâhî menzillerin hangisine çıktımsa bu Türkmen kocasının izini önümde buldum, onu geçemedim” dediğini nakletmiştir.

Yunus Emre ile Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî arasında geçtiği aktarılagelen başka bir rivayete göre Yunus bir gün karşılaştığı Mevlânâ’ya, “Mesnevî’yi sen mi yazdın?” diye sormuş, Mevlânâ “evet” deyince Yunus, “Uzun yazmışsın. Ben olsam, ‘Et ü kemik büründüm/Yunus diye göründüm’ derdim” karşılığını vermiştir. Diğer bir halk rivayetine göre Yunus 3000 şiir söylemiş, daha sonra Molla Kasım adlı bir zâhid bunları şeriata aykırı bularak 1000 tanesini yakmış, 1000 tanesini suya atmış, kalan 1000 şiiri okurken, “Derviş Yunus bu sözü eğri büğrü söyleme/Seni sîgaya çeken bir Molla Kasım gelir” beytine rastlayınca pişman olup tövbe etmiş ve Yunus’un velîliğine inanmıştır. Bu inanışa göre yakılan şiirler gökte melekler, suya atılanlar balıklar, kalan şiirler de insanlar tarafından okunmaktadır.



TARİHÎ ŞAHSİYETİ

Adnan Erzi’nin Beyazıt Devlet Kütüphanesi’ndeki bir mecmuadan (nr. 7912, vr. 38b) alarak neşrettiği belgede Yunus Emre’nin 638 (1240-41) yılında doğduğu, seksen iki yıl yaşadığı ve 720’de (1320) vefat ettiği kaydedilmektedir. Yunus, Orta Anadolu’da Sakarya nehri çevresinde bir yerde doğmuş ve Nallıhan’a yakın Emrem Sultan’daki zâviyede Tapduk Emre Dergâhı’nda yaşamıştır.

Yunus Emre’den başka Bursa’da yaşayan diğer bir Yunus’un varlığından ilk defa söz eden Faruk K. Timurtaş’a göre bilinen iki Yunus’tan ikincisi XV. yüzyıl başlarında vefat eden Bursalı Âşık Yunus’tur (Yunus Emre Dîvânı, s. 19).
Şiirlerinde isminin önüne “Âşık, Bîçâre, Koca, Tapduklu, Miskin, Derviş” gibi sıfatlar da getirmektedir. Bursa’da yaşayan Âşık Yunus’un ismi de bazı müellifler tarafından “Âşık Yunus, Yunus Emre” şeklinde anıldığı için bu iki şair tarih boyunca birbirine karıştırılmıştır.

Başbakanlık Arşivi’nde 871 sayılı Konya Defteri’ndeki 924 (1518) tarihli bir belgede Yunus’un İsmâil adında bir oğlundan söz edilerek, “Amma Yerce nâm yeri bu cemaatten Yunus Emre, Karamanoğlu İbrâhim Bey’den satın almış, elinde mülknâmesi vardır. Yunus Emre fevtolup evlâdına intikal eylemiştir.” kaydı yer almaktadır. Yunus’un bir şiirinde, “Bunda dahı verdin bize oğul u kız çift ü helâl/Ondan dahı geçti arzum benim âhım dîdâr için” demesi de çoluk çocuğunun bulunduğunu gösterir.

TAHSİLİ

Eski kaynaklarda Yunus Emre’nin ümmîliğinden söz edilmektedir. Medrese öğrenimi görüp görmediği, icâzet alıp almadığı hususu açık değilse de Yunus iyi bir tahsil görmüştür. Gölpınarlı, divanındaki bazı beyitlerden hareketle onun Konya’da eğitim almış olabileceğini ileri sürer (Risâlat al-Nushiyya ve Dîvân, s. XIX). F. K. Timurtaş’a göre de Yunus ümmî değildir ve büyük ihtimalle tahsilini Konya’da yapmıştır (Yunus Emre Dîvânı, s. 15). Sâdık Vicdânî, Yunus’un ümmî olmadığı halde Resûl-i Ekrem’in vasfıyla nitelenmek için ümmî bilindiğini söyler (Tarikatler ve Silsileleri, s. 155). Bizzat Yunus’un kendi tahsili hakkında verdiği bilgilerde de farklılık vardır. Bazı beyitlerine bakarak ümmîliğini ileri sürmek mümkündür:

“Ne elif okudum ne cim varlıktandır kelecim (sözüm)
Bilmeye yüz bin müneccim tâliim ne yıldızdan gelir

Yerde gökte bu aşk ile aşktan gelir bu söz dile
Bîçâre Yunus ne bile ne kara okudu ne ak.”

Yunus ve onu takip eden pek çok sûfî şair yaşadığı çağın kültürünü şifahen almıştır. Dolayısıyla Yunus’un da öğrenimini yetiştiği tekke ve çevre içinde düşünmek gerekir. Şiirlerinde kendisi hakkında sık sık kullandığı ümmî sıfatı da “gelenekten gelen saf bilgiye sahip olan” anlamındadır. Divanındaki bazı beyitlere ve menkıbelere göre Yunus Emre pek çok yeri gezmiş, “yukarı iller” dediği Azerbaycan’a kadar gitmiştir. İlden ile yürüyüp dost sırrını aradığını, Urum’da, Şam’da kendisi gibi bir garip bulamadığını, gurbet ilinde âşık olup Mecnun gibi dolaştığını, Şîraz, Bağdat, Tebriz, Şam, Nahcıvan gibi beldeleri gördükten sonra Rum’da (Anadolu’nun bazı illerinde) kışlayıp baharda memleketine döndüğünü söyler. Yunus’un seyahatlerinin sebepleri, bunların ne şekilde gerçekleştiği tam olarak bilinmese de tarikatlar döneminde seyahat sûfîlerin hayatında nefis terbiyesinin önemli bir unsurudur. Ayrıca Yunus’un, şeyhi Tapduk Emre’nin ailesi veya tarikat şeceresi bakımından bu yöreyle bağlantısı olabileceğinden “yukarı iller”de dolaşması tesadüfî değildir. Nitekim Tapduk Emre, Rumeli’ne ve özellikle tarikat silsilesinde adı geçen Sarı Saltuk’un ikamet ettiği Varna Zâviyesi’ne de bazı dervişlerini göndermiştir.

VEFATI

Yunus Emre şiirlerinde kendisini “şairler kocası”, “bir âşık koca” diye niteleyerek uzun bir ömür sürdüğünü îmâ eder. Yunus’un vefat tarihi ve kabriyle ilgili bilgiler de uzun yıllar tartışma konusu olmuştur. Bazı araştırmacılar, Yunus’un Risâletü’n-nushiyye’sini tamamladığı 707 (1307) yılını tarikata intisap ettiği yıl olarak değerlendirip Beyazıt Devlet Kütüphanesi’ndeki belgede kayıtlı vefat tarihini (720/1320) doğru kabul etmemekte, bu tarihten sonra öldüğünü ileri sürmektedir. M. Fuad Köprülü, Adnan Erzi’nin 1950’de neşrettiği belgeden sonra Yunus’un vefat tarihinin 1320 olduğunu kabul etmiştir. Anadolu’nun pek çok yerinde ve Azerbaycan’da Yunus’a ait mezar ve makamlar mevcuttur. Bunlar Yunus’un seyahat ettiği yerlerdeki sohbetlere katıldığını, çok sevildiğini ve hâtırasının yaşatıldığını gösterir. Muhtemelen bazı seyahatlerinde mürşidi Tapduk Emre ile beraber bulunduğundan destanî hayatları sevenlerinin tahayyülünde yaşamış ve yaşatılmıştır (Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, s. 274). Fuad Köprülü’nün başlattığı Yunus Emre araştırmalarıyla birlikte Anadolu’nun çeşitli yerlerindeki ona ait mezarlardan üçünün Yunus’un gerçek mezarı olduğu iddiası gündeme gelmiş ve bu iddia zaman zaman büyük tartışmalara yol açmış, konuyla ilgili çoğu popüler nitelikte birçok yazı yayımlanmıştır. Anadolu’da Yunus’un mezarının bulunduğu söylenen yerler şunlardır: Eskişehir Sarıköy (şimdi Yunusemre köyü), Karaman, Aksaray Ortaköy, Bursa, Manisa Kula Emresultan köyü, Erzurum Dutçu (Düzcü) köyü, Isparta Keçiborlu, Afyon Sandıklı, Ankara Nallıhan Emremsultan köyü, Ünye ve Sivas. Bunların yanında Azerbaycan’ın Gâh bölgesinde de bir makam mevcuttur. Bazı kaynaklarda Yunus’un mezarının Sivrihisar yakınlarındaki Sarıköy’de olduğu belirtilmektir. Sarıköy’deki mezar Ankara-Eskişehir demiryolu hattının yapılması esnasında 6 Mayıs 1946 tarihinde açılmış, kabirdeki bakiyeler geçici mezara nakledilmiş, 1970’te yeni yapılan bir anıtmezarla bugünkü yerine getirilmiştir. Fuad Köprülü, Abdülbaki Gölpınarlı ve Faruk K. Timurtaş da Yunus’un mezarının burada yer aldığını kabul ederler.





ESERLERİ

1. Risâletü’n-nushiyye: 707 (1307) yılında mesnevi şeklinde yazılmış 600 beyitlik bir risâle olup Yunus’un seyrüsülûk ehline öğütlerini içerir. Risâle “fâilâtün fâilâtün fâilün” vezniyle yazılmış on üç beyitlik bir nazımla başlar ve kısa mensur bir bölümle devam eder. Asıl mesnevi “mefâîlün mefâîlün feûlün” veznindedir. Risâletü’n-nushiyye, Yunus’un ilâhilerine nisbetle daha az şiir özelliğine sahip bir eserdir ve Anadolu sahasında yazılmış tasavvufî muhtevalı ilk özgün nasihatnâmelerden biridir. Eserin Latin harfleriyle çeşitli neşirleri yapılmıştır.

2. Divan: Tertibi hakkındaki en eski tarih Şinasi Tekin’in bir mecmuaya dayanarak verdiği 707 (1307) yılıdır. Birçok nüshası içinde en eskilerinin XIV. yüzyıla kadar geriye gittiği tahmin edilmektedir. Daha sonraki dönemlerde istinsah edilen divanlara “Yunus” mahlaslı başka şairlerin şiirlerinin de karıştığı görülür. Divan yazmalarında mevcut pek çok istinsah hatası, beyit ve mısraların yer değiştirmesi, birbirine karışıp iç içe giren veya ikiye, üçe bölünen şiirler, aynı şiirin farklı yazmalarda değişik beyit sayılarıyla kaydedilmesi divanın tertibinde dikkatle ele alınması gereken hususlardır. Diğer bir mesele de hangi şiirlerin Yunus Emre’ye, hangilerinin Âşık Yunus’a veya başka bir Yunus’a ait olduğunun tespit edilmesidir. Bundan dolayı bugüne kadar tam bir Yunus Emre divanı ortaya konulamamıştır. Yunus’un şiirleriyle ilgili araştırmalarda divan nüshalarından başka mecmua ve cönklerin de incelenmesi gerekir; zira mecmualarda Yunus’a ait şiirlere rastlanmaktadır. Bu eserler henüz sistemli biçimde taranmadığından bunlardan bir bütün halinde faydalanılamamıştır. Söz konusu mecmualar arasında Grek harfleriyle kaleme alınan 1480 tarihli bir yazma da bulunmaktadır. II. Murad devrinde Türkler’e esir düşen György (Georg) adlı bir Macar tarafından yazılan Tractatus adlı eserde “Yunus” mahlasıyla iki ilâhi kaydedilmiştir. Yunus’un ilâhileri daha söylenip yazıldığı tarihten itibaren dilden dile dolaşmaya, ezberlenip okunmaya başlanmış, XIV. yüzyıldan itibaren abdalân-ı Rûm vasıtasıyla Osmanlı fetihlerine paralel şekilde bütün Türk-İslâm coğrafyasına yayılmıştır. Akıncı ocaklarında ve zâviyelerde besteli Yunus ilâhilerinin okunduğu tahmin edilmektedir. Günümüzde Anadolu’dan Balkanlar’a kadar geniş bir coğrafyada Müslüman Türk kültürünün izlerinin sürmesinde Yunus’un ilâhilerinin büyük etkisi vardır. Bunlar aynı zamanda asırlardan beri Anadolu’da ve Rumeli’de faaliyet gösteren tarikatların ortak düşüncesi ve sesi haline gelmiştir.

Yunus’un 417 şiirinden 138’i aruz, diğerleri hece vezniyle yazılmıştır. Aruzla kaleme alınan şiirlerdeki kusurlar biraz da o devirde veznin henüz yeterince işlenmemiş olmasından kaynaklanmaktadır. Şiirlerin çoğunluğu beyit esasına göre, bir kısmı da musammat tarzında tertip edilmiştir. Bu sebeple aruzla veya heceyle yazılan bazı gazeller ikiye bölündüğünde her beyit kıta şekline de girebilmektedir. Musammatlar genelde “müstef‘ilün müstef‘ilün müstef‘ilün müstef‘ilün” vezniyle kaleme alınmıştır. Heceyle söylenen şiirler şeklen gazele benzediğinden bunlara “heceli gazel” demek mümkündür. Böylece Yunus Emre ilk defa gazeli hece veznine uyarlayıp yeni bir şekil ortaya koymuş, daha sonraki mutasavvıf şairleri de bu gazelleriyle etkilemiştir.

Yunus Emre’yi kullandığı dile bakarak bir halk şairi yahut divan şairi saymak doğru değildir. Kafiyeyi bir ses estetiği olarak değerlendirip benzeşen her türlü sesle kafiye yapan Yunus’ta kulak kafiyesinin esas olduğu görülmektedir. Divanda bir küçük mesnevi dışında bütün ilâhilerin kafiye şeması aa-ba-ca-da ... yani gazel şeklindedir. Yunus’un kafiyeye titizlikle riayet ettiği söylenemez. Divanda şathiyye/münâcât türünde yirmi sekiz beyitlik bir manzumenin dışındaki şiirlerin şekliyle ilgili çeşitli görüşler ileri sürülse de Yunus’un şiirleri semâi ve gazel tarzında kaleme alınmıştır. Cönk ve mecmualarda “ilâhi, nefes, nutuk” başlıkları altında kaydedilen şiirleri farklı birer edebî tür değildir. İlâhi, nefes ve nutuk, seyrüsülûk ile fenâ ve tevhid makamlarına yükselerek bekāda karar kılan mutasavvıf şairlerin “Hak ve hakikatten söyledikleri” kelâmlardır. Divanda münâcât, na‘t, istişfâ, mi‘râciyye, nasihatnâme, vücudnâme, yaşnâme, baharnâme ve lugaz” denebilecek türden şiirlere rastlanmaktaysa da bütün bu konular ilâhi başlığı altında değerlendirilebilecek niteliktedir.


Öte yandan Yunus Emre, Eski Anadolu Türkçesi’nin oluşumunda çok önemli rol oynayan ilk Türk şairidir. Onun kullandığı kelimeler ve ifade kalıpları, bunlara yüklediği anlamlar ve mecazlar Türkçenin edebî bir dil haline gelmesi yolunda büyük bir merhaledir. Esasen Yunus’u diğer mutasavvıf şairlerden ayıran özelliği de budur. Yunus’tan önce sözlü bir edebiyat varsa da Anadolu’da gelişen Batı Türkçesi’yle ilk ve en güzel şiirleri Yunus ortaya koymuş, şifahî birikimden yararlanarak dili sanatkârane bir üslûpla işleyip Türkçede bir tasavvuf dili oluşturmuştur. Yunus’un sade dilinde yer alan, devrin Türkçesinde kullanılan Arapça ve Farsça kelimelerden bazıları Türkçe fonetiğe uydurulmuştur. Ayrıca onun divanında günümüzde kullanılmayan (arkaik) birçok kelime mevcuttur. Şiirlerinde dönemin kültürünü yansıtan dinî terim ve kavramların yanında çok sayıda halk söyleyişi ve deyim de vardır.



DÜŞÜNCELERİ

Türk tasavvuf edebiyatı sahasında kendine has bir tarzın kurucusu olan Yunus Emre, Ahmed Yesevî ile başlayan tekke şiiri geleneğini özgün bir söyleyişle Anadolu’da yeniden ortaya koymuş ve Rumeli coğrafyasında gelişen tasavvuf edebiyatı ondan büyük ölçüde etkilenmiştir.

Yunus tasavvufî düşünceyi derinden kavrayıp yaşamış, ilâhilerinde samimiyeti, heyecan ve aşkıyla derinlikli, akıcı bir üslûba ulaşmış, bütün insanlığı ilâhî aşka, kardeşliğe, merhamet ve şefkate davet etmiş, insan olmanın, kendini bilmenin, Cenâb-ı Hakk’a ulaşmanın şartlarını ve yollarını anlatmıştır. Onu panteist, mistik veya hümanist kabul etmek yahut bu düşüncelerin temsilcilerine yakın görmek isabetli değildir. Her şeyden önce Yunus’un tasavvuf anlayışı Kur’an ve Sünnet’e, kendisinden önce yaşayan mutasavvıfların düşüncelerine ve tecrübelerine dayanır. Gerçekte Yunus’un sevgi temeli üzerine kurulu düşünce dünyası insanı sevme noktasında kalmayıp Allah sevgisine uzanır. Ondaki sevgi kademe kademe zerreden küreye bütün varlığı içine alan ilâhî bir sevgiye dönüşür. Şiirlerinde çevresinden, tabiattan, insanî değerlerden bazı örnekler verse de Yunus hiçbir zaman maddî unsurları amaç edinmemiştir. Her şeyin özünde mevcut mutlak varlık olunca varlıklara ve insana verilen değer de Allah için olmaktadır. Onun tarif ettiği insan Hz. Peygamber’in şahsında temsil edilen “insân-ı kâmil”dir (er kişi). Bu insan yaratılış gayesi olan ilâhî ahlâka ulaşmış, üstün özelliklerle donanmıştır.

Yunus’a göre ahlâk insana yakışmayan davranışları terk edip ilâhî yaratılıştaki asla (fıtrat-ı asliyye) yönelmektir. Ahlâkî olmayan davranışlar Yunus’un dilinde hayvanî nefse ait “yaramaz” kelimesiyle ifade edilir. Yaramaz davranışların yararlı hale dönüştürülmesi insân-ı kâmil olmanın esasıdır. Kâmil insan aşk ile Allah’a ulaşmış, ilâhî ahlâkla ahlâklanmıştır. Yunus’un tanımını yaptığı ikinci insan tipi iyi ile kötü, güzel ile çirkin gibi ikilikler arasında bocalayan sûfî veya gerçek sevgiyi bilmeyen âşık tipidir. Böyle kişilerin davranışları dramatiktir. Yunus Emre insân-ı kâmilin üstün özelliklerini sayarak insanların bu mertebeye ulaşmasını ister ve onları aşka, ilâhî fakra ve tevhide davet eder. Bunun için izlenecek yol bellidir: Tapduk Emre’nin izinden yürümek ve onun mânevî şahsında temsil ettiği Muhammedî ahlâkın rengine boyanıp benlikten geçmek, “fenâ fillâh”a ulaşmak. Ancak mâna yolu nefs-i emmâresine yenik düşen insanlara kapalıdır. Yunus bu kişiler için, “Bir zerre aşkı olmayan belli bilin yabandadır”; “Aşkı olmayan gönül misâl-i taşa benzer”; “Bu hayale aldanan, otlar davara benzer” der.

Yunus tevhid ehli bir mutasavvıftır. Ona göre varlık tektir, mutlak varlık Allah’tır. Eşya Hakk’ın esmâ, ef‘âl ve sıfatlarının tecellisidir. Eşyanın kendine ait müstakil bir varlığı yoktur. Varlıklara bağımsız bir vücut nispet etmek insanı şirke götürür. Bu sebeple, “Benden benliğim gitti hep mülkümü dost tuttu” der. Ledün ilmi insanın benliğinden sıyrılıp kurtulmasıyla başlar. İnsanı insan yapan öz yaratılışındaki aşk cevheridir. Aşk var olmanın sebebidir; kulun eksiklerini tamamlayan, onu Hakk’a lâyık kılan bir cevherdir. Yunus kesrette vahdet idraki içinde yaşamış bir erendir. Düşüncelerini yorumlarken onun Kur’an ve Sünnet’e bağlılığını göz ardı etmemek gerekir. Yunus’un divanında âyet ve hadislerden, klasik dönem mutasavvıflarından ve halk kahramanlarından pek çok alıntı vardır. Onun şiirlerinde sosyal olayların ve mahallî hayatın izlerini görmek mümkündür. Yunus’un sanatı tefekkürünü, tefekkürü sanatını örtmez. Düşünceleri şiirin sınırlı yapısı içinde kaybolup gitmez. Şiirlerindeki öğreticilik insana bıkkınlık vermez. Çeşitli aşk halleriyle hallenen Yunus’un şairliğini ispat etmek gibi bir düşüncesi de yoktur; zira Hak sırrının peşindeydi, sabırla aradığını bulmuş ve “Hak’tan gelen şerbeti içmiştir.”

Yunus Emre adı, onu tanıyıp seven herkes için bir şeyler ifade eder. Şiirlerinde, her devrin okuyucusu ya da dinleyicisi kendisini etkileyecek bir şey bulmuştur. Yunus Emre, dünya kültür ve medeniyet tarihinde bir merhale olmuştur. Zira Yunus Emre, sadece yaşadığı devrin değil, çağımız ve gelecek yüzyılların da ışık kaynağıdır. Allah ve cümle yaratılmışı içine alan sonsuz sevgisinden kaynaklanan fikirleri, dünya üzerinde insanlık var oldukça değerini koruyacaktır. Yunus Emre'nin amacı, sevgi yoluyla dünyada yaşayan tüm insanların hem kendileriyle hem evrenle kaynaşmasını sağlamak ve ebedî hayata doğmalarını sağlamaktır.

Yunus tasavvufî düşünceyi derinden kavrayıp yaşamış, ilâhilerinde samimiyeti, heyecan ve aşkıyla derinlikli, akıcı bir üslûba ulaşmış, bütün insanlığı ilâhî aşka, kardeşliğe, merhamet ve şefkate davet etmiş, insan olmanın, kendini bilmenin, Cenâb-ı Hakk’a ulaşmanın şartlarını ve yollarını anlatmıştır.

Yunus Emre, tasavvuf gibi soyutlarla dolu bir alanda en karmaşık kavramları Türkçeyle çok güzel ve etkili bir tarzda ifade etmeyi başararak Türkçenin bilim, felsefe, sanat ve edebiyat dili olduğunu göstermiştir. Türk tasavvufi halk edebiyatı, 13. asırda Yunus Emre’nin şahsında en yüksek derecesine ulaşmıştır.


Yunus Emre’nin bestelenmiş ilâhileri konusundaki en önemli çalışma Cemalettin Server Revnakoğlu’nun “Yunus’un Bestelenmiş İlâhileri Nerede ve Nasıl Okunurdu?” başlıklı makalesidir (Türk Yurdu, İstanbul 1966, V, 319, s. 128-137). En beğenilen Yunus ilâhilerinin notaları ise Yunus İlâhîleri Güldestesi (der. Cüneyt Kosal, Ankara 1991) ve Besteleriyle Yunus Emre İlâhîleri (der. Ahmet Hatiboğlu, Ankara 1993) adlı eserlerde bir araya getirilmiştir. Yunus Emre çeşitli tiyatro oyunlarına, televizyon filmlerine ve birkaç romana da konu olmuştur. Kültür ve Turizm Bakanlığı ile Eskişehir Valiliği 2013 yılını “Yunus Emre Yılı” ilân etmiş ve bunun için 2012 yılında “Yunus Emre Tiyatro Oyunu Yarışması” ve “Yunus Emre Roman Yarışması” adıyla iki yarışma açmıştır.


ŞİİRLERİNDEN ÖRNEKLER


Mevlâna Hudâvendgâr bize nazar kılalı
Anun görklü nazarı gönlümüz aynasıdur

Mevlânâ sohbetinde saz-ıla işret oldı
Ârif ma’niye taldı kim biledür ferişte

*
Beri gel barışalım
Yâd isen bilişelim

*
Gelün tanşuk idelüm işi kolay tutalum
Sevelüm sevilelüm dünyâ kimseye kalmaz

*
Yunus sözün anlar isen
Mani’sini dinler isen
Sana iyi dirlik gerek,
Bunda kimseler kalmaz

*
Giderdim gönlümden kini
Kin tutanın yoktur dini
Ey yârenler ben bu sözü
Uludan işittim ahî

*
Kimseyi düşman tutmazuz
Ağyar dahi yardur bize
Kande ıssızlık var ise
Mahalle vü şardır bize

Adımız miskindür bizüm
Düşmanımız kimdür bizüm
Biz kimseye kin tutmazuz
Kamu âlem yardur bize

*
Yetmiş iki millete kurban ol âşık isen
Ta âşıklar safında tamam olasın sadık

*
Ben gelmedim dava için
Benim işim sevi için
Dostun evi gönüllerdir
Gönüller yapmaya geldim

*
Ana rahminden geldik pazara
Bir kefen aldık döndük mezara
*
Cümle yerde Hak nâzır, göz gerektir göresi

*
Gönül Çalab'ın tahtı
Çalab gönüle baktı
İki cihan bedbahtı
Kim gönül yıkar ise

*
Sen sana ne sanursan
Ayruğa da onu san
Dört kitabın manası
Budur eğer var ise

*
Dünya benim rızkımdurur
Kavmi benim kavmimdürür

*
Bir kez gönül yıktınısa
Bu kıldığın namaz değil
Yetmiş iki millet dahi
Elin yüzün yumaz değil


*
Dervişlik baştadır taçta değildir
Kızdırmak oddadır saçta değildir
Eğer bir insanın kalbin yıkarsan
Hakk'a eylediğin secde değildir


*
Elif okuduk ötürü
Pazar eyledik götürü
Yaratılmışı hoş gör
Yaratandan ötürü

*
Cümle yaratılmışa bir göz ile bakmayan
Halka müderris ise hakikatte asidir

*
Nice bir besleyesin, bu kadd ile kameti
Düştün dünya zevkine unuttun kıyameti
Dürüst kazan, ye yedir, bir gönül ele getir
Yüz Kâbe’den yiğrektir, bir gönül ziyareti


*
Söz ola kese savaşı
Söz ola bitüre başı
Söz ola ağulu aşı
Bal ile yağ ide bir söz

*
İşidin ey yârenler
Aşk bir güneşe benzer
Aşkı olmayan gönül
Misal-i taşa benzer

Taş gönülde ne biter
Dilinde ağu tüter
Nice yumşak söylese
Sözü savaşa benzer

*
Mal sahibi mülk sahibi
Hani bunun ilk sahibi
Mal da yalan mülk de yalan
Var biraz da sen oyalan

*
İşidin ey yarenler,
Kıymetli nesnedir aşk
Sultanları kul eyler,
Hikmetli nesnedir aşk

Âkilleri şaşırır
Deryalara düşürür
Kayaları söyletir,
Kuvvetli nesnedir aşk

*
Aşksızlara verme öğüt
Öğüdünden alır değil
Aşksız kişi hayvan olur
Hayvan öğüt bilir değil

*
Gönlüm düşdi bir sevdâya
Gel gör beni ‘ışk n'eyledi
Başumı virdüm gavgâya
Gel gör beni ‘ışk n'eyledi

Ben yürürem yana yana
‘Işk boyadı beni kana
Ne ‘âkilem ne dîvâne
Gel gör beni ‘ışk n'eyledi

Ben yürürem ilden ile
Dost soraram dilden dile
Gurbetde hâlüm kim bile
Gel gör beni ‘ışk n'eyledi

Benzüm sarı gözlerüm yaş
Bagrum pâre yüregüm baş
Hâlüm bilen dertlü kardaş
Gel gör beni ‘ışk n'eyledi

Gurbet ilinde yürürem
Dostı düşümde görürem
Uyanup Mecnûn oluram
Gel gör beni ‘ışk n'eyledi

Gâh tozaram yirler gibi
Gâh eserem yeller gibi
Gâh çaglaram seller gibi
Gel gör beni ‘ışk n'eyledi

Akar sulayın çağlaram
Dertlü cigerüm tağlaram
Şeyhüm anuban ağlaram
Gel gör beni ‘ışk n'eyledi

Yâ elüm al kaldur beni
Yâ asluna irdür beni
Çok aglatdun güldür beni
Gel gör beni ‘ışk n'eyledi

Ben Yûnus-ı bî-çâreyem
Başdan ayağa yareyem
Dost ilinde âvâreyem
Gel gör beni ‘ışk n'eyledi

*
On sekiz bin ‘âlem halkı cümlesi bir içinde
Kimse yok birden artuk söylenür dil içinde

Cümle bir anı birler cümle ana giderler
Cümle dil anı söyler her bir menzil içinde

Cümle göz anı gözler kimse yok nişân virür
Gören kim görmeyen kim kalduk müşkil içinde

*
Ey sözlerin aslın bilen,
Gel de bu söz kandan gelir
Söz aslını anlamayan,
Sanır bu söz benden gelir

Söz karadan aktan değil,
Yazıp okumaktan değil
Bu yürüyen halktan değil,
Hâlik âvâzından gelir

*
Cennet cennet dedikleri
Üç beş köşkle üç beş huri
İsteyene ver onları
Bana seni gerek seni

*
Sevdiğimi demez isem, sevgi derdi boğar beni

*
Hak bir gönül virdi bana hâ dimedin hayrân olur
Bir dem gelür şâdî olur bir dem gelür giryân olur

Bir dem sanasın kış gibi şol zemheri olmış gibi
Bir dem beşâretden togar hoş bâgıla bostân olur


Bir dem gelür söyleyemez bir sözi şerh eyleyemez
Bir dem dilinden dür döker dertlülere dermân olur
Bir dem çıkar ‘arş üzere bir dem iner tahte's-serâ
Bir dem sanasın katredür bir dem taşar ‘ummân olur

Bir dem cehâletde kalur hîç nesneyi bilmez olur
Bir dem talar hikmetlere Câlinûs u Lokmân olur

Bir dem dîv olur ya perî vîrâneler olur yiri
Bir dem uçar Belkîs'ıla sultân-ı ins ü cân olur

Bir dem görür olmış gedâ yalın tene geymiş ‘abâ
Bir dem ganî himmet ile Fagfûr u hem Hakân olur

Bir dem gelür ‘âsî olur Hak zihnini yavı kılur
Bir dem gelür kim yoldaşı hem zühd ü hem îmân olur

Bir dem günâhın fikr ider tostogru Tamu'ya gider
Bir dem görür Hak rahmetin Uçmaklar'a Rıdvân olur

Bir dem varur mescidlere yüzin sürer anda yire
Bir dem varur deyre girer İncîl okur ruhbân olur

Bir dem gelür Mûsâ olur yüz bin münâcâtlar kılur
Bir dem girer kibr evine Firavn'ıla Hâmân olur

Bir dem gelür ‘Îsâ gibi ölmişleri diri kılur
Bir dem gelür gümrâhleyin yolında ser-gerdân olur

Bir dem döner Cebrâîl'e rahmet saçar her mahfile
Bir dem gelür gümrâh olur miskîn Yûnus Hayrân olur

Galenos Klaudios [Calinus]

Greklerin ünlü tabibi ve filozofudur. Asıl adı Galenos olup, İslam dünyasında Calinus olarak tanınmıştır. M.S. 131 yılında Bergama'da doğmuş ve Roma veya Bergama'da 201 de ölmüştür. Hipokrat ile birlikte çağının en ünlü hekimi olarak kabul edilmiştir. İnsan anatomisi ve fizyolojisi üzerinde çalışarak deney ve gözlemlerde bulunmuştur. Bir kısmı günümüze kadar ulaşan çok sayıda eser yazmıştır. Eserleri Arapçaya çevrilmiş olmasından ötürü Müslüman tıp âlimlerini etkilemiştir.
*
Gaflet ile Hakk’ı buldum diyenler
Er yarın Hak dîvânında bell’olur
Ahret tedârikin gördüm diyenler
Er yarın Hak dîvânında belFolur

Kimi sofî kiminin adı derviş
Derviş isen kardaş takvâya çalış
Gizli yollardan sen Mevlâ’ya eriş
Er yarın Hak dîvânında bell’olur

Devletliyim deyû fakire gülme
Gülüp denlu denlu kem nazar kılma
Ölüm vardır yâhû sen gafil olma
Er yarın Hak dîvânında bell’olur

Derviş Yûnus söyler kâ’lû belîden
Mûcizât Nebî’den mürvet Alî’den
Biz de bunu böyle duyduk uludan
Er yarın hak dîvânında bell’olur
*
Işkun ile ‘âşıklar yansun yâ Resûlallâh
İçüp ‘ışkun şarâbın kansun yâ Resûlallâh

Şol seni seven kişi komış yoluna başı
İki cihân güneşi sensün yâ Resûlallâh

Şol seni sevenlere kıl şefâ‘at anlara
Mü'min olan tenlere cânsun yâ Resûlallâh

Şol seni sevdi Sübhân oldun kamuya sultân
Cânum yolına kurbân olsun yâ Resûlallâh

Âşıkam şol dîdâra bülbülem şol gül-zâra
Seni sevmeyen nâra yansun yâ Resûlallâh

Dervîş Yûnus'un cânı hilm ü şefâ‘at kânı
Âlemlerün sultânı sensün yâ Resûlallâh

*
‘İlim ‘ilim bilmekdür ‘ilim kendin bilmekdür
Sen kendüni bilmezsin yâ niçe okumakdur

Okumakdan ma'nî ne kişi Hakk'ı bilmekdür
Çün okudun bilmezsin hâ bir kurı emekdür

Okıdum bildüm dime çok tâ‘at kıldum dime
Eri Hak bilmezisen ‘abes yire yilmekdür

Dört kitâbun ma'nîsi bellüdür bir elifde
Sen elif dirsün hoca ma‘nîsi ne dimekdür

Yûnus Emre dir hoca gerekse var bin hacca
Hepisinden eyüce bir gönüle girmekdür
*
Dağlar ile taşlar ile
Çağırayım Mevlam seni
Seherlerde kuşlar ile
Çağırayım Mevlam seni

Su dibinde mâhi ile
Sahralarda âhu ile
Abdal olup yahu ile
Çağırayım Mevlam seni

Gökyüzünde Îsâ ile
Tur dağında Mûsâ ile
Elindeki âsâ ile
Çağırayım Mevlam seni

Derdi öküş Eyyüb ile
Gözü yaşlı Yakub ile
Ol Muhammed mahbub ile
Çağırayım Mevlam seni

Bilmişim dünya hâlini
Terk ettim kıyl ü kâlini
Baş açık ayak yalını
Çağırayım Mevlam seni
Yunus okur diller ile
Ol kumru bülbüller ile
Hakk’ı seven kullar ile
Çağırayım Mevlam seni

*
Geldi geçti ömrüm benim
Şol yel esip geçmiş gibi
Hele bana şöyle geldi
Şol göz yumup açmış gibi

İşbu söze Hak tanıktır
Bu can gövdeye konuktur
Bir gün ola çıka gide
Kafesten kuş uçmuş gibi

Miskin âdem oğlanını
Benzetmişler ekinciye
Kimi biter kimi yiter
Yere tohum saçmış gibi

Bu dünyada bir nesneye
Yanar içim göynür özüm
Yiğit iken ölenlere
Gök ekini biçmiş gibi


Bir hastaya vardın ise
Bir içim su verdin ise
Yarın anda karşı gele
Hak şarabın içmiş gibi

Bir miskini gördün ise
Bir eskice virdün ise
Yarın anda sana gele
Hak libâsın biçmiş gibi

Yunus Emre bu dünyada
İki kişi kalur derler
Meğer Hızır İlyas ola
Abı hayat içmiş gibi

*
Yol odur ki doğru vara
Göz odur ki Hakk'ı göre
Er odur alçakta dura
Yüceden bakan göz değil

*
Biz dünyadan gider olduk
Kalanlara selam olsun
Bizim için hayır dua
Kılanlara selam olsun

Ecel büke belimizi
Söyletmeye dilimizi
Hasta iken halimizi
Soranlara selam olsun

Tenim ortaya açıla
Yakasız gömlek biçile
Bizi bir asân vechile
Yuyanlara selam olsun

Azrail alır canımız
Kurur damarda kanımız
Yuyacağın kefenimiz
Saranlara selam olsun

Selâ verile kastımıza
Gider olduk dostumuza
Namaz için üstümüze
Duranlara selam olsun

Dünyaya gelenler gider
Hergiz gelmez yola gider
Bizim halimizden haber
Soranlara selam olsun

Derviş Yunus söyler sözün
Yaş doldurmuş iki gözün
Bizi bilmeyen ne bilsin
Bilenlere selam olsun

*
Allah emrin tutalım
Rahmetine batalım
Bülbül gibi ötelim
Allah Allah diyelim

Allah adı dillerde
Sevgisi gönüllerde
Şol korkulu yerlerde
Allah Allah diyelim

Allah adın uludur
Emrin tutan kuludur
Mü'minlerin yoludur
Allah Allah diyelim

Kocayuban göçmeden
Teneşire çıkmadan
Melil melil bakmadan
Allah Allah diyelim

Ölüp kabre varınca
Melek sual sorunca
Rabbin kimdir deyince
Allah Allah diyelim

Yûnus seyredip gezer
Ölüm tedbirler bozar
Görmek istersen dîdâr
Allah Allah diyelim




*
Mecnuna sordular Leyla nice oldu
Leyla gitti adı dillerde kaldı
Benim gönlüm şimdi bir Leyla buldu
Yürü Leyla ki ben Mevlayı buldum
Leyla Leyla derken Mevlayı buldum


Derviş Yunus bu sırlardan açılmaz
Hakkın Lutfun görüp gayre saçılmaz
İnayet fark olan yerden kaçılmaz
Yürü Leyla ki ben Mevlayı buldum
Leyla Leyla derken Mevlayı buldum

*
Milk-i bekâdan gelmişem fânî cihânı neylerem
Ben dost cemâlin görmüşem hûr ü cinânı neylerem

Vahdet meyinin cür'asın ma'şûk elinden içmişem
Ben dost kokusun almışam müşk-i Hutan'ı neylerem

İbrâhim'em Cebrâil'e hiç ihtiyâcım kalmadı
Muhammed'im dosta gidem ben tercümânı neylerem

İsmâil'em Hak yoluna cânımı kurbân eylerem
Çünkü bu cân kurban olur ben koç kurbânı neylerem

Îsâ gibi yeri koyup gökleri seyrân eylerem
Mûsâ-yı dîdâr olmuşam ben "len terânî" neylerem

Eyyûb'leyin şol ma'şûkun cevrin tehammül eylerem
Cercis’leyin Hakk yoluna çıkmayan cânı neylerem

Dervîş Yûnus ma'şûkuna vuslat bulunca mest olur
Ben şîşeyi çaldım taşa nâmûs u ârı neylerem

*
Dertli ne ağlayıp gezersin burda
Ağlatırsa mevlam yine güldürür
Nice dertli kondu göçtü burada
Ağlatırsa mevlam yine güldürür

Sevdaya salma şu garib başını
Akıtır gözünden kanlı yaşını
Kerimdir onarır kulun işini
Ağlatırsa mevlam yine güldürür

Yunus senin gözlerinde çok hal var
Önünde uğrayıp geçecek yol var
Gece gündüz dur da mevlaya yalvar
Ağlatırsa mevlam yine güldürür


*
Severem ben seni cândan içerü
Yolum ötmez bu erkândan içerü

Nere varurısam gönlüm tolusın
Seni kanda koyam bundan içerü
Beni sorman bana bende degülem
Sûretüm boş gezer tondan içerü

Beni benden alana irmez elüm
Kadem kim basa sultândan içerü

Tecellîden nasîb irdi kimine
Kiminün maksûdı bundan içerü

Kime dokundısa ol dost nazarı
Anun şu‘lesi var günden içerü

Senün ‘ışkun beni bende alupdur
Ne şîrîn derd bu dermândan içerü

Şerî‘at-tarîkat yoldur varana
Hakîkat ma‘rifet andan içerü

Süleymân kuş dili bilür didiler
Süleymân var Süleymân'dan içerü

Sülûk seyir iden ‘ışkun erine
Niçe mezheb olur dînden içerü

Meger Yûnus gözi tuş oldı dosta
Ki kaldı kapuda andan içerü

































NESÎMÎ
(ö. 1417?)


Kaynaklarda doğum yeri ve tarihi hakkında yeterli bilgi bulunmadığı gibi son dönem çalışmalarında da çelişkili bilgiler vardır. İran kaynakları Şîraz ya da Şirvan’da, XVI. yüzyıl Osmanlı tezkirecilerinden Âşık Çelebi Diyarbakır’da, Latîfî ise Bağdat’ta (Nesîm nahiyesi) dünyaya geldiğini söylemektedir.

Türkçe divanındaki bir beytine ve Âşık Çelebi’nin Meşâirü’ş-şuarâ’sına göre Türkmen asıllıdır. Bunun yanında Arap olduğunu söyleyenler bulunsa da Türkleşmiş bir soydan geldiği ve ana dilinin Türkçe olduğu anlaşılmaktadır.

Hemen bütün kaynaklarda ismiyle birlikte “Seyyid” unvanı da kullanılmaktadır. İyi bir eğitim görmüş, genç yaşta tasavvuf yoluna girerek Fazlullāh-ı Hurûfî ile Bakü ve Şirvan’da bir süre beraber yaşamış, Hurûfîlik anlayışının en sadık temsilcilerinden biri olmuştur.

Nesîmî’nin önce Bedreddin eş-Şiblî’ye bağlandığı belirtilse de (Latîfî, s. 524) asıl şöhretini, Fazlullāh-ı Hurûfî’ye intisap ederek halifesi olduktan ve onun Timur tarafından idam edilmesinin ardından kazanmıştır. Fazlullah’ın öldürülmesi üzerine Azerbaycan’dan ayrılıp Türkçe şiirleriyle tanındığı Anadolu’ya gelen Nesîmî’nin I. Murad devrinde Bursa’ya ulaştığı ve burada iyi karşılanmadığı anlaşılmaktadır. Ayrıca Hacı Bayrâm-ı Velî ile görüşmek için Ankara’ya gitmiş, Hurûfîlik’le ilgili fikirleri sebebiyle huzura kabul edilmemiştir (İA, IX, 207). Ancak Ali Şîr Nevâî’nin Nesîmî hakkında övgü dolu sözler söylemesi (Nesâyimü’l-mahabbe, s. 437) onun Orta Asya Türk dünyasında önemli bir kişilik olduğunu göstermektedir.

Nesîmî şairlik gücünü fikirlerini yaymak için kullandı. “Tanrı’nın insan yüzünde tecelli etmesi” ve “vücudun bütün organlarını harflerle izah” gibi fikirleri Sünnî çevrelerde tepkiyle karşılandı. Halep ulemâsı onun ulûhiyyet iddia ettiğini, görüşlerinin İslâm’a aykırı olduğunu ileri sürerek öldürülmesi için fetva verdi. Bu fetva, Memlük Sultanı el-Melikü’l-Müeyyed Şeyh el-Mahmûdî’nin onayını alan saltanat nâibi Emîr Yeşbek tarafından boynu vurulup derisi yüzülmek suretiyle uygulandı. Kabri Halep’te kendi adıyla anılan bir tekkede bulunmaktadır.

Nesîmî ilâhî sıfatlara sahip olan insanın kutsallığının, saygınlığının ve özgürlüğünün korunması gerektiğini söylemiş, inandıklarını ve gerçekleştirmek istediklerini Hurûfîlik’te bulmuştur. Ona göre insan, varlık güzelliğinin aynasıdır. Onu korumak, ona saygı göstermek bu güzelliğin korunması demektir. Çünkü Tanrı insan yüzünde görülür. Nesîmî’ye göre insan ceset ve ruhtan ibaret olmasına rağmen aslında daha yüce bir varlıktır. Nesîmî’nin seyyid olması ve Alevî-Bektaşîler’in yedi büyük şairinden biri kabul edilmesi kendisine çeşitli yerlerde mezar izâfe edilmesine yol açmıştır. Ayrıca Nesîmî bu çevrelerde şehit ve mazlum bir velî olarak çok büyük kabul görmüş, hakkında çeşitli menkıbeler oluşmuştur.


Dilinde Âzerî Türkçesi özellikleri ağırlıklı olsa da Nesîmî, Oğuz Türkçesiyle teşekkül etmeye başlayan klasik şiir dilinin kuruluşunda açık, sade ve âhenkli diliyle önemli rol oynayan lirik, samimi ve coşkun şairlerin başında gelir. Nesîmî inanç ve heyecanlarını olduğu gibi şiire dökmekten kendini alamamış, ateşli ve taşkın sözler söylemiş, hayranlığını ifade ettiği Hallâc-ı Mansûr gibi canını feda etmekten kaçınmamıştır. Aynı zamanda divan edebiyatının mazmunlarını klişeleştirmeyi gerçekleştiren ilk şairlerdendir. Ayrıca Âzerî Türkçesi’nin Fuzûlî’den önceki en büyük şairi olarak kabul edilir.


Türk edebiyatında önemli etkisi olan Nesîmî’nin en çok tesirinde kalanlar sûfî şairlerdir. Şiirlerine kendi döneminde ve ölümünden sonra birçok nazîre yazılmıştır.

Nesîmî, Azerbaycan’da doğumunun 600. yılı itibar edilerek 1973’te UNESCO’nun kararıyla anılmıştır.

Eserleri. Divan (Türkçe). Nesîmî’nin çeşitli kütüphanelerde yazma nüshaları bulunan divanı yanında mecmualarda da şiirlerine sıkça rastlanır.





ŞİİRLERİNDEN ÖRNEKLER


Çünki bildin mü’minin kalbinde beytullah var
Niçin izzet etmedin ol evde ki Allah var

Her ne var âdemde var âdemden iste Hakk’ı sen
Olma iblîs-i şakî âdemde sırrulah var

Yılda bir kez hac olursa Ka'be’de ey hâcegân
Gir gönüller Kâ'besine nice bin haccullah var

Zâhidin dilinde zikri var ise çün "lâ ilâhe"
Âşık-ı sâdıkların kalbinde "illallah" var

Pehlivandır şol kişi ki nefsini ıslâh eder
Hep erenler meclisinde ona eyvallah var

Kimseye ta’netme ey dil sırr-ı Hakk’a vâkıf ol
Cümle eşyâ nûr-i Hakk'tır sanma gayrullah var

Kenz-i mahfîdir hakîkat ey Nesîmî ebsem ol
Sırrını fâş etme bu yolda çok gümrâh var





*

Ben melâmet hırkasını kendim geydim eğnime
Âr-ü nâmus şişesini taşa çaldım kime ne

Gâh çıkarım gökyüzüne seyrederim âlemi
Gâh inerim yeryüzüne seyreder âlem beni

Gâh giderim medreseye ders okurum Hak için
Gâh giderim meyhaneye dem çekerim ışk için

Sofular haram demişler ışkımın şarabına
Ben doldurur ben içerim günah benim kime ne

Sofular secde ederler mescidin mihrabına
Benim ol dost eşiğidir secdegâhım kime ne

Nesîmî’ye sordular kim yârin ile hoş musun?
Hoş olam yâ olmayayım ol yâr benim kime ne












HACI BAYRÂM-I VELÎ
(1352? -1430)


Bayramiyye tarikatının kurucusu, yalnız Ankara’nın değil, Türk tasavvuf tarihinin en büyük ve en önemli şahsiyetlerinden biri Hacı Bayram-ı Veli, 15.yüzyılda Anadolu coğrafyasında birliğin yeniden sağlanmasında en az politik ve askeri güçler kadar etkili olan Anadolu sufilerinin en önemlilerindendir. Ankara’nın Çubuk çayı kenarındaki Solfasol köyünde Numan bin Ahmed, adıyla dünyaya gelmiştir. Doğum tarihi kesin olmamakla birlikte kaynaklarda H.753/M.1352–53 yılları olarak belirtilir.

Hacı Bayram-ı Veli çocukluk yıllarından itibaren ilim tahsiline başlayıp din ve fen ilimlerinde yetişti; tefsir, fıkıh, hadis, matematik, felsefe, Arapça, Farsça, edebiyat gibi çeşitli dersleri okudu. Hacı Bayram-ı Veli öğrencilik hayatından sonra Ankara’da Melike Hatun isimli bir hayırseverin yaptırdığı Kara Medrese’de müderrislik yaptı. İlmi ve talebe yetiştirmekteki mahareti ile kısa zamanda tanındı. Herkes tarafından sevilip hürmet gösterildi.

Hacı Bayram-ı Veli, daha sonra zamanın ünlü din bilgini olan Ebu Hamidüddin Aksarayî (Somuncu Baba) tarafından Kayseri’ye davet edildi. Bir Halveti şeyhi olan Ebu Hamidüddin ile karşılaşması ilk defa bir Kurban Bayramı günü olduğu için şeyh kendisine Bayram adını verir. Bugünden sonra Numan ismi yerine Bayram ismini kullandı. Bu ziyaret esnasında Ebu Hamidüddin Hacı Bayram-ı Veli’ye zahir ilminin ve batın ilminin derecelerini ve geleceğini manevi yolla kendisine göstererek ikisi arasında bir seçim yapmasını söyler ve kendisini tasavvuf yoluna girmeye, bu yolda öğrencisi olmaya davet eder. Hacı Bayram-ı Veli bu daveti kabul eder ve tasavvuf eğitimine Ebu Hamidüddin nezaretinde başlar.

Ardından kesin tarihi bilinmemekle birlikte (muhtemelen 1394) şeyhi ile birlikte Bursa’ya gider ve orada Çelebi Sultan Mehmet (Yeşil Medrese) medresesinde de müderrislik yapar. 1400 yılında şeyhi ile Bursa’dan ayrılan Hacı Bayram-ı Veli, üç yıl süren Şam, Mekke ve Medine’yi kapsayan hac yolculuğuna çıkarlar. Geri döndüklerinde Ebu Hamidüddin Hazretleri çok yaşlanmıştır ve manevi emanetini Hacı Bayram-ı Veli’ye bırakarak 20 Eylül 1412 tarihinde Aksaray’da vefat eder.

Hacı Bayram-ı Veli daha sonra Ankara’ya döner. Artık yalnızca müderris değil, Hamidüddin Aksarayî’nin halifesi ve kendi adıyla anılan Bayramilik tarikatının şeyhidir. Tarikatın eğitiminin yapılması için tekke adı verilen binalara ihtiyaç vardır. Bu tekkeler yenilip içilen, yatılan, ibadet edilen yerlerdir. Yapılan danışmalar sonucunda bugünkü Ulus meydanında yüksekçe bir tepe olan Augustus mabedine bitişik şekilde 1415 senesinde Bayramilik tarikatı tekkesinin inşaatına başlanır. Bu tekkenin ilk imamı Hacı Bayram-ı Veli’nin öğrencisi ve gelecekteki damadı Eşrefoğlu Rumi’dir. Bayramilik, Hacı Bayram-ı Veli’nin müderrisliği ve eğitim metodunu güzel uygulaması sonucu kısa zamanda büyük kitlelere yayılır. Bu esnada Akşemseddin de Ankara’ya gelir Hacı Bayram-ı Veli’nin öğrencisi olur.

Bayramilik yaygınlaşırken, Edirne’de Sultan II. Murad Han 1421 yılında tahta geçer. Bu tarikatın çok yaygınlaşması kimi çevrelerde korku ve kuşku uyandırır ve Hacı Bayram-ı Veli Sultan II. Murad’a şikâyet edilir. Yakın geçmişte yaşanmış Şeyh Bedrettin isyanı ile kurulan hayali bağlantılar ve spekülatif benzerliklerle de kışkırtmalar yapılır. Sonuçta Hacı Bayram-ı Veli, II. Murad Han tarafından Edirne’ye davet edilir. Hacı Bayram-ı Veli öğrencisi Akşemseddin’i de yanına alarak Edirne yolculuğuna çıkar. Bu yolculuk esnasında Gelibolu’ya uğrar ve burada Yazıcıoğlu Ahmet ve Muhammed kardeşlerle görüşür onları tasavvufi yola sokar.


Sultan daha ilk görüşte Hacı Bayram-ı Veli’den etkilenir ve ihbarın asılsız olduğu anlaşılır. Sultan ve vezirlerle görüşen Hacı Bayram-ı Veli onlara çeşitli tavsiye ve telkinlerde bulunur. Yaklaşık iki ay Edirne’de kalır ve bu esnada Edirne Eski Camiinde halka va’z eder. Hacı Bayram-ı Veli ‘den çok etkilenen Sultan bu büyük veliyi saygı ve sevgi içinde Ankara’ya uğurlar, Ona olan sevgisi sebebiyle müritlerini vergiden affeder. Hacı Bayram-ı Veli 1430 yılında halife olarak Akşemseddin ve Bıçakçı Ömer’i bırakarak Ankara’da vefat eder.

Hacı Bayram-ı Veli her şeyden önce bilim ve tasavvufu birleştirmeyi başarmış bir sufidir. İslamiyeti ilmî açıdan ele alarak iyice anlamış, önce müderris(profesör) olarak medresede öğrenci yetiştirmiş sonra da tasavvuf hayatına adımını atmıştır. Tasavvuf öğretisi bakımından kendinden öncekilere göre bir yenilik getirmemiştir. Ancak mutasavvıf olarak dünyayı ret ve terk yerine, onu imara yönelmiş, etrafındakileri de teşvik etmiştir. Hacı Bayram-ı Veli’nin bu yanı devrine göre çok ileri görüşü simgeler.

Hacı Bayram-ı Veli’nin etrafında okuma yazma bilmeyenler ve o devrin her çeşit meslek gruplarından insanlar bulunduğu gibi başta Akşemseddin olmak üzere Germiyanoğlu Şeyhi, Eşrefoğlu Rumi, Ahmed Bican, Yazıcıoğlu Muhammed gibi bilim adamları da bulunuyordu. Bu kadar farklı kültür gruplarını aynı potada eritmesi de büyük bir başarıdır.


Müritlerini el emeği ile geçinmeye yani toprağı işlemeye ve el sanatlarına yönlendirmiştir. Kısacası herkese çalışma tavsiyesinde bulunmuş kendisi de buğday, arpa, burçak yetiştirerek onlara yaşayan örnek olmuştur. Bu şekilde müritlerini toprağa bağlı yaşamaya teşvik ederek Anadolu’ya Orta Asya’dan gelen Türk göçerlerin yerleşik hayata geçmesini sağlamış Anadolu’da kalıcı birliğin sağlanmasında ve Osmanlı Devleti’nin medeniyet yolunda aşama kaydetmesinde önemli rol oynamıştır.

Hacı Bayram-ı Veli’nin koyduğu imece usulü, yani hasadı bütün köylülerin katılımı ile ortaklaşa toplama yöntemi bugün bile hâlâ Anadolu’da uygulanmaktadır. Anadolu’da ondan başka aynı etkiyi sağlamış bir mutasavvıf gösterilemez.

Hacı Bayram-ı Veli ‘ye göre toplum iki ana kesime ayrılır. Zenginler ve yoksullar. Bu iki grubun arasında köprü kurulması ve yoksulların sosyoekonomik güvenliğinin sağlanması görevini yaşadığı dönemde Hacı Bayram-ı Veli gerçekleştirmiştir. Mübarek aylarda müritleriyle beraber Ankara’nın ticari merkezlerinde dolaşır, dükkân sahiplerinden isteyenler zekât ve sadakalarını dervişlerin taşıdığı büyük bir torba içine atarlardı. Bu paralar bir yardım sandığında toplanır kimsesiz yaşlılara, dul bayanlara, öksüzlere, evlenemeyecek kadar fakir genç kızlara ve erkeklere, kitap alamayacak kadar fakir öğrencilere kısacası tüm ihtiyaç sahiplerine dağıtılırdı.

Hacı Bayram-ı Veli’nin güzel âdetlerinden biri de tekkesinde sürekli bir kazan kaynatmasıdır ki bu âdet kök olarak Orta Asya tasavvuf geleneğine Hoca Ahmet Yesevi’ye dayanır. Tekkesindeki bu kazanda sürekli gece gündüz burçak çorbası kaynar; gelen geçen, zengin fakir, büyük küçük, kadın erkek herkes bu çorbadan içerdi.

Hacı Bayram Camii tekkesinde her gün sabah ve yatsıdan sonra zikir meclisleri kurulur, öğle namazından önce ve sonra başta müritler olmak üzere her gruptan insana tefsir, fıkıh, hadis, kelam hatta felsefi ağırlıklı tasavvuf dersleri verilir; bu şekilde toplumun eğitimi de gerçekleştirilirdi.


Hacı Bayram-ı Veli Anadolu’da dil ve kültür birliğinin sağlanması için Türkçe eserler yazılmasında etkili olmuş, kendisi de halkın anlayacağı dilden, Ahmet Yesevi geleneğine uygun olarak şiirler yazmıştır. Devrinde Arapça ve Farsça eser vermek revaçta iken, Hacı Bayram-ı Veli’nin halk ile diyalog kurabileceği Türkçeyi tercih etmesi belli bir misyona delalet eder. Türkçecilik akımı müritlerini de etkilemiş bu sufiler özellikle Türkçe eserler vermişlerdir. Yazıcıoğlu Muhammed, Ahmet Bican, Eşrefoğlu Rumi gibi öğrencilerinin Envarü-l Âşıkîn, Muhammediye, Müzekki’n-Nüfûs gibi eserleri Anadolu’da yıllarca kolaylıkla okunmuş, halkın elinden düşmemiştir.




















ŞİİRLERİNDEN ÖRNEKLER


Bilmek istersen seni
Can içre ara canı
Geç canından bul anı
Sen seni bil, sen seni

Kim bildi ef’âlini
Ol bildi sıfatını
Anda gördü zatını
Sen seni bil, sen seni

Görünen sıfatındır
Anı gören zatındır
Gayrı ne hacetindir
Sen seni bil, sen seni

Kim ki hayrete vardı
Nura müstağrak oldu
Tevhid-i zâtı buldu
Sen seni bil, sen seni

BAYRAM özünü bildi
Bileni anda buldu
Bulan ol kendi oldu
Sen seni bil, sen seni


*
N’oldu bu gönlüm n’oldu bu gönlüm
Derd ü gamınla doldu bu gönlüm

Yandı bu gönlüm, yandı bu gönlüm
Yanmada derman buldu bu gönlüm

Gerçi ki yandı gerçeğe yandı
Rengine aşkın cümle boyandı

Kendü de buldu kendünde buldu
Matlabını hoş buldu bu gönlüm

El-fakru fahri el-fakru fahri
Demedi mi âlemlerin Fahri

Fakrını zikret fakrını zikret
Mahv u fenada buldu bu gönlüm

Sevda-yı a’zam sevda-yı a’zam
Bana k’oluptur arş-ı muazzam

Mesken-i canan mesken-i canan
Olsa acep mi şimdi bu gönlüm

Bayramî imdi bayramı imdi
Yar ile bayram eyledi şimdi

Hamd ü senalar hamd ü senalar
Yar ile bayram etti bu gönlüm

*

Çalabım bir şar yaratmış
İki cihan arasında
Bakıcak Didar görünür
Ol şarın kenaresinde


Nagihan bir şara vardım
Anı ben yapılır gördüm
Ben dahi bile yapıldım
Taş ve toprak arasında


Şakirtleri taş yonarlar
Yonup üstada sunarlar
Mevla’nın adın anarlar
Taşın her paresinde

Ol şardan oklar atılır
Gelür sineme batılır
Âşıklar canı satılır
Ol şarın bazaresinde

Şar dedikleri gönüldür
Ne âlimdür ne cahildür
Âşıklar kanı sebildür
Ol şarın kenaresinde


Bu sözümü arif anlar
Cahiller bilmeyüp tanlar
Hacı Bayram kendi banlar
Ol şarın minaresinde
























EŞREFOĞLU RÛMÎ
(1377? -1469?)




Kādîriyye tarikatının Eşrefiyye kolunun kurucusu, mutasavvıf- şair. Asıl adı Abdullah, babasının adı Ahmed Eşref’tir. İbnü’l-Eşref, Eşrefzâde, Eşref-i Rûmî, Abdullah İznikî ve Abdullah-ı Rûmî adlarıyla da tanınmıştır. Orhan Köprülü’nün özel kütüphanesinde bulunan bir Menâkıb-ı Eşrefzâde nüshasının arkasında yer alan başka küçük bir menâkıbnâmede doğum tarihi 779 (1377) olarak kaydedilmiştir.

Eşrefoğlu’nun çocukluğu ve gençlik yılları İznik’te ailesinin yanında, büyük bir ihtimalle daha çok onların tâlim ve terbiyesi altında geçti. Daha sonra ileri bir yaşta Bursa’ya giderek buradaki Çelebi Sultan Mehmed Medresesi’nde tahsile başladı. Eşrefoğlu gördüğü bir rüya üzerine medreseyi ve ilim yolunu terk eder. Abdal Mehmed adlı bir meczup kendisine bâtınî ilimlerden nasibi olduğunu söyleyince Emîr Sultan’a başvurur. Emîr Sultan ihtiyarlığından söz ederek onu dervişlik ve tasavvuf yolunda ileri bir merhaleye ulaştıracak olan Hacı Bayrâm-ı Velî’ye gönderir. Bunun üzerine Ankara’ya giden Eşrefoğlu, Hacı Bayrâm-ı Velî Dergâhı’nda on bir yıl kadar riyâzet ve mücâhede ile en ağır hizmetlerde çalıştırılır. Hacı Bayrâm-ı Velî kabiliyetli dervişinin belli bir merhaleyi aşmış olduğuna kanaat getirerek onu önce dergâha imam, sonra da kızı Hayrünnisâ ile evlendirerek kendisine damat yapar. Ayrıca ona icâzet vererek Bayramiyye tarikatını temsil etmek üzere İznik’e halife tayin eder.

Eşrefoğlu İznik’e dönünce halkı irşattan ziyade kendi iç dünyasına çekilir. Bir müddet sonra ulaşmış olduğu halin zevkleriyle yetinmeyerek daha ileriye varma arzusuyla tekrar Hacı Bayrâm-ı Velî’ye başvurur. Rivayete göre Hacı Bayrâm-ı Velî’ye, “Seyrü sülûkün tamamı şimdiki makamımız mıdır, yoksa daha var mıdır?” diye sorunca Hacı Bayrâm-ı Velî, “Bir velînin bin sene ömrü olsa, envâ-ı mücâhedât ve riyâzet eylese henüz enbiyâdan bir nebînin kademi vardığı yere velînin başı varmak muhaldir.” cevabını verir (Abdullah Veliyyüddin Bursevî, Menâkıb-ı Eşrefzâde, vr. 4a). Hacı Bayrâm-ı Velî damadını dinledikten sonra onu seyrü sülûkte daha ileri bir merhaleye ulaştırması için Suriye’nin Hama kasabasında oturan Abdülkādir-i Geylânî’nin beşinci göbekten torunu Şeyh Hüseyin el-Hamevî’nin yanına gönderir. Bunun üzerine İznik’e geri dönen Eşrefoğlu derhal erbaîne girer ve bu sırada gördüğü rüyaları yazarak yanında hanımı ve kızı olduğu halde uzun ve çileli bir yolculuğa çıkar. Anadolu’yu bir baştan bir başa yaya olarak aşan Eşrefoğlu Hama’ya varır varmaz Hüseyin el-Hamevî’ye intisap eder ve şeyhi tarafından erbaînde gördüğü rüyaların yazılı olduğu kâğıda bakılarak âdeta ayağının tozuyla tekrar erbaîne sokulur. Eşrefoğlu kırk gün içinde çilesini tamamlar ve Kādirî hilâfetnâmesi alarak İznik’e geri döner.

Eşrefoğlu İznik’e döndükten sonra bir süre yine uzlet halinde yaşamaya devam eder. Bir müddet sonra İznik’te kurduğu dergâhında irşada başlar, tarikatı kısa zamanda yayılır. Menâkıb-ı Eşrefzâde’ye göre 874’te (1469- 70) muhtemelen 100 yaşlarında İznik’te vefat eder ve daha sonraları camiye çevrilen dergâhın hazîresine defnedilir. Kādiriler arasında Abdülkādir-i Geylânî’den sonra tarikatın ikinci pîri sayılan Eşrefoğlu Rûmî daha hayatta iken büyük bir velî kabul edilmiştir. Evliya Çelebi, Eşrefoğlu’nun içinde medfun bulunduğu İznik’teki cami ve dergâhtan da bahsederek ondan “yetmiş bin müride mâlik bir pîşvâ-yı âşıkân” diye söz etmektedir. O sırada Osmanlı tahtında oturan Fâtih Sultan Mehmed’in hanımı Mükerreme Sultan’ın (Menâkıb-ı Eşrefzâde’de Fâtih’in annesi olarak geçiyor) dilindeki bir yarayı tedavi etmesi için kendisine başvurulan Eşrefoğlu, davetin birkaç defa tekrarlanması üzerine İstanbul’a giderek hastayı tedavi etmiştir. Yine Menâkıb-ı Eşrefzâde’de, Eşrefoğlu’nun İznik’e döndükten sonra padişahın onun arkasından tebdili kıyafetle gelerek kendisini dervişliğe kabul etmesi için ısrar ettiği, Eşrefoğlu’nun ise uzun nasihatlerden sonra padişahı İstanbul’a geri dönmeye razı edebildiği rivayeti de yer almaktadır. Fâtih Sultan Mehmed’in sadrazamı Mahmud Paşa’nın da Eşrefoğlu’nun müritleri arasında bulunduğu, hatta Fâtih tarafından Yedikule Zindanı’na hapsedildiği zaman duasıyla padişahın gazabını hafifletmesi için adamlarından birini Eşrefoğlu’na gönderdiği nakledilmektedir (Menâkıb-ı Mahmûd Pâşâ-yı Velî, s. 22-24).

Eşrefoğlu’nun edebî şahsiyeti tasavvufî inançları doğrultusunda gelişip şekillenmiştir. Şiirlerinde daha çok Yunus Emre tesiri hâkim olmakla beraber kendine has söyleyişlerin bulunduğu manzumelerinin sayısı da az değildir. Hece ve aruz veznini başarıyla kullanmış, lirik şiirler yanında didaktik manzumeler de yazmıştır. Şiirlerinde bilhassa tasavvufî remizlere büyük ölçüde yer vermiş, bu çerçevede yeni mazmunlar oluşturmuştur. Yer yer halk deyişlerine ve atasözlerine mal olmuş âyet meâllerine de yer verdiği şiirleri tekke edebiyatının muhteva bakımından en samimi örnekleri arasında yer alır. Şiirlerin bazıları vahdet-i vücûd neşvesiyle yazılmıştır.

Genellikle ilâhî aşkı terennüm ettiği şiirlerinin bir kısmı bestelenmiştir.

Eserleri:

1. Divan. Yirmiden fazla nüshası tespit edilmiş olup bunlardaki şiir sayısı birbirinden farklıdır. Divan eski harflerle birkaç defa yayımlanmış (İstanbul 1286, 1301, 1307), yeni harflerle de Eşrefoğlu Rûmî’nin hayatı ve şahsiyetiyle ilgili geniş bir inceleme ile birlikte Âsaf Halet Çelebi tarafından neşredilmiş (İstanbul 1944), bunu daha sonraki baskılar takip etmiştir (1967, 1972).

2. Müzekki’n-nüfûs. Anadolu’da XIII. yüzyıldan beri gelişen tasavvuf cereyanının en önemli eserlerinden biridir. Eşrefoğlu kitabın mukaddimesinde eserini halkı doğru yola sevk etmek için bilhassa Türkçe olarak yazdığını belirtir. Eşrefoğlu Rûmî özellikle bu eseriyle, Orta Asya’dan gelip Anadolu topraklarını yurt edinen Türklerin tasavvufî ahlâkı benimsemesinde asırlar boyunca önemli bir rol oynamıştır. Çeşitli kütüphanelerde pek çok yazma nüshası bulunan Müzekki’n-nüfûs eski ve yeni harflerle birçok defa basılmıştır (İstanbul 1269, 1281, 1298, 1322, 1966, 1968, 1977).

3. Tarîkatnâme. Eserde daha çok tarikat âdâbıyla müellifin Ehl-i beyt’e olan muhabbet ve bağlılığı anlatılmakta, Hz. Ali’nin üstünlüğünü gösteren delillere yer verilmektedir.

ŞİİRLERİNDEN ÖRNEKLER

Ey Allah’ım beni senden ayırma
Beni senin didarından ayırma

Seni sevmek benim dinim imanım
İlahi din ü imandan ayırma

Sararuben solup döndüm hazana
İlahi hazanımı daldan ayırma

Şeyhim güldür ben anın yaprağıyam
İlahi yaprağım gülden ayırma

Ben ol Dost bahçesinin bülbülüyem
İlahi bülbülüm gülden ayırma

Balığın canını suda dediler
İlahi balığım gölden ayırma

Eşrefoğlu senin kemter kulundur
İlahi kulu sultandan ayırma


*
Cihanı hiçe satmaktır adı aşk
Döküp varlığı gitmektir adı aşk

Elinde sükkeri ayruğa sunup
Ağuyu kendi yutmaktır adı aşk

Bela yağmur gibi gökten yağarsa
Başını ona tutmaktır adı aşk

Bu âlem sanki oddan bir denizdir
Ana kendini atmaktır adı aşk

Var Eşrefoğlu Rumi bil hakikat
Vücudu fani etmektir adı aşk

*
Bu dünyaya verme gönül
Dünya sana kalır değil
Dünya seven dost katına
Yüz akıyla varur değil

Bu dünyanın muhabbeti
Şol ağulu bal gibidir
Ağusun bilen ol bala
Parmağını banar değil

Bu dünyanın zehri katı
Cana erer mazarratı
Zehrini bilmeyen bunun
Kendüyü sakınur değil

Bu dünyayı derip yığma
Âhir koyup gitsen gerek
Koyup gideceğin sanan
Dünyayı devşürür değil

Ol Hak Habibi Mustafa
Bu dünyaya cife dedi
Ol kim ussu olan kişi
Cifeye aldanur değil

Eşrefoğlu Rumi sen de
Eğer Şah’a mahrem isen
Himmetin gözüne kevneyn
Zerre denlü gelür değil


*
Her kimin kim aşkı yok hayvandürür
Gerçi kim surette ol insandürür

Aşksızın gönlü daracık söyleme
Zemheri şiveli bir nadandürür

Âşıkın gönlü müdam kaynar taşar
Taşra atar dürlerin ummandürür

Aşksızın her bir sözü bir ok gibi
Dokunur sanki katı yaydandürür

Aşıkın cünbüşleri tatlı şirin
Her duası dertlere dermandürür

Aşksızın yeri cehennem esfeli
Sekiz uçmak âşıka meydandürür

Gerçi âşık sureta miskin fakir
İlle manada ulu sultandürür

Her kimin kim aşkı var cahil değil
Zira her müşkil ana asandürür

Eşrefoğlu Rumi'nin her bir sözü
Aşk ile bir bahr-i bi-payandürür
*
Tecelli şevki didarın
Beni mest eyledi hayran
"Ene’l-hak" sırrını canım
Anınçün kılmazam pinhan


Sanırsın Eşrefoğlu'yam
Ne Rumi'yem ne İzniki
Benem ol daim ü baki
Göründüm sureta insan

*

Eya gafil aç gözünü bir bak bu dünya hâline
Hiç kimse geldi mi bunda düşmedi ecel eline

Niceleri sultan edip tahta çıkardı bir zaman
Âhir yere vurdu anı irgürmedi visaline

Şol dünyaya benim diyen atlar binip harir giyen
Kara toprak olup yatır kimse bilmez ki hali ne

Eşrefoğlu Rumi sen de âhir toprak olısarsın
Toprak olmadan toprak ol aldanma anın âline


































KAYGUSUZ ABDAL
(ö. 848/1444 [?])



XIV. yüzyılın ikinci yarısında doğdu. Hayatına dair kaynaklarda bilgi yoktur. Hakkında bilinenler, ölümünden muhtemelen bir buçuk asır sonra kaleme alınan anonim menâkıbnâmesiyle eserlerindeki bazı ipuçlarından hareket ederek yapılan yorumlara dayanmaktadır. Menâkıbnâmeye göre Alâiye (Alanya) sancağı beyinin oğlu olup adı Gaybî’dir. İyi bir tahsil gören, döneminde geçerli bütün ilimleri öğrenen Gaybî aynı zamanda pehlivandı; ata binmede, ok atmada, kılıç kullanmada eşi yoktu. Ava çıkar, av hayvanları elinden kurtulamazdı. Bir av sırasında vurduğu bir geyiğin peşine takılan Gaybî, geyiğin gidip Elmalı’da Abdal Mûsâ’nın dergâhına girdiğini görür. Dervişlere geyiği sorar, onlar da görmediklerini söylerler. Konuşmaları duyan Abdal Mûsâ onu huzuruna çağırtır. Gaybî şeyhin huzuruna çıkınca bir geyik vurduğunu, geyiğin kaçıp buraya geldiğini belirtir. Abdal Mûsâ, “Attığın oku tanır mısın?” deyince “evet” cevabını verir, bunun üzerine şeyh kolunu yukarıya kaldırır. Gaybî, attığı okun Abdal Mûsâ’nın koltuğuna saplanmış olduğunu görür ve şeyhin müridi olmaya karar verir. Durumu öğrenen babası, Teke beyinin de yardımıyla Abdal Mûsâ’nın üzerine yürür. Abdal Mûsâ müritleriyle ona karşı çıkar ve gösterdiği kerametler sayesinde Teke beyini öldürür. Bundan sonra babasının da rızasını alarak Abdal Mûsâ’ya intisap eden Gaybî’ye şeyhi Kaygusuz mahlasını verir.

Kahire Kaygusuz Sultan (Kasrü’l-ayn) Bektaşî Dergâhı’nın son şeyhi Ahmed Sırrı Baba, Kaygusuz’un Mısır’a ilk defa 791 (1389) yılında el-Melikü’s-Sâlih Hâccî döneminde geldiğini, 796’da (1394) hacca gittiğini, Necef ve Kerbelâ’yı ziyaret ederek 799’da (1397) Kahire’ye döndüğünü, 806’dan (1403-1404) itibaren kendisi için inşa edilen Kasrü’l-ayn Dergâhı’nda irşat faaliyetinde bulunduğunu ve 848’de (1444) vefat ettiğini kaydeder (er-Risâletü’l-Aĥmediyye, s. 6).

Kaygusuz Abdal’ın şiirlerinde adı geçen Murad Han’ın II. Murad, İshak Bey’in II. Murad devrinde Üsküp sancak beyi olan Semendire fâtihi Gazi İshak Bey, İbn Fenâî’nin de aynı dönemde şeyhülislâmlık yapan Molla Fenârî olduğu ve yine bu şiirlerde yer alan Bursa, Edirne, Sofya, Manastır, Filibe gibi yer adlarından onun Anadolu’dan Rumeli’ye geldiği ve bir süre Rumeli’de yaşadığı şeklindeki yorum genel olarak kabul görmüştür.

Yûnus Emre’nin ilk takipçilerinden olan Kaygusuz Abdal, genellikle antolojilerde yer alan hece vezniyle yazılmış şathiye türü şiirleriyle tanınmıştır. Fakat onun heceyle olan şiirlerinin bütün şiirlerinin ancak beşte birini teşkil ettiği, diğerlerinin aruzla yazılmış olduğu tespit edilmiştir. Aruzla olan şiirlerinde tasavvuf esaslarını anlatan Kaygusuz Abdal’ın halk edebiyatının koşma nazım türüyle kaleme aldığı, konuları bakımından ilâhi, nutuk, şathiye vb. şeklinde sınıflandırılabilecek şiirleri arasında en orijinalleri son iki grubu oluşturanlardır. Kaygusuz’un bu şiirlerinde hayata bağlılık ve mutluluk özlemi ön plandadır. Zengin çağrışımlar ve hayal dünyası şairi anlamı geri plana iten, neredeyse anlamsız, gerçek üstücü ve modern denilebilecek bir şiir dünyasına götürür. Kaygusuz Abdal’ın şiirlerinde bir tasavvuf şairinde rastlanması pek mümkün olmayan dünya ve eşya tasvirleri dikkat çeker. Karı dırdırından usanmak, bitten, pireden, sinekten yakınmak, kaba sofulardan kaçmak, iyi yemekler yemek, kırlarda, akarsu kıyılarında, bağlarda gezinmek, hayatın her türlü imkânından yararlanmayı arzu etmek işlediği başlıca konulardır. Şiirlerinde ince alaylarla okuyucunun dikkatini çekmek istediği görülmektedir. Şairin yemek kültürüyle ilgili şiirleri Orhan Şaik Gökyay tarafından yayımlanmıştır. Kaygusuz’un şiirleri atasözleri ve deyimlerle dolu olup Arapça ve Farsça tamlamalardan uzaktır. Bu özellik kısa, yer yer devrik cümlelerle kurulu mensur eserlerinde de görülür. Onun mensur eserleri de şiirleri kadar güzel ve Türk dili açısından önemlidir.



Eserleri

1. Budalanâme: “Bu kitaba delîl-i büdelâ ve defter-i âşık ve siyer-i sâdık derler” ifadesiyle başlayan eserin adı yazma nüshalarının çoğunda Budalanâme şeklinde kaydedilmiştir. Akl-ı maâşın gözünün dünyada ve âhirette kör olduğunu, onunla Allah’ın bilinemeyeceğini söyleyerek esere başlayan Kaygusuz Abdal yerle gök arasında iki direkli bir şehir (insan) bulunduğunu, bu şehre girmeyen kişinin Allah’ın sırrından bir şey anlayamayacağını belirttikten sonra bu ilmin akl-ı meâd ile bilineceğini, bu ilme “mantıku’t-tayr” denildiğini, onu ancak Süleyman’ın, Attâr’ın ve gönül gözü açık âriflerin bileceğini vurgulayarak çeşitli tasavvufî konuları anlatmaya başlar.

2. Kitâb-ı Miglâte: “İsabet kaydeden ok” anlamına gelen miglâte kelimesi bazı nüshalarda “birini yanıltmak için söylenen söz” mânasında “maslata” şeklinde kaydedilmiştir. Bir dervişin rüyaları üzerine kurulan eser Budalanâme’nin sonunda anlatılan rüya ile başlar. Derviş rüyasındaki şeyhin şeytan olduğunu anlayınca ondan kaçar. Bir başka rüyasında aşk pazarına girer, buranın sultanının Hz. Peygamber olduğunu görür. Allah’ın bu cihanı yaratmak istediğinde önce Hz. Muhammed’in nurunu ve ruhunu, onun nurundan da Hz. Ali’nin nurunu ve ruhunu yarattığını, ikisinin nurunu bir kandile koyduğunu, bütün âlemlerin bu nurun yanmasıyla vücut bulduğunu ileri sürer.

3. Vücudnâme: Mü’minûn sûresinin insanın ana rahmine düşmesinden bahseden 12-14. âyetleriyle başlayan eserde yedi gezegenin, on iki burcun, insanın zâhirî ve bâtınî duygularının, ruhun, nefsin, dört büyük meleğin, nâsût, melekût, ceberût ve lâhût âlemlerinin, on sekiz bin âlemin hakikatleri kısa tanımlarla anlatılmış, âdem (insan) adlı bu şehri bilmek isteyenin insân-ı kâmile başvurması gerektiği belirtilmiştir.

4. Dilgüşâ: Mesnevi tarzında 168 beyitlik bir şiirle başlayıp mensur olarak devam eden eserde yer yer Farsça metinlere de rastlanmaktadır. Tasavvuftaki devir görüşünün ve vahdet-i vücûdun anlatıldığı kitabın sonunda Kaygusuz nefsi bilme konusunda birkaç söz söylediğini, âlim ve velî olmadığını, ibadet ve keramet bilmediğini ifade eder.

5. Saraynâme: Kaygusuz, manzum ve mensur karışık bir girişten sonra bu cihanın bir saray olduğunu söyler ve cihanı sembolik ifadelerle tasvir eder.

6. Divan: Kaygusuz Abdal’ın mürettep bir divanı yoktur. Çeşitli eserleri ihtiva eden Marburg nüshasında 130’un üzerinde şiiri bulunmaktadır. Türkiye kütüphanelerinde yer alan Kaygusuz Abdal’a ait yazmalardaki şiirler bu nüshadakilerle karşılaştırılmadığından şiirlerinin kesin sayısını söylemek mümkün değildir. Menâkıbnâmesinin içinde yer alan seksen dokuz beyitlik “Dolabnâme”, yetmiş beyitlik “Gevhernâme”, elli sekiz beyitlik “Minbernâme” ve on beş kıtadan oluşan “Salatnâme” adlı manzumeleriyle iki terciibend, iki terkibibend ve iki müstezadın da divan içinde değerlendirilmesiyle oldukça hacimli bir divan elde edilmektedir.

7. Gülistan: Marburg nüshasının sonunda 3700 beyit olduğu kaydedilen eserin baş tarafı eksik olup 2140 beyit ihtiva etmektedir. Ankara Millî Kütüphane’deki yazmalardan ikincisinde 1560, üçüncüsünde 2204 beyit bulunmaktadır. Bu durumda eserin tam bir nüshasına ulaşılamadığı anlaşılmaktadır. Ahadiyyet mertebesinin anlatılmasıyla başlayıp eserin girişinde devir görüşü işlenmekte, daha sonra çeşitli tasavvufî konulara temas edilmektedir.

8. Mesneviler: Kaygusuz’un eserlerini içeren mecmualarda tasavvufa dair üç hacimli mesnevisi yer almaktadır. 1017 beyitlik ilk mesnevide vahdete dair konulara temas edilir. Bir mürşide bağlanmanın gereği vurgulanır. Yemek adlarının geçtiği bölüm dikkat çekmektedir. Daha sonra şair tekrar vahdet-i vücûda dair meselelere döner. “Küçük mesnevi” adıyla kaydedilen ikinci mesnevi 338, üçüncü mesnevisi ise 367 beyitten meydana gelir.


ŞİİRLERİNDEN ÖRNEKLER


Bu âdem dedikleri
El ayakla baş değil,
Âdem manaya derler
Suret ile kaş değil.

Gerçi et ü deridir
Cümlenin serveridir.
Hakk'ın kudret sırrıdır
Gayra bakmak hoş değil.

Âdem mana-yı mutlak
Âdemdedür nutk-ı Hak
Âdem'den gafil olma
O hayal ya düş değil.

Âdem gerek su gibi
Arı olsa arınsa
Âdem oldur iy hoca
Nefsi de serkeş değil.

Âdemdedür küll-i hâl
İlm ü hikmet güft ü kâl
Âdem katında âlem
Dâne-i haşhaş değil.

Kendü özini bilen
Maksudın bulan kişi
Hakk'ı bilen doğrıdur
Yalancı kalleş değil.

Bu Kaygusuz Abdal'a
Âşık dimen dünyada
Nakş u suret gözedür
Maksudı nakkaş değil.
*
İy özin insan bilen
Var edeb öğren edeb
İy edeb erkân bilen
Var edeb öğren edeb

Edebdür asl-ı tâat
Küllî sıfat cümle zât
Varlığun edebe sat
Var edeb öğren edeb

Gel Hakk'a olma âsi
Ta gide gönlün pası
Dört kitabün ma'nîsî
Var edeb öğren edeb

Gaflet içünden uyan
Edebsüz olma iy can
Edebdür asl-ı imân
Var edeb öğren edeb

Gel Hakk’a ikrâr isen
Âşıklara yâr isen
Yüz suyın ister isen
Var edeb öğren edeb

Edeb gerekdür ere
Ta yolı doğrı vara
Edebsüz olma yire
Var edeb öğren edeb

Edeb gerekdür kula
Ta işi temiz ola
Edebsüz girme yola
Var edeb öğren edeb

Edebdür Hakk'a yakin
Bilür insan Hak hakkın
Edebsüz olma sakın
Var edeb öğren edeb
*
Hacca varan kişinin
Gönül yapmak işidir
Gönül Hakk'ın beytidir
Sakın sen emmareden

Sen özünü bil nesin
Hak sende sen kandesin
Hakk'ı bilmek dilersen
Geç ağ ile kareden

Dünya ahret demegil
Biliş ü yad demegil
Uzak savaşa düşme
Geç kuru sehhareden

Tıfıllayın dembedem
Dambu dumbu söyleme
Mansur'layın olursun
Bilmezsen müdareden

Sen insanı sorarsan
Hak'tan ayrı değildir
Sıfatı zat-ı mutlak
Hırkası çar pareden

Aklına akıl deme
Sözüne delil deme
Çünkü kurtaramazsın
Nefsini emmareden

Kaygusuz'un hüneri
Helva vü biryan yemek
Andan özge hüneri
Umma bu biçareden



*
Eksik avradın kötüsü
Dizini dikib oturur
İşinin kolayın bilmez
Yüzünü yıkıb oturur

Boğaza takmış akiki
Aşına bulmaz kekiği
Yeni donunun söküğü
Dizine takıb oturur

Ayağında meşin mesi
Kolunda gümüşün hası
Soyunmaya elbisesi
Taşraya bakıb oturur

Yata yata karnı şişer
Eşiğin başında işer
Bitler kanatlanmış uçar
Sirkeye bakıb oturur

Eline yakmış kınayı
Ocağa vurmuş tavayı
Suya batırmış kovayı
Akara bakıb oturur

Çocuklar oynar aşığı
Köpekler yur bulaşığı
Karga da kapmış kaşığı
Havaya bakıb oturur

Başa bağlamış emiri
Rençberler sever demiri
Danalar yemiş hamırı
Tekneye bakıb oturur

Kaygusuz aydur atılmaz
Pazara çeksen satılmaz
Soyunup koyna yatılmaz
Bir manda çöküb oturur

*
Sana bir gizli sözüm var
Gel gönüle gir gönüle
Sen senliği elden bırak
Gel gönüle gir gönüle

Bulam dirsen feth-i babın
Kaldur sen senlik hicabın
Bilem dirsen ışk kitabın
Gel gönüle gir gönüle

İlmüne bakup güvenme
Zühdüni görüp aldanma
Bunda cana başa kalma
Gel gönüle gir gönüle

Kaygusuz bu böyle olur
Hakk'a doğru yol kim varur
Bulanlar gönülde bulur
Gel gönüle gir gönüle














PÎR SULTAN ABDAL


XVI. yüzyılın başlarında Sivas’ın Yıldızeli ilçesinin Banaz köyünde doğduğu tahmin edilmektedir.

O ruh girdi bana Haydar dost dedi
Yaradan’dan nasîbini istedi

mısralarından asıl adının Haydar olduğu anlaşılmaktadır. Şair soyunun Horasan’ın Hoy kasabasından geldiğini, “Benim aslım Horasan’dan Hoy’dandır” mısraında belirtir. Ataları muhtemelen Horasan’dan Hoy’a, oradan da Sivas’a göç etmiştir. Şiirlerinde genellikle Pîr Sultan mahlasını kullanmışsa da Pîr Sultan Abdal diye tanınmıştır.

Pîr Sultan Abdal hakkında tarihî kaynaklarda bilgi bulunmamaktadır. Halk arasındaki söylentilere göre çocukluğunda koyun çobanlığı yaparken rüyasında bir elinde bâde, bir elinde elma olan nur yüzlü bir ihtiyar görür, kendisine uzattığı bâdeyi saygıyla içer, elmaya uzandığı sırada ihtiyarın elinin içinde bir ben olduğunu fark eder ve onun Hacı Bektâş-ı Velî olduğunu anlar. Hacı Bektaş ona “Pîr Sultan” mahlasını verir, şöhretinin her tarafa yayılmasını, sazının üstüne saz, sözünün üstüne söz gelmemesini dileyip gözden kaybolur. Şair,

Pîr elinden bâde içtim
Doğdum elinize düştüm
Ak cenneti gördüm geçtim
Hünkâr Hacı Bektaş Velî

dörtlüğünde bu rüyayı dile getirmiştir. Böylece Pîr Sultan Abdal pek çok halk şairi gibi rüyada bâde içme sonucu “bâdeli âşık” olmuştur.

Bu olayın ardından tanınmaya başlayan Pîr Sultan Abdal, Şahkulu’nun Anadolu’da başlattığı yoğun Safevî-Şiî propagandasının etkisinde kalarak bu görüşleri benimser. Osmanlı Devleti’nin Kızılbaş-Râfizî zümrelerine karşı sert önlemler aldığı dönemde düşünce ve inançlarını savunmaya ve yaymaya devam eder. Sonunda, Alevî çevrelerindeki yaygın inanışa göre Sivas Valisi Deli Hızır Paşa’nın emriyle Banaz’dan Sivas’a götürülüp Paşa Kalesi’ne hapsedilir. Hızır Paşa, sorgulama sırasında tâvizsiz bir tutum takınan Pîr Sultan’ı Toprakkale’ye nakleder ve durumu Osmanlı sarayına bildirir. Saraydan gelen emir üzerine bugünkü Sanayi Çarşısı karşısında Kesimevi’nin bulunduğu Surdibi’nde idam edilir. İdam edildiği yer halen “Darağacı” diye anılmaktadır. Mezarı günümüzde mal pazarı olarak kullanılan alandadır. Onun 1589 veya 1590 yılında (Öztelli, Pîr Sultan Abdal, s. 38) yahut Şah Tahmasb-Kanûnî Sultan Süleyman döneminde (Gölpınarlı-Boratav, s. 78) asılmış olabileceği ileri sürülmüştür.


Yürüyüş eyledi Urum üstüne Alay alay gelen gaziler ile
Ali nesli güzel İmam geliyor İmamların öcü alınmalıdır

İstanbul şehrinde ol sahib-i devlet
Tâc-ı devlet ile salınmalıdır

İntizarım güzel Şah’tır
Mülke sahip ola bir gün

Hak’tan inayet olursa Mehdi dedem gelse gerek
Şah Urum’a gele bir gün İntikamın ala bir gün
Çeke sancağı götüre Firenk’ten yessir getire
Şah İstanbul’a otura Horasan’dan sala bir gün


Yukarıdaki mısralarından da anlaşıldığı gibi İran şahının İstanbul’a hâkim olmasını istemesi ve bu doğrultudaki çabalarının onun idamına sebep olduğu söylenebilir.

Pîr Sultan şiirlerinde genellikle Hz. Peygamber, Ali, Hasan ve Hüseyin, on iki imam muhabbetini işlemiştir. Pîr Sultan Abdal, Hz. Ömer’le Osman’ın hiçbir kitapta yeri olmadığını (Kangı kitapta var ol Ömer Osman / Kur’an’da okunan Ali değil mi?) söyleyerek gayrisünnî görüşlere sahip olduğunu açıkça ilân etmiştir.

Ölüm, aşk, dostluk, ayrılık, özlem ve haksızlıklara karşı koyma gibi konuları içeren şiirleri de vardır, ancak bunlar edebî yönden güçlü değildir. Şiirlerini coşkulu bir dille söylemesi ve halkı ilgilendiren konulara yer vermesi, inançlarını tâvizsiz savunması, şiirlerinde konu bütünlüğünün bulunması Pîr Sultan’ın en önemli özellikleridir. Pîr Sultan Abdal, Anadolu Alevîleri’nin yedi büyük şairi arasında yer almış, bunların içinde Hatâî ve Kul Himmet’le birlikte en büyük üç şairden biri kabul edilmiştir.

Pîr Sultan Abdal’ın birçok nefesi Alevî ve Bektaşî âyîn-i cemlerinde okunagelmiştir. “Güzel âşık cevrimizi / Çekemezsin demedim mi”; “Sabahın seherinde cümbüşe geldim / Dağlar yâ Muhammed Ali çağırır” gibi nefesleri Sünnî tekkelerinde de yaygın biçimde okunmuştur.


ŞİİRLERİNDEN ÖRNEKLER


Güzel âşık cevrimizi
Çekemezsin demedim mi
Bu bir rıza lokmasıdır
Yiyemezsin demedim mi

Yemeyenler kalır nâçar
Gözlerinden kanlar saçar
Bu bir demdir gelir geçer
Duyamazsın demedim mi

Pir Sultan Ali şâhımız
Hakk’a ulaşır râhımız
On ik(i) imam katarımız
Uyamazsın demedim mi


*
Kul olayım kalem tutan eline
Kâtip ahvalimi şaha böyle yaz
Şekerler ezeyim şirin diline
Kâtip ahvalimi şah'a böyle yaz

Allah’ı seversen kâtip böyle yaz
Dün ü gün ol şaha eylerim niyaz
Umarım yıkılır şu kanlı Sivas
Kâtip ahvalimi şaha böyle yaz

Sivas illerinde sazım çalınır
Çamlı beller bölük bölük bölünür
Ben dosttan ayrıldım bağrım delinir
Kâtip ahvalimi şaha böyle yaz

Pir Sultan Abdal'ım ey Hızır Paşa
Gör ki neler gelir sağ olan başa
Hasret koydu bizi kavim kardaşa
Kâtip ahvalimi şaha böyle yaz








*
Bin cefâlar etsen almam üstüme
Gayet şirin geldi dillerin dostum
Varıp yâd ellere meyil verirsen
Kış ola bağlana yolların dostum

Pir Sultan Abdal'ım gülüm dermişler
Bu şirin canıma nasıl kıymışlar
İster isem dünya malın vermişler
Sensiz dünya malın neylerim dostum


*
Dağdan kütür kütür hezen indirir
İndirir de ateşlere yandırır
Her evin devliğin öküz döndürür
İreçberler hoşça görün öküzü

Öküzün damını alçacık yapın
Yaş koman altında kuruluk sepin
Koşumdan koşuma gözlerin öpün
İreçberler hoşça görün öküzü

Pir Sultan'ım der ki kaynar coşunca
Tekne hamur kalmaz ekmek pişince
Âdem Ata ök(ü)zün çifte koşunca
İreçberler hoşça görün öküzü

*
Derdim çoktur hangisine yanayım
Yine tazelendi yürek yarası
Ben bu derde kande derman bulayım
Meğer Şah elinden ola çaresi


Pir Sultan'ım katı yüksek uçarsın
Selamsız sabahsız gelir geçersin
Dilber muhabbetten niçin kaçarsın
Böyle midir ilinizin töresi

*
Gafil gezme şaşkın bir gün ölürsün
Yalan dünya senin olsa ne fayda
Akıbet alırlar tatlı canın
Bülbül gibi dilin olsa ne fayda

Söylersin de söz içinde şaşmazsın
Helâli haramı yersin seçmezsin
Nasibin kesilir de sular içmezsin
Akar çaylar senin olsa ne fayda

Söylersin de el içinde sözün var
Yeler çalışırsın oğlun kızın var
Bu dünyada üç beş arşın bezin var
Bedestenler senin olsa ne fayda

Bir gün alır götürürler evinden
Hakk'ın kelâmını koyma dilinden
Kurtulaman Ezrail'in elinden
Dünya dolu malın olsa ne fayda
Pir Sultan Abdal'ım çıktık oturduk
Kaza lokmasını burda yetirdik
Dünya bizim diye çektik getirdik
Yalan dünya bizim olsa ne fayda


*
Şu karşı yaylada göç katar katar
Bir güzel sevdası gözümde tüter
Bu ayrılık bize ölümden beter
Geçti dost kervanı eyleme beni

Pir Sultan Abdal'ım kalkın aşalım
Aşıp yüce dağı engin düşelim
Çok nimetin yedik helalleşelim
Geçti dost kervanı eyleme beni

*
Önüme bir çığır geldi
Bir ucu var şar içinde
Ârifler dükkânı açmış
Ne ararsan var içinde

Gir dükkâna pazar eyle
Hırsın indir hazer eyle
Ay’a Gün’e nazar eyle
Ay Muhammet nur içinde

Ay Ali’dir Gün Muhammet
Okunan seksen bin ayet
Balıklar deryaya hasret
Çarka döner göl içinde

Göl içinde çarka döner
Susuzluktan bağrı yanar
Âlemler seyrana iner
Seyir var seyir içinde

Kuduretten verdi balı
Bahanesi oldu arı
Şimdi dinle ah u zarı
Arı inler bal içinde

Pir Sultanım ey gaziler
Yürekte yara sızılar
Talip de pirin arzular
Bülbül öter gül içinde











NİYÂZÎ-İ MISRÎ
(ö. 1105/1694)


Halvetiyye’nin Mısriyye kolunun kurucusu, mutasavvıf şair.
12 Rebîülevvel 1027’de (9 Mart 1618) Malatya’nın Aspozi kasabasında doğdu. Asıl adı Mehmed’dir. Şiirlerinde, ilim tahsili için bir süre Mısır’da kaldığından “Mısrî” mahlasıyla “Niyâzî” mahlasını kullanmıştır.

Niyâzî gençlik yıllarındaki tahsili sırasında sûfîlere muhalif olduğunu, meclislerine gitmediğini, ancak zamanla bu görüşünün değiştiğini ve bir Halvetî şeyhine intisap ettiğini, Nakşibendî dervişi olan babası Soğancızâde Ali Çelebi’nin bundan memnun olmayıp kendi şeyhine götürmek istediğini, fakat bu şeyhi kâmil bulmadığı için babasının teklifini reddettiğini söyler.

Şeyhinin Malatya’dan ayrılmasının ardından zâhir ilimleri alanındaki öğrenimini sürdürmek üzere Diyarbakır’a giden (1048/1638), bir yıl orada kaldıktan sonra Mardin’e geçen Niyâzî bu iki şehirdeki âlimlerden mantık ve kelâm okudu. 1050’de (1640) Kahire’ye gidip Ezher medreselerinde ilim tahsiline başladı. Bu sırada oturmakta olduğu Şeyhûniye Külliyesi’ndeki Kādirî Tekkesi’nin şeyhine intisap etti. Adını vermediği bu şeyhin, ilim ve tasavvuf yolunda büyük bir gayretle çalışırken bir gün kendisine zâhir ilmi talebinden tamamen vazgeçmedikçe tarikat ilminin kendisine açılmayacağını söylemesinden etkilenen Niyâzî ikisi arasında tercih konusunda kararsız kaldı.

Abdülkâdir-i Geylânî rüyasında zuhur ederek zâhir ilmini öğrenip onunla amel etmesini, tarikat ilmini ise bir mürşide ulaşarak elde edebileceğini, ancak kendisini irşat edecek kişinin bu şehirde olmadığını söylemesi üzerine üç yıldır ikamet etmekte olduğu Kahire’den şeyhinin izniyle ayrıldı (1053/1643). Mısır, Suriye ve Anadolu’nun çeşitli şehirlerini dolaşıp 1056’da (1646) İstanbul’a gitti. Küçük Ayasofya civarında Sokullu Mehmet Paşa Camii Medresesi’nin bir hücresinde halvete girdi, daha sonra bir süre Kasımpaşa’da Uşşâkî Âsitanesi’nde misafir kaldı. Aynı yıl İstanbul’dan ayrılıp Anadolu şehirlerini dolaşmaya başladı.

Uşak’ta Ümmî Sinan’ın halifelerinden Şeyh Mehmet Efendi’nin zâviyesinde iken Elmalı’dan Uşak’a gelen Ümmî Sinan’a intisap etti (1057/1647) ve onunla birlikte dergâhının bulunduğu Elmalı’ya gitti. Dokuz yıl burada şeyhine hizmet edip seyr ü sülûkünü tamamlayan Niyâzî 1066’da (1656) halife tayin edilmesinin ardından Uşak, Çal ve Kütahya’da irşat faaliyetinde bulundu.

İstanbul’da başlayıp yayılan Kadızâdeliler hareketinin etkisiyle aleyhinde bazı dedikodular çıkınca 1072 (1661) yılı başlarında bölgeden ayrılarak birkaç müridiyle birlikte Bursa’ya yerleşti. Bu yıllarda Hacı Mustafa adlı müridinin kız kardeşiyle evlendi. Fâtıma ve Çelebi Ali adlı iki çocuğu dünyaya geldi. Kadızâdeliler zihniyetini sürdüren vâiz Vanî Mehmed Efendi’nin IV. Mehmed’le yakınlık kurarak ülkede semâ, zikir ve devranı yasaklattığı 1077 (1666) yılından sonra da faaliyetlerini sürdüren Niyâzî-i Mısrî, vaazlarında bu yasağa sebep olan Vanî Mehmed Efendi ile onun temsil ettiği zihniyeti sürekli eleştirdi. Mensuplarının giderek artıp zikir yaptıkları caminin yetersiz kalması üzerine Abdal Çelebi adlı bir hayırsever tarafından Ulucami civarında bir dergâh inşa edildi (1080/1669).

Niyâzî’nin Bursa’da iken Sadrazam Köprülü Mehmet Paşa’nın davetine uyarak IV. Mehmet’in ikamet ettiği Edirne’ye gittiği, itibar ve hürmet gördüğü, dönüşte İstanbul’a uğradığı, hangi tarihte gerçekleştiği belirtilmeyen bu ziyaretin ardından 1083’te (1672-73) bir defa daha Edirne’ye davet edildiği kaydedilmektedir. Kendisi de aynı yıl Edirne’ye davet edildiğini, devlet adamlarıyla görüştüğünü, sağlam delillerle görüşlerini savunup kabul ettirdiğini söyler, ancak orada ne kadar kaldığından ve daha önceki ziyaretinden bahsetmez. Onun Edirne’ye muhtemelen ilk defa bu tarihte gittiği söylenebilir. Niyâzî, bu ziyareti sırasında Eski Cami’de vaaz ettiği sırada söylediklerinden dolayı, daha sonra kendisine intisap edip halifesi olan Sadr-ı Âlî çavuşlarından Azbî Baba nezâretinde Rodos’a sürgün edildi ve adanın kalesinde bir hücreye kapatıldı. Dokuz ay sonra Bursa’ya dönmesine izin verildi. Niyâzî hapse giriş tarihini 13 Cemâziyelâhir 1085 (14 Eylül 1674) olarak kaydeder.
Niyâzî, yaklaşık bir buçuk yıl kadar süren bir dönemin ardından Defterdar Sarı Mehmed Paşa’ya göre (Zübde-i Vekāyi, s. 82) cezbe galebesiyle şeriatın zâhirine aykırı bazı sözleri sebebiyle Bursa kadısı Ak Mehmed Efendi’nin şikâyeti üzerine bu defa Limni adasına sürgün edildi (Safer 1088 / Nisan 1677). On beş yıla yakın sürgün hayatı yaşadıktan sonra II. Ahmed’in fermanıyla istediği yere gitmesine izin verilince tekrar Bursa’ya döndü (1103/1692). Ertesi yıl ordunun Avusturya seferine çıkacağı sırada 200 müridiyle birlikte sefere katılmak için hazırlıklara başladığı öğrenilince kendisine Bursa’dan ayrılmayıp hayır dua ile meşgul olması için bir hatt-ı hümâyun gönderildi. Ancak o, padişaha bir mektup yazarak bu isteğini kabul edemeyeceğini bildirdi.

Niyâzî’nin Tekfurdağı (Tekirdağ) yakınlarına kadar geldiğini öğrenen II. Ahmed, Silahşor Beşir Ağa ile birlikte kendisine hediye olarak bir araba ve dervişlere dağıtılmak üzere önemli miktarda para gönderip kendisini Tekfurdağı’nda karşılamasını istedi. Fakat o bunları şiddetle reddetti. Edirne’ye ulaşmasının engellenmesi için gönderilen Mîrâhur Dilâver Ağa da Niyâzî’yi ikna edemedi. Bu arada Sadrazam Bozoklu Mustafa Paşa, Niyâzî’nin Edirne’ye gelmesi halinde sözlerinin halk ve ordu üzerinde etkili olacağını ve büyük bir fitne kopacağını ileri sürerek padişahı etkiledi. Niyâzî’nin müritleriyle birlikte öğle namazından önce Selimiye Camii’ne geldiğini duyan halk camiyi doldurdu (26 Şevval 1104 / 30 Haziran 1693). Sadrazam, şeyh sürgün edilmezse büyük bir kargaşa çıkacağını söyleyerek padişahı tekrar uyardı. Bunun üzerine Kaymakam Vezir Osman Paşa ile yeniçeri ağası Abdullah Ağa, padişah tarafından davet edildiğini belirterek Niyâzî’yi camiden dışarı çıkarıp Limni’ye sürgün edildiğini kendisine tebliğ ettiler. Otuz kadar müridiyle birlikte tekrar Limni’ye gönderilen Niyâzî-i Mısrî ertesi yıl burada vefat etti(20 Receb 1105 / 16 Mart 1694). Kabri üzerine yaptırılan türbesi Sultan Abdülmecid zamanında onarılmıştır.

Niyâzî-i Mısrî, Halvetiyye’nin dört ana kolundan Ahmediyye’nin Mısriyye şubesinin pîri olarak kabul edilir. Tarikatın Bursa Ulucami’nin güney kısmında Niyâzî’nin sağlığında inşa edilen âsitanesi XX. yüzyılın başlarına kadar faaliyetini sürdürmüş, daha sonra bakımsızlıktan yıkılıp yerine bugünkü postane binası yaptırılmıştır.

Eserleri. Niyâzî-i Mısrî’nin büyük bir kısmı birkaç yapraklık risâlelerden oluşan otuzu aşkın eseri bulunmaktadır. Divan. Niyâzî-i Mısrî’nin şiirleri bütün tarikat çevrelerinde beğenilmiş, divanı âdeta dervişlerin bir el kitabı haline gelmiştir. Yurt içinde ve yurt dışında birçok nüshası bulunan divanın eski ve yeni harflerle çeşitli baskıları yapılmıştır.

ŞİİRLERİNDEN ÖRNEKLER


Dermân arardım derdime
Derdim bana dermân imiş
Bürhân arardım aslıma
Aslım bana bürhân imiş

Sağ u solum gözler idim
Dost yüzünü görsem deyû
Ben taşrada arar idim
Ol cân içinde cân imiş

Öyle sanırdım ayrıyam
Dost gayrıdır ben gayrıyam
Benden görüp işiteni
Bildim ki ol cânân imiş

Savm-u salât u hac ile
Sanma ki biter zâhid işin
İnsân-ı kâmil olmaya
Lâzım olan irfân imiş

Kande gelir yolun senin
Ya kande varır menzilin
Nerden gelip gittiğini
Anlamayan hayvân imiş

Mürşid gerektir bildire
Hakk’ı sana hakka’l-yakîn
Mürşîdi olmayanların
Bildikleri gümân imiş

Her mürşîde dil verme
Kim yolun sarpa uğradır
Mürşîdi kâmil olanın
Gâyet yolu âsân imiş
Anla hemen bir sözdürür
Yokuş değildir düzdürür
Âlem kamu bir yüzdürür
Gören onu hayrân imiş

İşit Niyâzî’nin sözün
Bir nesne örtmez Hak yüzün
Hak’tan âyân bir nesne yok
Gözsüzlere pinhân imiş

*
Tende cânım canda cânânımdır Allah Hu diyen
Dilde sırrım serde sübhânımdır Allah Hu diyen

Dest-i kudretle yazılmış yüzüne âyât-ı Hak
Gönlümün tahtında sultânımdır Allah Hu diyen

Cümle âzâdan gelir zikr-i ene'l Hak nâresi
Cism içinde zar-ı efgânımdır Allah Hu diyen

Yere göğe sığmayan bir müminin kalbindedir
Katremin içinde ummânımdır Allah Hu diyen

Her kişiye kendinden akreb olan dost zâtıdır
Ey Niyazi dilde mihmânımdır Allah Hu diyen

*
Ey garib bülbül diyârın kândedir
Bir haber ver gülizârın kândedir
Sen bu ilde kimseye yâr olmadın
Var senin elbette yârin kândedir

Arttı günden güne feryâdın senin
Âh‐u efgân oldu mu’tâdın senin
Aşk içinde kimdir üstâdın senin
Bu senin sabr‐u karârın kândedir

Bir enisin yok aceb hasrettesin
Rahatı terk eyledin mihnettesin
Gece gündüz bilmeyüp hayrettesin
Yâ senin leyl‐ü nehârın kândedir

Ne göründü güle karşı gözüne
Ne büründü baktığınca özüne
Kimse mahrem olmadı hiç râzına
Bilmediler şeh‐süvârın kândedir

Gökte uçarken seni indirdiler
Çâr unsur bendlerine urdular
Nûr iken adın Niyâzî dediler
Şol ezelki itibârın kândedir








DADALOĞLU


Dadaloğlu, âşığın mahlasıdır; asıl adı Veli’dir. Kul Mustafa mahlasını da kullanan Âşık Musa adlı bir halk şairinin oğludur. Doğum yeri ve tarihi bilinmiyor. 18. yüzyılın son çeyreğinde doğup 19. yüzyılın ortalarında öldüğü tahmin edilmektedir.

Osmanlı Devleti'nin Anadolu Türkmenlerini iskân politikasına tepki olarak meydana gelen isyanlarda yer aldığı anlaşılan, tanınmış bir halk ozanıdır. Osmanlı Devleti'nin göçebe Avşar, Karsantı, Sırkıntı, Bozdoğan, Kırıntı, Berber, Menemenci gibi Türkmen aşiretlerini yerleşik hayata geçirmek için verdiği mücadele, yer yer başkaldırılara ve çatışmalara neden olmuştur. Dadaloğlu’nun; Adana, Kozan, Erzin ve Payas’ta yaşayan Avşar Türkmenlerinden olduğu, Avşar beylerinden Alioğlu Dede Bey, Mistik Bey ve Kozanoğlu Ahmed beylerin yanında kâtiplik ve imamlık yaptığı, Avşar aşiretlerinin Osmanlı Devleti’ne başkaldırması üzeri-ne Dadaloğlu‘nun da içinde bulunduğu aşiretin Sivas dolay¬larında oturmaya mecbur edildiği(1865), ömrünün sonları¬na doğru Çukurova’ya dönüp bir müddet yaşadığı, sonra göçebe iken yaşadığı dağlara çekilerek öldüğü halk rivayetlerindendir. Dadaloğlu'nun şiirleri, yerleşik hayata geçmek istemeyen Türkmen aşiretlerinin sözlü tarihi sayılabilir.

Daha çok Gâvur Dağı ve Ahır Dağı yörelerinde yaşadı. Çukurova'yı, Toroslar'ı, Orta Anadolu'yu dolaştı. Şiirlerinde göçerlik koşullarını, döneminde orta Anadolu’da hüküm süren aşiret kavgaları ve aşiretlerin Osmanlı Devleti ile savaşlarını duru ve yalın bir dille yansıttı. Dili Anadolu Türkmen boylarının kullandığı halk Türkçesiydi. Dadaloğlu, Anadolu'nun halk şiiri geleneğine damgasını vurmuş en önemli sanatçılardan biridir.

Dadaloğlu, 19'uncu yüzyıl ozanlarından iki noktada ayrılır. Kent yaşamından uzak kaldığı için şiirlerinde hep göçerlik ortamını yansıttı. Diğer yandan yine kentte bulunmayışı nedeniyle çağdaşı halk şairlerinde sık rastlanan divan şiirine yakınlık onda hiç görülmez. Karacaoğlan'ın aşk ve doğa şiirlerindeki üstün yeteneği ile Köroğlu'nun yiğit ve kavgacı anlatımını birleştirir. Şiirlerinde tabiat, aşk, yi¬ğitlik ve kahramanlık temasını işler. Toroslar’da ve Çukuro¬va’da yaşayan aşiretlerin hayatını, Osmanlı Devleti ile yap¬tıkları mücadeleleri, yenilmeleri, iskâna mecbur edilişleri ve bunun acıları anlatılır. Sade samimi bir halk Türkçesi ile koşma, türkü, koçaklama, varsağı ve semai söylemiştir.

Elde mevcut bütün şiirlerinde koşma, türkü, semâi, varsağı, destan gibi halk nazım şekillerini kullanan Dadaloğlu’nun manzumelerini muhteva bakımından sevda şiirleri, yurt güzellemeleri ve kavga şiirleri olarak üçe ayırmak mümkündür. Kavga şiirlerinde Köroğlu’nun, sevda şiirlerinde ve yurt güzellemelerinde Karacaoğlan’ın ve Dede Korkut’un etkisi görülür. Dili kavga şiirlerinde sert ve pervasız, diğer şiirlerinde ise içli, samimi ve sadedir.

Dadaloğlu tam anlamıyla kabilesinin şairidir. “Biz” zamiri onda bir estetikten ziyade belirli bir zümre anlayışının ifadesidir. Şiirlerinde atasözleri ve deyimlerden faydalandığı gibi Çukurova-Toroslar yöresinde yaygın olan bazı efsanelere de telmihte bulunmuştur. Şekil olarak daha çok üç-yedi hâneden kurulu şiirler yanında on birli hece ölçüsünü tercih eden Dadaloğlu kafiye yönünden de fazlaca başarılı değildir. Bu durum, birçok şiirinde kafiyelerin zamanla değişmesi yanında genel olarak halk şairlerinin hemen hepsinde görülen kafiye kusurlarından kaynaklanmaktadır.

Dadaloğlu, asıl ününü kavga şiirleri ile yaptı, ama duygu ve aşk konularını da aynı başarıyla işledi. Yüz kadar şiiri cönklerden, mecmualardan ve sözlü halk kaynaklarından derlenerek günümüze ulaştı. [Taha Toros, Dadaloğlu, 1940; M. Zeki Korgunal, Dadaloğlu, 1954; Cahit Öztelli, Köroğlu ve Dadaloğlu, 1954; Haşim Nezihi Okay, Dadaloğlu Hayatı ve Deyişleri 1959; Tahır Kutsi Makal, Dadaloğlu, 1974]











ŞİİRLERİNDEN ÖRNEKLER


Aslımı sorarsan Avşar soyundan
Ayrı düştüm aşiretten beyimden
Pınarbaşı’ndan da beş yüz evinen
Çıkıp da cana kıyanlardanım

Çekerim çileyi böyl’olsun bugün
Alırım mı sandın şol Kozan Dağın
Biz bir kurt idik de Bozoklu köyün
Ürkütüp sürüsün yiyenlerdenim

Dadaloğlu’m der de böyle olmazdım
Gördüğüm günlerin birini görmezdim
Kavga kızışınca geri durmazdım
Meydanda kardaşa kıyanlardanım


*
Kalktı göç eyledi Avşar elleri,
Ağır ağır giden eller bizimdir.
Arap atlar yakın eder ırağı,
Yüce dağdan aşan yollar bizimdir.

Belimizde kılıcımız Kirmanî
Taşı deler mızrağımın temreni.
Hakkımızda devlet etmiş fermanı,
Ferman padişahın, dağlar bizimdir.

Dadaloğlu'm yarın kavga kurulur,
Öter tüfek davlumbazlar vurulur.
Nice koç yiğitler yere serilir,
Ölen ölür, kalan sağlar bizimdir


*
Bize haram oldu Çukurovalar
Şahin uçtu ıssız kaldı yuvalar
Türkmen kızı katarlamış mayalar
Bozuldu katarı, teli Avşar'ın

Dadaloğlu'm bu iş bize güç oldu
Osmanlı'dan altınımız tunç oldu
Gözü kanlı şahbazlarım nic'oldu
Ermedi çakmağa eli Avşar'ın


*
Yedi iklim dört köşeyi dolandım
Meğer dünya her tarafta bir imiş
Ben dünyayı Al'Osman'ın sanırdım
Meğer dünya yüz sultanlık yer imiş

İrili ufaklı insan piç oldu
Onlar doğdu geçinmesi güç oldu
Altı Arap atı şahbaz nic'oldu
Mamur sandım yalan dünya çürümüş


Okuduğun tutmaz oldu âlimler
Kalktı da adalet arttı zulümler
Terlemeden mal kazanan zalimler
Can verirken soluması zor imiş


Kulak verdim dört köşeyi dinledim
Meğer gıybetimi eden çoğ imiş
Çok yaşayıp mihnet ile ölmeden
Az yaşayıp dem sürmesi yeğ imiş

Dadaloğlu'm der ki sözüm vasiyet
Benim sözümü dinleyene nasihat
Besmelesiz kazanılan piç evlat
O da dünyada ziyankâr imiş.



*
Gönülden gönüle yol gider derler
Onu sürmeğe bir hoşça can gerek
Doğru söyle yiğit işin doğrusun
Hiylebaz olamaz yiğit bön gerek

Buna kılıç derler aralar açar
Püskürür meydana al kanlar saçar
Bazı kötüler de öğünür geçer
Yiğit batman döğer gözde hor gerek

Yüksek kayalarda şahinler olmaz
Kısırdır katırlar kulun kunnamaz
Bazı hocalar da çalgı dinlemez
"Nedir kuru ağaç bize din gerek"

Dadaloğlu der ki belim bükülür
Gözümün gevheri yere dökülür
Yalnız taştan duvar olmaz yıkılır
Koç yiğide emmi dayı il gerek




















ŞEM’Î

Konyalı (ö. 1839 [?]) Saz şairi. Adı Ahmed'dir. Ömrünü bu şehirde geçirdiğinden daha çok Konyalı Şem’î diye anılır. Kaynaklarda 1198'de (1784) doğduğu belirtilmekle beraber şairin hacca gidişi vesilesiyle söylediği iki şiiri bu tarihi doğrulamamaktadır:

Elli beş elli altı yaşında Hak etti nasip
Verdi Şem’î'nin muradın hazret-i Rabbü'lenam

Sene bin iki yüz kırk ikide Şem'i geda
Sebeb-i hac ile canan iline eyler sefer

1242 (1826) yılında elli beş veya elli altı yaşında olduğuna göre şairin doğum yılının 1187 (1773) olduğu söylenebilir. Babası Helvacı Mehmed Ağa'dır. Düzenli bir eğitim görmemekle birlikte çocukluğundan itibaren bir kültür ve sanat ortamında yetişti. İleri sayı-labilecek yaşlarda çırağı Silleli Sürûrî’den okuma yazma öğrendi. İrticalen şiir söyleme yeteneğinden dolayı kendisine "Şem’î" (çevresini aydınlatan kimse) mahlası verildi.

Helvacılığı öğrenmesine rağmen bu mesleği yapmayan Şem’î gençlik dönemini sorumsuzca geçirdi ve rindane bir hayat yaşadı O yıllarda Konya'da Türbe ve Ayakçı adını taşıyan iki kahvehane, âşıkların çalıp söylediği, bundan dolayı saza meraklı gençlerin uğrayıp âşıklık mesleğini öğrendiği yerlerdi. Şem’î'nin âşıklığı öğrenmesinde bu iki kahvehanenin önemli bir yeri vardır. Türbe Kahvehanesi'ni çalıştıran saz şairi Âşık Dertli, Şem’î'deki kabiliyeti görünce ona ilgi gösterdi. Şem’î de giderek âşıklıkta ilerledi; bu kahvehanede irticalen söylediği şiirler, hazırladığı muammalar, katıldığı atışmalar kendisine ün kazandırdı. Bir müddet sonra bunlara Silleli Âşık Sürûrî’nin katılmasıyla Türbe Kahvehanesi Konyalılar için önemli bir mekân haline geldi.

Mevlevî Dergâhı Postnişini Mehmed Hemdem Said Çelebi de bu üç âşığa büyük ilgi duydu. Uygun bir mekân olmayan Türbe Kahvehanesi'ni yıktırarak yerine ortasında bir havuz bulunan ferah bir kahvehane inşa ettirdi. Mevlana Dergâhı’na Dutlu'dan getirilen sudan kahvehaneye su verdi. Burada yetişen pek çok âşık gibi Şem’î de birkaç defa İstanbul’a giderek lll. Selim'in huzurunda sanatını icra etti. 1. Dünya Savaşı’nın sonlarına kadar ayakta kalan ve Sulu Kahve diye anılan Türbe Kahvehanesi, Konya'da halk kültürü ve sanatının merkezi olmuştur.

Şem’î'nin şöhretinin İstanbul’da yayılması ve sarayda düzenlenen saz meclislerini yönetecek duruma gelmesi ona olan ilgiyi arttırdı. Padişah kendisine İstanbul’da kalmayı teklif ettiyse de kabul etmedi. Bunun üzerine şaire Konya'da çarşı ağalı¬ğı görevi verildi. Bu görev Şem’î'nin Konya'daki itibarını yükseltti, ayrıca su memurluğu da yaptı. Esnafın birçok işi Şem’î vasıtasıyla yürütüldü. Hemdem Said Çelebi'ye samimiyetle bağlanan Şem'i, en güzel şiirlerini Mevlânâ Celaleddin-i Rûmi ve onun evladı için söyledi; Hemdem Said Çelebi'nin konağındaki saz sohbetlerinde aranan bir isim oldu. Âşık Dertli, Şem’î'nin çırağı Âşık Sürûrî, Mevlevî şair ve neyzenlerinden Hulusi Dede, Niyazi Dede, Derviş Hasan gibi şahsiyetler bu sohbetlerin diğer önemli isimleridir. Şemîi hayatının sonlarında çarşı ağalığı görevini bıraktı. Ardından defnedileceği yeri belirledi ve son şiirinde

Gönüller babında beysin paşasın
Mevla’m ömür versin binler yaşasın
Yetiş ey bî-vefa helallaşasın
Şem’î ecel camın içti gidiyor

diyerek 1839 yılında muhtemelen altmış altı veya altmış yedi yaşında vefat etti. Mezarının çeşitli tarihlerde imar çalışmaları dolayısıyla kaldırılmak istenmesi, ancak kaldırılamaması halk arasında bu mezarla ilgili çeşitli menkıbelerin yayılmasına yol açmıştır. Türk âşıklık geleneği içinde önemli bir yere sahip olan Şem’î'nin 200 civarında şiiri tespit edilmiş ve Fevzi Halıcı tarafından yayımlanmıştır. Hem aruz hem hece veznini kullanan şairin gazel, divan, kalenderî, koşma, semai ve destan nazım biçimleriyle olan şiirlerinin konusunu münacatlar, Hz. Peygamber, Hz. Ali, Kerbela, Kâbe ve Mevlânâ sevgisi gibi şiirlerle aşk, kişisel duygular, Konya, Konya’nın güzellikleri ve tabiat oluşturmaktadır. Gerek dili gerekse tercih ettiği nazım biçimleri bakımından daha çok klasik Türk şairlerine yaklaşan Şem’î'nin divanı (Divan-ı Şem'î), ilk defa İstanbul’da 1287'de (1870) basılmış, kısa sürede birçok baskısı yapılmış, bu arada tarihsiz baskılar da gerçekleştirilmiştir.




ŞİİRLERİNDEN ÖRNEKLER


Vâsıl olmaz kimse Hakk’a cümleden dûr olmadan
Kenz açılmaz şol gönülde tâ ki pür- nûr olmadan

Sür çıkar ağyârı dilden ta tecelli ede Hak
Padişah konmaz saraya hane mamur olmadan

“Mûtu kable en temûtu” sırrına mazhar olan
Bunda gördü haşr ü neşri nefha-i sûr olmadan

Mest olan mestâne geldi tâ ezelden tâ ebed
İçdiler aşkın şarabın âb-ı engûr olmadan

Sen müyesser eyle Yârab bizlere beytin tavaf
İlmin ile âmil eyle vâde tekmil olmadan

Hak cemâlin Kâbe’sini kıldı âşıklar tavaf
Yerde Kâbe gökyüzünde Beyt-i Ma’mur olmadan

Mest olanların kelâmı kendüden gelmez velî
Pes ene’l-Hak nice söyler kişi Mansur olmadan

Âşıkın çok derdi amma sırrın izhâr eylemez
Söylemesi terk-i edeb çünki destûr olmadan

Bir acep sevdaya düşmüş tutuşur Şem’î müdâm
Hakk’a makbul olmak ister halka menfur olmadan



*
Gâh semtime dolaş ey melek suret
Zararsız âdemiz bizden kaçınma
Zira çok çektim yolunda zahmet
Dönüb kavm ile vazgelir sanma

Derd-i aşkınla kan ağlıyor bu göz
Hâlim ifadeye dayanmıyor yüz
Rakibler hakkımda söylerse bir söz
Merhametlü şahım sakın inanma

Hasb-ı hâlim oldu bu aşk u sevda
Aşikâra sevdim eyledim ihfa
Bana bir yar virse Hazret-i Mevla
Dise âşık derdin söyle utanma

Cevr-i dilârâya karnımız toktur
Tükenmez esrarım söylesem çoktur
Şimdi güzellerde mürüvvet yoktur
Ey derdimend Şem'i beyhude yanma






*
Benden selam eylen nazlı dilbere
Gelip de karşımda dönüp durmasın
Ben güzel sevmeden doydum usandım
Anın da hayali gelip durmasın

Benim güzel ile yoktur pazarım
Kaşların arası benim nazarım
Yol üstüne koyun benim mezarım
Yar gelip geçtikçe dönüp durmasın

Gelindi hüsnüne sitemin çoktur
Aradım cihanı akranın yoktur
Nazlı dilber göğsün düğmeler taktır
Esen rüzgâr açıp açıp durmasın

Duyun da düşmanlar siz de sevinin
Dostlarım vah diyip varın yerinin
Şem'i'ye mahbublar düşte görünün
İntizarı sizde kalıp durmasın





*
Çoktan beri arzularım dostumu
Dost yoluna feda ittim postumu
Gelen geçen ko çiğnesün üstümü
Dosta gider doğru tozlu yolum ben

Mahlasım Şem'i'dir biladım Konya
Bir kenar sahrada olmuşum peyda
Bizim bağa girmez bülbül-i şeyda
Kimse bilmez ne revnakta gülüm ben

*
Şimdiki dilberler söze uyarlar
Bakmazlar gedâya ararlar bayı
Anlar daim atlas libas giyerler
Beğenmezler bizim eski abayı

Güzel ahlakına dil oldu hayran
Mevla’m işimizi eylesin âsân
Hatıra geldikçe oğul Ali Can
Çıkarma gönülden Şem'i Babayı














KARACAOĞLAN


Bugüne kadar gelen şiirlerinden, türkülerinden adını bildiğimiz Karacaoğlan hakkında Cumhuriyet'in ilk yıllarına kadar önemli bir bilgi edinilememiştir. Halk edebiyatımızın öteki usta ozanlarında olduğu gibi, Karacaoğlan'la ilgili geniş bilgilerin sağlanması da ancak ciddi, bilimsel araştırmalara başlanmasıyla ve birçok bilim adamının kendisini halk edebiyatına adamasıyla birlikte mümkün olmuştur.

16.yüzyılın sonları ile 17. yüzyılın başlarında yaşadığı, Çukurovalı olduğu, Türkmen aşiretleri arasında yetiştiği, asıl olarak Anadolu olmak üzere Osmanlı'nın birçok ilini gezip dolaştığı Rumeli'yi gördüğü ve uzun yaşadığı da toparlanan ve kesin olmayan bilgiler arasındadır. Mezarının bulundu¬ğu yerler konusunda da değişik düşünceler ileri sürülmektedir. Ayrıca tıpkı Yunus Emre ve Pir Sultan Abdal'da olduğu gibi bir "Karacaoğlan Geleneği'nin oluştuğu da söylenmekte ve bu gelenek içinde yetişen Karacaoğlan'lardan hangisinin gerçek Karacaoğlan olduğu konusunda da kesin bilgilerin olmadığı ifade edilmektedir.

16. yüzyılda yaygınlaşan bir Karacaoğlan ününden söz etmek; dönemin birçok cönklerinde şiirlerin rastlanılması, birçok halk hikâyesine girmesi dolayısıyla doğru bir tespittir. Ayrıca yalnız Anadolu'da ve Rumeli'de değil Azerbaycan, Kırım gibi ülkelerde de Karacaoğlan'ın ünlenmiş olduğu bilinmektedir. Ünü geniş bir alana yayılmış olan Karacaoğlan, bugüne gelebilen beş yüzden fazla şiiriyle dönemine damgasını vurmuş bir ozanımızdır.

Şiirlerinden yola çıkılarak yapılan araştırmalar Karacaoğlan'ın "kimliği" konusunda "kesine yakın" sonuçları vermektedir. Karacaoğlan, "Torosların, Torosların Suriye'ye doğru kol atmış olan Gâvur Dağları bölgesinin şairidir." Yine şiirlerine göre Karacaoğlan'ın 1609'da doğduğunu, 1679 veya 1689 yıllarında öldüğünü kabul etmek gerekiyor.

Söylencelerle, çeşitli halk hikâyelerine konu olan renkli hayatıyla Karacaoğlan; sevgiyle, insan duygularıyla yüklü, sonsuz doğayı içine alan şiirleriyle halk şiirinin doruğa çıkmış olan ozanıdır. Gezip dolaştığı yerlerin dağları, ovaları, yaylaları onun şiirine öyle bir sinmiştir ki tabiatın hüznünü, acısını, sevincini, coşkusunu bir insan yüreğinin dışa vurmuş duyguları olarak algılatır. Onun şiirlerinde tabiat, içinde hayatları, sevgileri, duyguları barındıran bir çerçeve gibidir:



Yağmur yağar mor sümbüller bitirir
Yel estikçe kokuların yetirir
Sarı çiçek sarvan kurmuş oturur
Karışmış güllere çimenin dağlar...

Çukurova bayramlığın giyerken
Çıplaklığın üzerinden soyarken
Şubat ayı kış yelini kovarken
Cennet dense sana yakışır dağlar..."

İki bülbül geldi kondu çimene
Başı yeşil ayakları kırmızı..."

Sarı çiğdem küme küme serilmiş
Taşlarında kekik, reyhan delirmiş..."



Karacaoğlan, bu canlılığı, sevgiye, aşka bağlamaktaki başarısıyla da "sevdanın ozanı" kimliğini kazanmıştır. Karacaoğlan'ı günümüze taşıyanlar arasında menkıbesini ilk yayınlayan Sadettin Nüzhet Ergun, hakkında araştırmalar yapan Pertev Naili Boratav, İlhan Başgöz, Cahit Öztelli akla gelen ilk isimlerdir.




KARACAOĞLAN'IN HAYATI VE KARACAOĞLAN'LAR

Bugün kesinlikle bilinen, "tek bir Karacaoğlan'ın yaşamadığı"dır. 16. yüzyıldan beri en az dört âşığın "Karacaoğlan" adıyla şiirler söylediği belirlenmiştir.

Osmanlı tarihçilerinin her yıl yazdıkları olayların sonuna, o yıl ölen devlet adamlarının, bilginlerin yanı sıra divan şairlerinin adlarını da yazmaları divan edebiyatı tarihçilerine önemli bir kaynak sunmaktadır. Oysa halk ozanları için böyle bir kaynaktan yoksunuz. Ayrıca divan şairlerini tanıtan "tezkireler”in de asıl kaynaklar olduğunu biliyoruz ve halk şairleri için tezkireler yoktur. Tabii halk ozanlarının ürünleri sözlü bir edebiyat oluşturduğu, divan şairleri gibi ellerine kâğıdı kalemi alarak günlerce yazmadıkları için şiirlerinin yazılı metin olarak aktarılması söz konusu değildir. Halk ozanları için ellerindeki "saz" en önemli araçtır. Onların duygu ve düşünceleri sazlarının tellerinde dillenmektedir. Yeni söylenen şiirlerse dilden dile, bellekten belleğe, kulaktan kulağa geçerek yaygınlaşır. Bunların bir kısmı giderek unutulmaya terk edilirken bir kısmı da defterlere yazılır. Eğer halk ozanının kendisi, unutmamak, ilerde de söylemek için, adına "cönk" denilen, deriyle kaplı, uzunlamasına açılan defterlere şiirini yazarsa ve bu defterler de başlarına bir şey gelmeyip günümüze kadar saklanabilirse, günümüz araştırmacıları yüzyıllar öncesinden gelen bu defterlere bakarak o halk ozanı hakkında, şiirleri hakkında bilgilere kavuşmuş olur. Halk ozanlarının hayatları ve şiirleri hakkında yazılı kaynaklara çok ender olarak rastlanabilmektedir. Öyle zaman olur ki bir halk ozanı için tek bir yazılı kaynağın bulunması bile imkânsız olabilir. Böyle bir yazılı kaynaktan yoksun olunca da yapılacak tek iş o halk ozanının şiirlerine yönelerek, şiirlerden alınacak ipuçlarıyla hayatı hakkında bilgilere kavuşmayı denemek olmaktadır.

Karacaoğlan halkımızın benimsediği, sahiplendiği bir kişidir. Tıpkı Nasrettin Hoca'da, Yunus Emre’de, Pir Sultan Abdal'da olduğu gibi, onun söylemediği şeyleri de ona mal etmek, onun kendi memleketinin insanı olduğunu söylemek bu benimsemenin ve bu sahiplenmenin doğal bir sonucudur. Şiirlerinden yola çıkılarak yapılan araştırmaların yanı sıra edinilen çeşitli yazılı belgelere bakıldığında Karacaoğlan'ın Adana ili Bahçe ilçesinin Farsak Köyü'nden olduğu; Adana ili Feke ilçesinin Gökçe Köyü'nden olduğu; Kilis'in Musabeyli Beldesi'nin Zobular Köyü'nden olduğu iddialarından başka Belgratlı olduğu, Yozgatlı olduğu, Erzurumlu olduğu, Gaziantepli olduğu, Hamalı olduğu, Gülnarlı olduğu, Mut'lu olduğu da ileri sürülmektedir. Tüm bu yaygın sahiplenme Karacaoğlan araştırmacılarını zora soksa da onun büyük şair olduğunu kanıtlamaktadır.

Karacaoğlan hakkındaki en eski bilgi İstanbul'da yazılan bir "Surname'dedir. Sultan III. Murat'ın 1582'de yaptırdığı ünlü sünnet düğünü için yazılmış olan bu "Surname'de "Kimi kaval çalup ol dağı yankılandurur/ Kimi Karaca Oğlan türküsüyle gönlin eğlendürür." cümleleri vardır. Bu yazmayı ilk bulup yayınlayan Ahmet Kutsi Tecer, Karacaoğlan'ın bir 16. yüzyıl şairi olduğu dü¬şüncesindedir.

Karacaoğlan hakkındaki eski bilgilerin ikincisi, Tarihçi Gelibolulu Mustafa Ali Efendi'nin "Mevâidü'n Nefâis...adlı kitabında bulunmaktadır. Mustafa Ali Efendi bu kitabında kötü şairlerden söz ederek şunları söylüyor:
"Bunlar, olgun insanlara has şiirden dem vurmak isterler... Gazel okumaya yeltenirler. Aptalları inandırabilirlerse, bu sözleri biz dedik diye yalan söylerler; darda kalırlarsa bu şiirler Karacaoğlan'a isnat olunur..."

"Şairname" adlı uzun destanında Âşık Ömer kendi döneminde yaşayan şairlerin adını sıralarken Karacaoğlan'ı da anmaktadır. Âşık Ömer'in çağdaşı olan bir şairinse 17. yüzyıl şairi olması akla en uygun gelen düşüncedir.

İstanbul'da 1648 yılında "Mecmua-i Sâz ü Söz" adlı bir nota kitabı yazan Leh asıllı bir sanatçı, Ali Ufkî, kitabına Karacaoğlan'ın da iki türküsünü almıştır. Bu kitaptaki bilgiler Karacaoğlan'ın 17. yüzyıl ortalarında İstanbul'un saray çevrelerinde bile tanındığını, türkülerinin bilindiğini gösteriyor.

Cahit Öztelli'nin kitabında yer alan bir başka bilgi de 17. yüzyıldan kalan bir cönkteki "Aldı Gevheri, Aldı Karacaoğlan" diye başlayan türkülerdir.

İlhan Başgöz, "Karacaoğlan" kitabında, Karacaoğlan'ın şiirlerinde bazı tarihler verdiğini söylemekte ve "Bunların hepsi on yedinci yüzyıla (denk) düşmektedir.” demektedir. Başgöz'ün sözünü ettiği Karacaoğlan şiirleri şunlardır:

Karacaoğlan dendi ünüm duyuldu
Bin on beşte göbek adım koyuldu. (Buradaki 1015, miladi 1606 yılına denk düşmektedir.)


Bin on beşte beratçığım yazıldı
Seksen beşte bel kemiğim bozuldu

Bin doksanda mezarımın başında
Döner baykuş öter bülbül.

(Buradaki 1090, miladi 1679 yılına denk düşmektedir. İlhan Başgöz bir şairin kendi ölümüne tarih düşmeyeceğini, olsa olsa yaşlandığının yazılmış olabileceğini söyleyerek Karacaoğlan'ın ölüm tarihinin bu şiirden çıkarılamayacağı düşüncesindedir.)


KARACAOĞLAN'IN HAYATINDAN KESİTLER

1876 yılında Ahmet Hamdi Efendi adlı bir Konyalı, Karacaoğlan'ın köyü olduğu söylenen Adana'nın Bahçe ili¬nin Varsak Köyü'ne gider. Ahmet Hamdi Efendi orada Karacaoğlan'ın soyundan gelen bir aileden Karacaoğlan'la ilgili bilgiler ve şiirler toplayıp bir deftere yazar. Bu defterde yazılanlar, yıllar sonra defterin ele geçmesiyle öğrenilince Karacaoğlan'la ilgili en geniş, en ayrıntılı bilgiler olarak halkbilimcilerince incelenmeye alınır. "Halkevi Dergisi"nin 39. ve 46. sayılarında (1942'de) İbrahim Aczi Kendi adlı bir araştırmacının iki makalesi olarak yayınlanan defterdeki bilgiler İlhan Başgöz tarafından 1949'da verdiği doktora tezinde kullanılır. Aynı defteri elde eden Cahit Öztelli de"80 Yıl Evvel Karac’oğlan’ın Köyünde" başlığıyla "Türk Folklor Araştırmaları Dergisinin 103. sayısında (1957'de) aynen yayınlar. Bu yayınlardan sonra da Karacaoğlan'ın hayatıyla ilgili kimi bilgiler artık kesinleşmiş olarak halkbilimcilerinin hizmetine girmiş olur.

Bu defterdeki bilgilere göre Karacaoğlan gerçekten Varsak Köyü'ndendir ve "Sayıl Oğullan" soyundan gelmektedir. Bunu doğrulayan:


Kozan Dağı'ndan neslimiz
Arı Türkmen'dir aslımız
Varsak'tır durak yerimiz
Gurbet ilde yâr eğler bizi

Karacaoğlan der ciğerim dağlı
Yerim belli, derler Sayıl Oğlu
Divane gönül dilbere bağlı
Gam ve kasavete aldırma beni


şiirleri Ahmet Hamdi Efendi'nin defterinin güvenilirliğini göstermektedir.

Cahit Öztelli'ye göre Ahmet Hamdi Efendi 1831–1911 yılları arasında yaşamıştır. Defterdeki kayıtlarına göre kendisi de bir şairdir ve "aşk derdi”nden uzun bir geziye çıkmıştır. Gittiği yerler arasında bulunan Karacaoğlan'ın köyünde de duyduklarını, anlatılanları ve bulduğu cönklerdeki şiirleri defterine geçmiştir.

“Garip illerde, özellikle gönül alıcı yaylalarda bülbüller, sümbüller ve nice nazlı, oynak aşiret dilberi arasında gezip dolaşırken anadan doğma âşık Karacaoğlan'ın Varsak köyüne yolum düşünce, beni coşturan gurbet türkülerini çağıran bu güzel sözlü, güzel sazlı âşığın hakkında bilgisi olanlarla söyleşince, gurbeti yaşayan ben, bu temiz ve yiğit âşığın hakkında söylenenleri yazmayı gerekli gördüm. Cönklere yazılmış gurbet türküleriyle birlikte yazdım.”


""Malum ola ki Karacaoğlan Varsak karyesinde dünyaya gelüp babası Türkmen aşiretinden Kara İlyas, fakirü’l- hal olmağla sayd ü şikârla taayyüş eder olup 1013 (M. 1604) tarihinde Kozan derebeylerinden Hüsam Beyin sayıl namıyle tut-kap asker devşirdiği hengâmda İlyas dahi tutulup götürülerek orada gaip olduğu için lakapları Sayıloğlu kaldığı ve el-yevm karye-i mezbur hanedanı Sayılzade Mehmet Efendi'den anlaşılmıştır. Karacaoğlan'ın ismi Hasan olup öksüz büyümüş, vechen karayağız ve fakir çocuğu olduğu için buna Karacaoğlan denülüp böylece anıldığı. Karacaoğlan delikanlı iken munis ve zeyrekliği hasebiyle ol vaktin karye ağalarından serdengeçti Osman Ağa Karacaoğlan'ı evlatlık şekliyle diğer fakir bir aile kızıyle teehhül ettirmiş ise de kız hor ve çirkin olduğundan Karacaoğlan babası gibi sayıl askerliğine tutulacağını anlayup yirmi dört yaşında Varsak'tan firarla mekânın gaip ederek, encam Maraş'ta Zülkadiroğlu Hüsam Bey' in himayesinde altı sene teehhül ümidiyle kalıp, teehhül ümidi münkesir olunca oradan müfarekatla yine geşt-i diyara başlayıp on dokuz sene sonra vatanına gelmişse de fazla barınamayıp elli beş yaşında Tarsus tarikıyla tekrar geşt-i diyara der-ban olduğu"…

Bilinsin ki, Karacaoğlan Varsak Köyü'nde dünyaya gelip babası Türkmen aşiretinden Kara İlyas'tır. Yoksul biri olarak av ve avcılıkla geçinen İlyas, 1604 yılında Kozan derebeylerinden Hüsam Bey'in Sayıl adıyla asker devşirdiği dönemde tutulup götürülmüş ve orada kaybolmuştur. Lakapları Sayıl Oğlu kalmış ve aşağıdaki bilgiler onun köydeki soyundan olan Sayılzade Mehmet Efendi'nin söylediklerinden anlaşılmıştır.

Karacaoğlan'ın adı Hasan olup öksüz büyümüştür. Karayağız ve yoksul olduğu için Karacaoğlan denilip öyle anılmıştır. Karacaoğlan delikanlıyken cana yakın ve akıllı oluşu nedeniyle o zamanın beylerinden Serdengeçti Osman Ağa onu evlat edinmiş ve yoksul bir aile kızıyla evlendirmişse de, kız kaba ve çirkin olduğu için Karacaoğlan babası gibi hep sayıl askeri tutulacağını anlayıp yirmi dört yaşında Varsak'tan kaçmıştır. İzini kaybettiren Karacaoğlan Maraş'ta Zülkadiroğlu Hüsam Bey'in yanında altı yıl kalmış, oradan ayrılıp gurbet illeri gezmeye başlamış, on dokuz yıl sonra köyüne gelmişse de fazla kalmayıp elli beş yaşında Tarsus üzerinden yine gezip dolaşmaya çıkmıştır. Karacaoğlan Tarsus Suyu'nun başında şu türküsünü söylemiş:


Benden selam söylen Kozan iline
Top kara zülüflü mayalarına
Bizim ilde çakır doğan olmaz
Yavru şahin konar sarp kayalarına

Yaz günün suyu böyle mi çağlar
Eşinden ayrılan ah çeker ağlar
Yeşermiş dereler, sümbüllü bağlar
Dizilmiş taşların aralarına

Karac'oğlan der ki ben de ben olsam
Güzeller üstüne serdâr ben olsam
Mevlâ izin verse bir top gül olsam
Sokulsam zülüfler aralarına.


Oradan yoluyla Karaman iline gidip orada da bu türküyü söylediği Mehmet Efendi Mecmuası'nda yazılmakla aynen buraya geçirilmiştir:

Felek vermezsin dengi dengine
Yolum düşürdün yine engine
Kader getirdi Karaman iline
Çimenler mahzun, gülleri mahzun

Aşıp dağları seyran eyledim
Garip gönlümü hayran eyledim
Doğru gönlümden ben de söyledim
Yaylalar mahzun, yolları mahzun

Oba yerleri yıkılmış viran
Ceylanlar gitmiş, dağılmış sahan
Dedim feleğe işlerin yaman
Konuştun nice dilleri mahzun

Karac'oğlan konayım güllere
Gidelim gönül uzak illere
Selam söyleyin garip yollara
Gördüm ovalar, çölleri mahzun.


Bundan sonra Karacaoğlan Ankara, Niğde, Kayseri, Sivas'a geçip Türkmen aşiretleri arasında gezmiş ve köyüne bir daha dönmemiştir. Maraş'ın yeni beylerinden Ali Bey'le Taylan Yaylası'nda buluşup şu türküyü söylemiş ve orada bir süre kalmıştır.


Seherde uğradım bir âdil hana
Dostum sultan olmuş ilin üstüne
Divanını gördüm oldum hayrane
Selamına durdum yolun üstüne

Alayları gördüm, çınar dalları
Usuldür boyları, mızrak elleri
Sim sırma kemerdir yiğit belleri
Takılmış hançerler belin üstüne

Bir kulun yok Karac'oğlan kadar
Güzellerin zekâtı borcun öder
Aşırı sevdamı divane eder
Sırmalar geymişler alın üstüne.


Sonra birçok Türkmen aşiretleri arasında gezip Maraş yöresinde Cezel Yaylası'nda 96 yaşındayken ölen Karacaoğlan, vasiyeti üzerine ıssız bir pınar başında toprağa verilmiş ve sazı çürüyünceye kadar başında asılı durmuştur. Karacaoğlan seyrek sakallı, karayağız, neşeli, uzun boylu yiğit bir adammış...

Ahmet Hamdi Efendi'nin defterindeki bilgiler elbette Karacaoğlan'ın hayatıyla ilgili tüm bilgileri vermiyor. Şiirlerinde yapılacak bir gezinti onun gezip gördüğü ve şiirleştirdiği yerleri aktarır:

Çıktım seyreyledim Niğde'yi Bor'u
Güzeller durağı Göksün, Tekiri
Otuz iki sancak Diyarbekir'i

Kayseri'den, Karaman'dan, Konya'dan
Mardin'den de Karac'oğlan Mardin'den
Koçhisar’dan, Hasan Dağ'ın ardından


Antakya'nın sarın gördüm
Yandı Çukurova yandı

Akçadeniz gölün gördüm
Uğradım koca Maraş'a

Göksün de yaylanın hası
Keferdiz'de Börklü Dede
Erciyeş'te yağan karlar


Çeşitli şiirlerinden alınan bu mısralar Karacaoğlan'ın Anadolu'nun, özellikle Güney'in birçok yerini gezip gördüğünü ve anlattığını gösteriyor.

Karac'oğlan Hasan adım
Güzellerde kaldı dadım
Soldu gülüm, kurudu suyum
Gönül çağlar şimden geri

dizeleriyle biten şiirinde de görüldüğü gibi asıl adının "Hasan" olduğunu söylemektedir. Tüm saz şairleri gibi elinde sazı diyar diyar gezme geleneğini sürdüren Karacaoğlan'ın ününün çok yaygın olmasının nedenlerinden biri de çok yer gezmesidir. Gezdiği yerlerde ozanlık yeteneğini gösterdikçe ünü yayılmaktadır.

KARACAOĞLAN'IN ÖLÜMÜ

Karac'oğlan der anama götürün
Sağıma soluma yastık getirin
Şimdi ölüyorum bir tas su verin
İçmeyince gönül yardan ayrılmaz.

Doğumu ve hayatı gibi Karacaoğlan'ın ölümü de söylentilere dayanmakta ve birbirinden ayrı zamanlarda, birbirinden ayrı biçimlerde aktarılagelmektedir.
Uzun yaşadığı belirlenen Karacaoğlan'ın, bir önceki bölümde "Bin on beşte göbek adım koyuldu" ve "Bin on beşte beratçığım yazıldı"'gibi mısralarından belirlenen 1606, doğum yılı olarak kabul edilirse "Bin doksanda mezarımın başında" mısrasından da onun 1679'da öldüğü, dolayısıyla 73 yaşında ölmüş olduğu söylenebilir. Yine Karacaoğlan'ın:

Bin yüz senesinde oldu ömrü tamam
Söylerim sözümü noksanım komam

mısralarına göre ise ölüm tarihi 1100 (Miladi 1689)'dür. Buna göre de Karacaoğlan'ın 83 yaşında öldüğü söylenebilir.

Bir başka şiirindeki "Bin kırk beşte göbek adım koyuldu" ifadesinden Karacaoğlan'ın 1636'da doğduğu kabul edilir ve hayatının 18. yüzyıla kadar sürmediği konusundaki bilgiler dikkate alınırsa 60 -70 yıl arasında yaşadığı ileri sürülebilir. Ahmet Hamdi Efendi'nin anılarına göre bir tespit yapmak gerekirse Karacaoğlan'ın 96 yaşında öldüğünü söylenebilir.

Karacaoğlan'la ilgili söylentilerin biri, onun "Ashab-ı Kehf" mağarasına girip orada intihar ettiği yönündedir. Onu bir ermiş katına çıkarmak isteyen halkın böyle bir söylence uydurduğu söylenebilir. Buna uygun olarak Karacaoğlan'a mal edilen şöyle bir şiir vardır:

Kırklar mağarasına çekildim geldim
Bir dolu mey içtim ummana daldım
Kadir Mevla’m ben de sana dayandım
Sökülsün meyyitler birbirlerinden

Karacaoğlan'ın mezarının İçel'in Mut ilçesinin Çukur Köyü'nde, bir tepede olduğu ve buraya halkın "Karacaoğlan Tepesi" dediği öne sürülmektedir. Karacaoğlan'ın mezarının Nizip'in Keklice Köyü'nde olduğu, Oltu'nun Penek Köyü yakınlarındaki Zemzem Dağı'ndaki Yasamal Yaylası'nda olduğu, Maraş'ın Hodu Yaylası'nda olduğu da söylenmekte ve bu yörelerdeki insanlar tarafından böyle düşünülmektedir.



KARACAOĞLAN'IN EDEBÎ KİŞİLİĞİ

• Karacaoğlan'ın şiirlerindeki dil, sade bir halk dilidir. Süslemelerden, özentilerden uzak bu halk diliyle günlük yaşamı şiirleştirmiştir.
• Karacaoğlan, şiirleriyle çağdaşları olan ozanları, hatta daha sonraki dönemlerin ozanlarını etkilemiştir.
• Halk şiiri geleneğine sonuna kadar bağlı olan şiirleriyle Karacaoğlan, şiirlerinde hece ölçüsü kullanmıştır.
• Karacaoğlan en çok koşma ve semai biçimini yeğlemiş olsa da tüm şiirleri türkü gibi sazla söylenebilen bir şairdir.
• Güney illerindeki aşiretlerde, Türkmen köylerinde, Toroslarda 'türkü söylemek' yerine 'Karacaoğlan çağırmak' denilir.
• Doğa, hemen tüm Karacaoğlan şiirlerinin asıl hammaddesi gibidir. Doğa sevgisini sevdaya dönüştürerek doğayı güzelleyen en başarılı şiirlerin şairidir Karacaoğlan.
• Karacaoğlan şiirlerinde doğanın rengini, kokusunu, sesini duyurur. Tüm doğa sevgilinin yaşadığı çevre olarak sevgiliyle bütünleşen bir canlıdır. Tüm insan duyguları bu canlılık içinde kendisini gösterir.
• Günlük konuşma rahatlığı içerisinde açık bir söyleyiş Karacaoğlan şiirinin temel özelliğidir. Gösterişsiz ve süssüz bu anlatım Karacaoğlan'ın içinde yaşadığı Türkmen oymaklarının gelenekleriyle, görenekleriyle, yaşama biçimleriyle uyum içindedir.
• Karacaoğlan sevgiyle dolu, gerçekçi, dobra dobra bir söyleyişi olan, düşüncesini ustalıkla yansıtan bir şiirin ozanıdır.
• Karacaoğlan'ın şiirlerinde acılar, ayrılıklar, ölümler hiç sevilmeyen, sürekli yerilen temlerdir. Yaşama sevinciyle dolu yüreğiyle Karacaoğlan tüm güzellere ve tüm güzelliklere açıktır ve açıklığıyla yüreklere, gönüllere seslenmenin ustasıdır.
• Karacaoğlan'ın şiirlerinde söz sanatları ustalıkla kullanılmıştır. Onun kullandığı sanatlar günlük hayattan ve doğadan alınmıştır. Kendine özgü benzetmeleri ile çağından aşıp bugünlere gelebilmiştir.
• İlk kez onun şiirinde sevgililerin adları söylenir: Elif, Anşa, Zeynep, Hürü, Döndü, Döne, Esma, Emine, Hatice... Karacaoğlan bunların kimine bir pınar başında su doldururken, kimine helkeleri omzunda suya giderken, kimine de yayık yayıp halı dokurken görüp vurulmuştur.
• Gönlü bir güzel ile eğlenmez, bir kişiye bağlanmaz. Uçarılık, onun duygu dünyasının şiirsel söyleyişine yansıyan en belirgin yanıdır. Erotizm, şiirine sevmek ve sevişmek olgusuyla yansır. Kanlı-canlı sevgili, cinsellik motifleriyle daha da belirginleşir, şiirinde etkileyici bir biçimde yer eder.


ŞİİRLERİNDEN ÖRNEKLER

Bir yiğit gurbete çıksa,
Gör başına neler gelir.
Merdin sılayı andıkça,
Yaş gözüne dolar gelir.

Bağrıma basarım taşlar,
Akıttım gözümden yaşlar.
Yavrusun aldıran kuşlar,
Yuvasına döner gelir.

Kocadım, çekemem nazı,
Bağrıma dökerim közü.
Yârin bana kötü sözü,
Kara bağrım deler gelir.

Evlerinin önü söğüt,
Atalardan kalmış öğüt.
Yârinden ayrılan yiğit,
Sılasına döner gelir.


Yaşa Karac'oğlan, yaşa!
Ben söylerim coşa coşa.
İş düşünce garip başa,
Düşünerek gider gelir.


*
Benim yârim gelişinden bellidir,
Ak elleri deste deste güllüdür.
İbrişim kuşaklı, ince bellidir,
İnce bellerini sar dedi bana.

Mestine de deli gönül mestine,
Âşık olan gül gönderir dostuna.
İpek mendilini attı üstüme,
Terlersen sevdiğim sil dedi bana.

Karacaoğlan sırrın kime danışır
Siyah zülfü mah yüzüne kıvrışır
Ayrılanlar bir gün olur kavuşur
Ağlama sevdiğim gül dedi bana
*
Ben güzele güzel demem,
Güzel benim olmayınca.
Muhanetin kahrın çekmem,
Gel deyip de gelmeyince

Gelirim amma, döverler,
Bizi bu ilden kovarlar.
Güzel olanı severler,
Ben ölürüm görmeyince.

Senin çağın geçer olur,
Bu dünyalar kime kalır?
Tomurcuk gül gazel olur,
Vaktinde derilmeyince.

Karac'oğlan, sözün haktır,
Düşmanın dostundan çoktur.
Bize hiç ayrılık yoktur,
Ya sen ya ben ölmeyince.


*
Gel gönül, gurbete gitme,
Ya gelinir ya gelinmez.
Her güzele meyil verme,
Ya sevilir, ya sevilmez.

Karac'oğlan düşse yola,
Hızır yardım etse bile.
Yâr dediğin demir kale,
Ya alınır, ya alınmaz.

*
Gurbette ömrüm geçecek,
Bir daracık yerim de yok.
Oturup derdim dökecek,
Bir münasip yârim de yok.

Uçtu genç şahanım, uçtu,
Kaçarak deryayı geçti.
Gönlüm bir güzele düştü,
Sarf edecek malım da yok.

Karac'oğlan, dünya fâni,
Toprak emer tatlı canı.
Hastalandım, ilâç hani?
Bir acısız ölüm de yok.

*
İncecikten bir kar yağar,
Tozar Elif, Elif diye.
Deli gönül abdal olmuş,
Gezer Elif, Elif diye

Elif kaşlarını çatar,
Gamzesi sineme batar.
Ak elleri kalem tutar,
Yazar Elif, Elif diye.

Evlerinin önü çardak,
Elif'in elinde bardak.
Sanki yeşil başlı ördek,
Yüzer Elif, Elif diye

Karac'oğlan, eğmelerin,
Gönül sevmez değmelerin.
İliklenmiş düğmelerin,
Çözer Elif, Elif diye

*
Dinle, sana bir nasihat edeyim,
Hatırdan, gönülden geçici olma.
Yiğidin başına bir iş gelince,
Sırrını ellere açıcı olma

Mecliste arif ol, kelâmı dinle,
El iki söylerse, sen birin söyle.
Elinden geldikçe iyilik eyle,
Hatıra dokunup yıkıcı olma

Dokunur hatıra kendini bilmez,
Asilzadelerden hiç kemlik gelmez.
Sen iyilik et de, o zayi olmaz,
Darılıp da başa kakıcı olma

El ariftir, yoklar senin bendini,
Dağıtırlar tuzağını, fendini.
Alçaklarda otur, gözet kendini,
Katı yükseklerden uçucu olma

Muradım nasihat, bunu söylemek,
Size layık olan, onu dinlemek.
Sev seni seveni, zay'etme emek,
Sevenin sözünden geçici olma

Karac'oğlan der ki sözün başarır,
Aşkın deryasını boydan aşırır.
Seni bir mecliste hacil düşürür,
Kötülerle konup göçücü olma
*
Kötü avratlara etmen emeği,
Midem çekmez pişirdiği yemeği,
Kazandan çıktı bir kıl eneği,
Alman kötü avradı hörü de olsa

Kötü avrat dersen çığıştan düşmez,
Üfürür üfürür mancası pişmez.
Bir at üste versen kimse değişmez,
Alman kötü avradı hörü de olsa

Kaşını yıkmış da yüzün şişirir,
Samranı samranı manca pişirir.
Döşeği yaz deyince çulu devşirir
Alman kötü avradı hörü de olsa



Karac'oğlan der ki Mevlâ’m yaratır,
Çocuğunu varır ele beletir.
Kabını yumaz da ele yalatır,
Alman kötü avradı hörü de olsa


*
İndim, seyran ettim Firengistan'ı
İlleri var, bizim ile benzemez.
Levin tutmuş goncaları açılmış,
Gülleri var, bizim güle benzemez

Göllerinde kuğuları yüzüşür,
Meşesinde sığırları böğrüşür,
Güzelleri şarkı söyler, çığrışır,
Dilleri var, bizim dile benzemez

Gelip seyrederler Karadeniz'i,
Kanları yok, sarı sarı benizi.
Övün etmiş kara etli domuzu,
Dinleri var, bizim dine benzemez

Akılları yoktur, küfre uyarlar,
İmanları yoktur, cana kıyarlar,
Başlarına siyah şapka giyerler,
Beğleri var, bizim beğe benzemez

Karac'oğlan der ki dosta darılmaz
Hasta oldum hatırcığım sorulmaz.
Vatan tutup bu yerlerde kalınmaz,
İlleri var, bizim ile benzemez



*
Hakk'ın kandilinde gizli sır idim,
Anamın beline indirdin beni.
Ak mürekkep idim, kızıl kan ettin,
Türlü irenklerde yandırdın beni.

Anamın karnında ben neler gördüm
Yedi derya geçtim, ummana daldım
Dokuz aylık yoldan sefere geldim,
Bir kapısız hana indirdin beni.

Ben de bildim şu dünyaya geldiğim,
Tuzlandım da çaputlara belendim.
Bir zaman da beşiklerde sallandım,
Anamın sütüne kandırdın beni.

Beş yaşında akıl geldi başıma,
On yaşında gider oldum işime.
Varıp da değince on beş yaşıma,
Bir kuru sevdaya yeldirdin beni.

On beş yaşadım, yirmiye yol oldu,
Otuzunda çevre yanım göl oldu.
Kırk yaşadım hayrım, şerrim bell'oldu
Hayrımı, şerrimi bildirdin beni.
Ellisinde yolum yokuşa düştü,
Altmışında hazır bildiğim geçti.
Yetmişinde biraz tebdilim şaştı,
Mertebe mertebe indirdin beni.

Sekseninde beratcığım yazıldı,
Doksanında kan damarım üzüldü.
Yüz yaşadım kabirciğim kazıldı,
Şu kara toprağa gönderdin beni.

Karac'oğlan der ki yakıp yandırdın,
Aşkın şerbetini verdin kandırdın.
En sonunda Azrail'i gönderdin,
Birden doğmamışa döndürdün beni.



*
Bir sofra isterim kimse sermedik
Bir yayla isterim, kimse konmadık,
Bir güzel isterim, yâd el değmedik,
Ellenmiş de belenmişi n'ideyim

Severim güzeli bönce olursa,
Boyu uzun, beli ince olursa.
Severim atımı dinççe olursa,
Kovulmuşu, yorulmuşu n'ideyim

Karac'oğlan der ki kolu kırarım,
Nedir yüce dağlar size zararım
Ararsam pınarın gözün ararım,
Bulanmış da durulmuşu n'ideyim

*
Evvel Allah, ahir Allah,
Ondan ulu gelmemiştir.
Hak Muhammed'den sevgili,
Hakk'ın kulu gelmemiştir
….
Karac'oğlan, Hakk'a yalvar,
Verdiğine günah ol dar.
Şu âlemde eksiksiz yâr,
Kimse bulup gelmemiştir

*
Bir kız ile bir gelinin bahsi var,
İkisinin cüdâ düşmüş arası.
Kadir Mevlâ’m hub yaratmış onları,
Hilâl hilâl kaşlarının arası

Kız da der ki al çiçeğin moruyum,
Yiğitlerin bedestende nuruyum,
El değmedik bir tanecik arıyım,
Peteklerim mühürlüdür bal ile

Gelin der ki yaylaları yaylarsın,
Çıkar yükseklere seyran eylersin,
Kuzum a kız, niçin yalan söylersin?
El değmemiş arıda bal olur mu?
Elmanın iyisin yüke tutarlar,
Çürük çarığın yabana atarlar.
Kız ile gelini bir mi tutarlar?
Yorma gelin yorma, oğlan benimdir

Gelin der ki kalk gidelim pazara,
Uğratalım usul boyu nazara.
Beş on türlü meyve gelir pazara,
Yetkini m'alırlar, yoksa hamı mı

Kız da der ki sarı yıldız doğma mı?
Doğup doğup orta yere gelme mi?
Bir gecem de bin geceye değme mi?
Yorma gelin yorma, oğlan benimdir

Gelin der ki allı pullu başım var,
Ak alın altında hilâl kaşım var.
Hey kız, senin bir gececik işin var,
İkincisi, sen de bana dönersin

Karac'oğlan ben bu düşü yoramam,
Amel defterimi tutup düremem.
Gelin iyi, kıza kötü diyemem,
İkiniz de benimsiniz sevdiğim



*
Dolandım da geldim Rum ile Şam'ı,
Sevdiğim yüzünün nuru kalmamış.
Uğrun uğrun aşinalık ederken,
Şimdi söyleyecek dilin kalmamış

Kömür gözlüm ben de bunu bilmedim
Yıkılıp bahçene gülün dermedim.
Bir gece koynunda mihman olmadım,
Şimdi el değmedik yerin kalmamış

Uyma dilber, uyma kötü adama,
Serimi koymuşum gelen kadana.
Çoluk çocuk doldurmuşsun odana,
Varıp oturacak yerin kalmamış



*
Bir yiğit de bir güzeli severse,
Emrettiği yere hemen gelmeli.
Ardına düşmeyle güzel sevilmez,
Güzelleri koşup koşup bulmalı

Karac'oğlan der ki n'olup, n'olmadan,
Dost ağlayıp düşman bize gülmeden,
Biri ölüp biri ile kalmadan,
Ölecekse, ikisi de ölmeli




*
N'ideyim dünyada malı?
Boyunca giyinmiş alı.
Payas'ın da portakalı,
Turunç olmuş memeleri

Cemali gösteren beldir,
İhsan eyle, beni öldür.
Biri reyhan, biri güldür,
Ne hoş kokar memeleri

Karac'oğlan, böyle demiş,
Balınan, kaymağın yemiş.
Biri altın, biri gümüş,
Ne pahalı memeleri



*
Yaz gelip de, beş ayları doğunca,
Açılmış bahçenin gülleri güzel.
Yaktı beni Fadime'nin nazarı,
Zülüften ayrılmış telleri güzel

Elif'i dersen de nazlıdır nazlı,
Esme'yi dersen de sırf ala gözlü.
Söyletme Şerfe'yi, bülbül avazlı,
Söylüyor Zilha'nın dilleri güzel

Emine'yi dersen, incedir ince,
Bağdat'ın, Mısır'ın gülleri gonca.
Ayşe'nin kaşı da kalemden ince,
Sevmeye Hörü'nün belleri güzel

Döne, güzelliğin halka bildirir,
Kamer, pınardan da kabın doldurur.
Ayşe yürüyüşün beni öldürür,
Sevmeli Cennet'in boyları güzel

Karadan da Karac'oğlan, karadan,
Sürün çirkinleri, çıksın aradan.
Herkese sevdiğin verse Yaradan,
Sevdiğim Meryem'in benleri güzel
















RUHSATÎ
(1835–1911)

Sivas’ın Kangal ilçesinin Deliktaş köyünde doğdu. Bir şiirinde, “Elli birde zuhur edip / Doğup cihana geldim ben” diyerek 1251’de (1835) doğduğunu belirtir. Asıl adının Mustafa olduğu, “Mustafa’dır öz adım / Mahlasım Ruhsat koydum” mısralarından anlaşılmaktadır. Babasının adı Şeyh Mehmed, annesinin adı Safiye’dir. Deliktaş’ta doğup orada yaşadığı için uzun süre Deliktaşlı Ruhsatî diye anılmıştır.

On ikime kadem bastım başıma kıldım nazar
Peder mâder gitti yetim yaşıma kıldım nazar

beytinde on iki yaşındayken hem annesini hem babasını kaybettiğini belirten Ruhsatî dört evlilik yaptığını ve bu evliliklerden yirmi üç çocuğunun olduğunu söyler.

Eğer nikâhtan sorarsan dördü bitirdim tamam
Eğer evlâttan sorarsan yigirmi üçtür heman

Ruhsatî ömrü boyunca hanımlarının ve çocuklarının ölümünden dolayı büyük acılar çekmiş, hep geçim sıkıntısı içinde yaşamış, Deliktaş’ta azeblik, çobanlık, amelelik, yarıcılık, su bekçiliği ve duvarcılık yaparak geçimini sağlamaya çalışmıştır.

Şevketlüm bir defa tebdil kıyafet
Gezmek vecîbe-i zimmetinizdir
Memleketin bir tutarı kalmadı
Düzmek vecîbe-i zimmetinizdir

dörtlüğüyle başlayan şiirinde devlet ricâlini kötülediği için bir süre hapsedilen Ruhsatî’nin ömrünün sonuna doğru köyünde imamlık görevinde bulunduğu söylenmektedir.

Ruhsatî’nin bir köy şairi olduğu ve yeterli tahsil görmediği kanaati yaygındır. Ancak büyük ihtimalle Arap kaynaklı olan, halk tarafından aşk hikâyeleri ve cenk kitapları gibi ilgi gören Uğru ile Kadı hikâyesini nazma çekmesinden, şiirlerinde âyet, hadis ve kelâm-ı kibara yer vermesinden Arapçaya yabancı olmadığı, bir caminin inşası için söylediği, “Târîhini tarh eyledim hesâb-ı ebced ile / Biri gayın birisi şîn bâ ile tamam” mısralarından ebced hesabını bildiği anlaşılmaktadır.

Şiirlerinde “Ruhsat, Ruhsat Baba, Âşık Ruhsat” mahlasları yanında en çok “Ruhsatî” mahlasını kullanan şaire bu mahlası Sivas’ın Karabaşı köyünden Şeyh İbrâhim Efendi vermiştir.

Ruhsati, badeli bir âşıktır.

Bir gece menamda gördüm muhabbetin badesin
İçmeden mest eyledi fincana aklım yetmedi

Baktım bir bade sundular yatarken bir gece ben
Anasından doğduğuna oldu pişman sanmasın

Ben değilim Hak söyletir dilimi
Bade içtim kimse bilmez hâlimi

İrticâlen güzel şiirler söyleyen, ancak saz çalamayan şair ömrü boyunca arzu ettiği şöhrete kavuşamamıştır. Ruhsatî’nin bazı saz şairleri gibi hem hece hem aruz ölçüsüyle şiirleri varsa da onun şairlik gücünü yansıtan şiirleri hece vezniyledir. 500’e yakın şiirinin yarıdan fazlası koşmadır. Diğerlerini semâi nazım biçimiyle ve aruz ölçüsüyle söyledikleri oluşturur. Genellikle üç beş dörtlükten oluşan şiirleri ölçü, durak, kafiye ve redif bakımından sağlam sayılabilecek bir yapıya sahiptir. Dilinin sade olması, aşk, ölüm, gurbet, yoksulluk, zamandan şikâyet, din, tabiat gibi konuları etkili biçimde dile getirmesi Ruhsatî’nin önemli özellikleridir. Ruhsatî şiirlerinin bir bölümünde bir âşık gibi kalbi heyecanla çarpan, tabiattan zevk alan, toplumun bozuk yönlerini gören bir saz şairi, bir bölümünde öğüt veren, fâni güzelliklere aldanmayan, mütevekkil bir derviş edasındadır. Âşık edebiyatı içinde bir âşık kolunun kurucusu sayılan Ruhsatî’nin birçok şiiri günümüzde türkü ve ilâhi olarak söylenmektedir.

Ruhsatî’nin ölüm tarihi kesin olarak bilinmemekte, M. Fuad Köprülü onun 1899’da, Kadri Özyalçın - Kemal Gürpınar 1901’de, Vehbi Cem Aşkun ile Eflatun Cem Güney ise 1911’de vefat ettiğini söylemektedir. Şiirlerinde yaşının yetmişe dayandığını belirtmesi, 1903’te Sivas valisi olan Reşid Paşa’dan ve Sultan Mehmed Reşad’ın saltanatından (1909-1918) söz etmesi 1911 yılında öldüğü yolundaki görüşü daha güçlü kılmaktadır. Mezarı Deliktaş’ta kendisinden önce ölen oğlu Âşık Minhâcî’nin yanındadır. Taşında,

Ruhsatî Azrâil gezer kastıma
Hakkım helâl olsun eşim dostuma
Bir belli taş dikin başım üstüne
Bir gün devir döner belirsiz olur

dörtlüğünün bulunduğu mezar 1970’li yılların başında Sivas Valisi Celal Kayacan tarafından yaptırılmıştır.


ŞİİRLERİNDEN ÖRNEKLER


Çok şükürler olsun gani Mevla’ya
Çoğu fark etmezdik az olmayınca
Kışı cehenneme misal yaratmış
Cenneti bilmezdik yaz olmayınca

Yüzümü ben Hakk’a eyledim türab
Cümleye yardım et ey gani Yarab
Nice bin gölleri eylersin harab
İçinde turnası koy olmayınca

Bir gün olur elin ermez dilbere
Genç iken kendine bir derman ara
Kim olursa olsun girer vebale
Ölçekte terazi düz olmayınca

Yârim ile gördüm sefayı demi
Gitmiyor başımdan dünyanın gamı
Ruhsati zamane tutmaz adamı
Elinde kemanı saz olmayınca

*

Nasıl vasfedeyim güzelim seni
Rumeli Bosna’yı değer gözlerin
Dünyaya gelmemiş eşin akranın
İzmir’i Konya’yı değer gözlerin

Kimsede görmedim sendeki nazı
Tunus Tırablus Mısır Hicaz’ı
Kars’ı Kağızman’ı Acem Şiraz’ı
Girid’i Yanya’yı değer gözlerin

Yüzünde görünür Yusuf nişanı
Yüzünü görenler çeker efganı
Büsbütün Gürcistan Erzurum Van’ı
Belh’i Buhara’yı değer gözlerin

Ruhsatî’m eyledim senin de medhin
Al yanaktan bir buse ver himmetin
Yüz bin sarraf gelse bilmez kıymetin
Âhirî dünyaya değer gözlerin
Ben arifim diye sürme meydana
Bir tenhada irfanına iyce bak
Âlem bu ya senden kâmil bulunur
Teraziyle dört yanına iyce bak

Bazı ahmak sözün bilmez tutulur
Nohut gibi her mancaya katılır
Kâmil meclisinde gevher satılır
Cilâ gelir imanına iyce bak

Cahil meclisinde satma güheri
Ne bilsin kadrini beyni serseri
Bir münasip söz bul kapat defteri
Mukayyet ol lisanına iyce bak

Azıcık söylersen olursun rahat
Boş durma kalbinden getir salâvat
Ki sende var ise din ü diyanet
İstikamet erkânına iyce bak

Kimisi söylerken vurur kafana
Ne kisbine fayda ne de safana
Durma savuş sarılmadan yakana
Yüze güler düşmanına iyce bak

Kimi gıybet söyler kimisi yalan
Demez ki imanım oluyor talan
Hiç bulunmaz kendi aybını bilen
Sen adam ol noksanına iyce bak

Kimi bir iftira çıkarır yoktan
Ne nâstan utanır ne korkar Hak’tan
Kimisi kendini düşürür tahttan
Açık gezen şeytanına iyce bak

Kimi zarafetle işin bitirir
Kimi ferasetle dinin yitirir
Kimi yıkar ocağını batırır
Emmi dayı gümanına iyce bak

Kimsenin aybına sen olma nazır
Cümlenin Hâlik’ı her yerde hazır
Belki meclisinde bulunur Hızır
Kalp gözüyle dört yanına iyce bak

Eğer ki bir zalim seni döverse
Sükût eyle sakalına söverse
Baktın ayağına bir taş değerse
Sabreyleyip isyanına iyce bak

Etme bir kimseye sakın intizar
Hakkını hak eder ol Perverdigâr
Eğer bir kimseyle edersen pazar
Arşınına mizanına iyce bak

Edepli ol edebini takın ha
Cahil meclisine olma yakın ha
Zamanenin nisasından sakın ha
Kan akıtır bühtanına iyce bak
Kurtarayım dersen eğer serini
Beş vakit namaza sarf et varını
Kardeşine bile deme sırrını
Kastederler öz canına iyce bak

İpeğini kara kıla katarlar
Güherini az parayla satarlar
Sonra seni pamuk gibi atarlar
Ey Ruhsatî zamanına iyce bak


*
Daha senden gayrı âşık mı yoktur
Nedir bu telaşın ey deli gönül
Hele düşün devr-i Âdem’den beri
Neler gelmiş geçmiş say deli gönül

Günde bir yol duman çöker serime
Elim ermez gidem kisb ü kârime
Kendi bildiğine doğrudur deme
Gel iki adama uy deli gönül

Şu yalan dünyadan ümidini üz
İnanmazsan bak kitaba yüz-be-yüz
Hanen mezaristan malın bir top bez
Daha doymadıysan doy deli gönül

Bir gün bindirirler ölüm atına
Yarın iletirler Hakk’ın katına
Topraklar susamış adam etine
Hep ağzını açmış hey deli gönül

Mevlâ’m kanat vermiş uçamıyorsun
Bu nefsin elinden kaçamıyorsun
Ruhsatî dünyadan geçemiyorsun
Topraklar başına vay deli gönül

*
Ya İlahi görünmezden bir devlet
Zekâtını veremezsem geri al
Helalinden dört öküz ver Yarabbi
Koşup çifte süremezsem geri al

Yoksulluğu ezberledim n’ideyim
Verin aşkın badesini yutayım
Biraz altın ver ki hacca gideyim
Bu kavl üzre duramazsam geri al

Çok verirsin bî-namaza hayına
Saldın beni züğürtlüğün yanına
Köprüler yaptıram Tecem suyuna
Kâgir bina kuramazsam geri al

Bir söz ver Yarabbi göreyim simdi
Yoksulluk elinden ciğerim yandı
Üryana bir gömlek yetime Hindî
Rızan için saramazsam geri al


Ne mümkün Yarabbim yolundan sapam
Ruhsat’ın terk edip dünyaya tapam
Senin rızan için bir oda yapam
İki minder seremezsem geri al

*
Zenginin züğürdün vasfın edeyim
Züğürt nere varsa han da bulamaz
Zengine baklava börek çekilir
Züğürt arpa darı nan da bulamaz

Zenginin yoluna çıkarlar karşı
Aralıkta kalır züğürdün başı
Zenginler giyerler kutnu kumaşı
Züğürt bacağına don da bulamaz

Zenginin yoluna olurlar türap
Züğürt nere varsa her işi harap
Zenginler giyerler kundura çorap
Züğürt ayağına gön de bulamaz

Zenginin faytonu dağlardan aşar
Züğürt düz ovada yolundan şaşar
Zenginin helvası bal ile pişer
Züğürt herlesine un da bulamaz

Zenginin iki üç kat olur damı
Gece şule vermez züğürdün mumu
Kızılırmak gibi zenginin demi
Züğürt damarında kan da bulamaz

Zengin nere varsa ırahat olur
Züğürdün her işi kabahat olu
Zenginin kefeni dokuz kat olur
Züğürt kefenine yen de bulamaz

RUHSAT bu güftarı yazar bitirir
Züğürdün vasfını yazar bitirir
Zengin zemheride terler oturur
Züğürt ağustosta gün de bulamaz



*
Bir vakte erdi ki bizim günümüz
Yiğit belli değil mert belli değil
Herkes yarasına derman arıyor
Devâ belli değil dert belli değil

Fark eyledik ahir vaktin yettiğin
Merhamet çekilip göğe gittiğin
Gücü yeten soyar gücü yettiğin
Papak belli değil Kürt belli değil

Adalet kalmadı hep zulüm doldu
Geçti şu baharın gülleri soldu
Dünyanın gidişi acayip oldu
Koyun belli değil kurt belli değil

Başım ayık değil kederden yastan
Ah ettikçe duman çıkıyor baştan
Harâba yüz tuttu bezm-i gülistan
Yayla belli değil yurt belli değil


Çark bozulmuş dünya ıslah olmuyor
Ehl-i fukaranın yüzü gülmüyor
Âşık Ruhsat dediğini bilmiyor
Yazı belli değil hat belli değil

















































ÂŞIK VEYSEL ŞATIROĞLU

Veysel, 1894 yılının güz aylarında Şarkışla ilçesinin Sivrialan köyünde doğmuştur. Şatıroğulları sülâlesindendir. Babası köyde Karacaahmet diye anılan Ahmet’tir. Annesinin adı da Gülizar’dır. Çocukluğu ve gençliği köyde geçmiştir. Veysel, iki iki kere evlenmiştir. Eşlerinin adı Elif ve Gülizar’dır. İlk eşiyle sekiz sene evli kalmıştır. Daha sonra Hafik’in Karayaprak köyünden Gülizar’la evlenmiştir. Bu evlilikten de Zöhre Beşer, Ahmet, Hüseyin, Menekşe Süzer, Bahri, Zekine (Sakine) ve Hayriye Özer adlarında yedi çocuğu olmuştur. Gülizar, 29 Ekim 1991’de vefat etmiştir.

Yedi yaşında iken geçirdiği çiçek hastalığı yüzünden önce sağ gözünü, daha sonra da babasının elindeki övendirenin saplanması üzerine sol gözünü kaybetti. İki gözü de görmeyen âşık, günlerini babasının Ortaköy’deki Mustafa Abdal tekkesinde kendisine aldığı üç telli kırık sazla geçirmeye başlamıştır. Önceleri çok acemi olması, başkaları gibi saz çalamaması şevkini kırmış, ancak babasının ısrarıyla ve kendisinin de yavaş yavaş saza hâkim olmasıyla, sonraki seneler iyi saz çalan bir usta olmuştur. İlk saz derslerini Molla Hüseyin’den alan Veysel’in ustalaşmasında, sık sık Emlek yöresine gelen Divriği’nin Çamşıhı yöresi saz ustalarından Ali Ağa’nın büyük oranda rolü olmuştur. Ali Ağa ona, Kul Abdal’ın, Emrah’ın, Tarsuslu Sıtkı’nın, Akkaşların Hüseyin’in, Kaleköylü Kemter Baba’nın ve İğdecikli Veli’nin şiirlerini çalıp öğretmiştir. Bunun yanında Emlek yöresi âşıklarından Ali İzzet Özkan, Mihmanî (Yüzbaşıoğlu), Devranî, Aziz Üstün, Hüseyin Gürsoy, Ali Özsoy Dede gibi simalar, Veysel’in bu vadide ilerlemesinde büyük pay sahibi olmuşlardır.

Veysel’in düşünce dünyasının zenginleşmesinde ufkunun açılmasında Mescit köyündeki Salman Baba’nın şüphesiz büyük payı vardır ve rolünü göz ardı etmemek gerekir. Ayrıca Veysel’in pek çok şiirinde Pir Sultan Abdal’ın, Kul Mustafa’nın, Kul Mehmed’in ve Ruhsatî’nin, Âşık Kerem’le Garib’in etkileri açıkça kendisini hissettirir. Etkilediği âşıklar içinde Orta Anadolu’da yaşayan âşıklar başta gelir.

Yirmi yaşlarına geldiğinde artık iyi saz çalan, iyi usta malı şiir okuyan bir halk sanatçısı olmuştur. Önceleri Ortaköy, Hüyük, Sarıkaya, Beyyurdu, Hardal, Viranyurt gibi çevre köylerde kendisini göstermiş, düğünlere gitmeye başlamıştır. Zamanla iki üç aylık sürelerle Sivas, Tokat, Kayseri ve Yozgat gibi illerin köylerine gitmiştir.

Onu kültürümüze kazandıran Ahmet Kutsi Tecer olmuştur. Onun yıldızı Ahmet Kutsi Tecer’in, 5–7 Kasım 1931 tarihinde Sivas’ta yaptığı I. Sivas Halk Şairleri Bayramı’na katıldıktan sonra parlar. İl bazında sanatını ilk icra ettiği yer Sivas’tır. Veysel, 5–7 Kasım 1931’de I. Sivas Halk Şairleri Bayramı’na katılır. Mecburî hizmet için 1930’da Sivas’a gelen Ahmet Kutsi Tecer, burada, Sivas Lisesi edebiyat öğretmeni Vehbi Cem Aşkun ve müzik öğretmeni Muzaffer Sarısözen ile tanışır. Ahmet Kutsi, önce “Halk Şairlerini Koruma Derneği”ni kurar ve başkanlığına Belediye Başkanı Hikmet Işık Bey’i getirtir. Halk türkülerinin, hikâyelerinin ve âşıklarının harman olduğu Sivas’ta derneğin tüzüğünde de yer aldığı gibi derhal bir âşıklar programı yapmayı düşünür. Halkın oldukça ilgi gösterdiği Âşıklar Bayramına; Revanî, Meslekî, Suzanî, Süleyman, Karslı Mehmet, Müştak, Yarım Ali, Talibî, Yusuf, San’atî, Ali gibi âşıklar katılır. Üç gün süren Bayram sonrası Tecer, iştirak eden âşıklara “Halk Şairi” olduklarına dair birer belge verir. Bu belge, gezici âşıklara gittikleri yerlerde pek çok kolaylık sağlar. Program sonrasında Veysel’e 10 lira verilmek istenir. O günlerde hemen her Anadolu köylüsü gibi oldukça yoksul durumda olan Veysel; “Siz bize değer verip buralara kadar çağırdınız; asıl bizim size vermemiz gerekir.” diyerek almak istemez, zorla eline 5 lira verirler.

1933’ten itibaren arkadaşı İbrahim’le ülkeyi dolaşmaya başlamıştır. İbrahim’le olan beraberliği 1940’lı yıllara kadar sürmüş; daha sonra onun yerini Küçük Veysel (Erkılıç) almıştır. Bu arada, İstanbul’a gidip plaklar doldurmuş; radyoda konser vermiştir. Veysel’in İstanbul’da doldurduğu plaklar içinde XIX. yüzyıl halk şairlerinden İğdecikli Veli’nin “Mecnun’um Leyla’mı gördüm” adlı türküsü ile kendisine ait olan “Atatürk’e Ağıt” adlı eseri çok ilgi görmüştür. 1940’ta İbrahim’den ayrılıp Küçük Veysel’le (Veysel Erkılıç), küçük Veysel’in de 1960 yılında ölmesi üzerine oğlu Ahmet Şatıroğlu ile birlikte ülkeyi gezmeye başlamıştır.


Veysel’in ömrünün belli bir bölümünü köy Enstitülerinde yaptığı öğretmenlik işgal eder. İyi bir aylıkla her sene bir enstitü olmak üzere Adapazarı Arifiye Köy Enstitüsü, Hasanoğlan Köy Enstitüsü, Eskişehir Çifteler Köy Enstitüsü, Kastamonu Gölköy Köy Enstitüsü, Yıldızeli Pamukpınar Köy Enstitüsü ve Samsun Lâdik Akpınar Köy Enstitüsünde çalışmıştır. Bu arada Çifteler Köy Enstitüsünde iken meşhur “Toprak” şiirini yazmıştır. Ayrıca Çanakkale’nin Savaştepe, Erzurum’un Pulur, Malatya’nın Akçadağ, Kırklareli’nin Kepirtepe, Adana’nın Düziçi Köy Enstitülerinde de konserler verir. Bu faaliyetleri 1941–1946 yılları arasında olur.

Veysel pek çok sanat faaliyetlerine katılmış, okul ve kışlalarda sayısız konserler vermiştir. Ayrıca 30 Ekim 1964’te Sivas’ta yapılan II. Sivas Halk Şairleri Bayramına ve 28-30 Ekim 1967’de Feyzi Halıcı’nın düzenlediği II. Konya Âşıklar Bayramı’na da katılmıştır.

1952 yılında İstanbul’da adına büyük bir jübile düzenlenen Âşık Veysel’e 1965 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından “ana dilimize ve millî birliğimize yaptığı hizmetlerden dolayı” özel bir kanunla vatanî hizmet tertibinden aylık bağlandı. Sağlığında, şiirlerini çalıp söylediği plakların yanında “Karanlık Dünya” adı ile kendisinin ve köyünün görüntülendiği bir de film yapıldı. 21 Mart 1973’te doğduğu köy olan Sivrialan’da öldü; aynı yerde toprağa verildi. Ölümünden sonra evi, içindeki bütün eşyaları ile korunarak müze haline getirildi. Ölüm yıl dönümlerinde köyünde yapılan törenlerle anılmaya başlandı.

Halkla aydınlar arasında bir köprü kurmuş bulunan Âşık Veysel’in şiirleri konu bakımından epeyce zengin bir çeşitlilik göstermektedir. Yunus’un etkisi altında kalarak söylediği şiirlerinde halk kültürünün mayasına karışan yönleriyle tasavvuftan izler bulunur. Aşk şiirlerindeki deyişleriyle bir yönden de Karacaoğlan’ın devamı gibidir. Şiirlerinde yer yer yöresinin ağız özellikleri de görülür. Sazı ve sesi zayıf olan Âşık Veysel, âşıklık geleneğinin hikâye anlatma, muamma asma ve çözme, atışmalarda bulunma gibi yönlerine uyamamış olsa bile çağının radyo, fabrika, tren, füze gibi yeniliklerine kucak açan şiirleriyle kendinden önceki âşıklardan ilerdedir. Âşık Veysel, bir yanı ile sürdürdüğü âşık şiiri geleneğini ve yaşadığı çağı şiirlerinde ustaca bir araya getirmiştir.

Gözlerinin görmemesi, şiirlerindeki tabii söyleyiş ve ezgilerinin orijinal oluşu, seçtiği konular ve sentezci yapısı Veysel’in şöhret kazanmasını sağlayan en önemli faktörlerdir. Şiirlerinde genellikle Veysel, bazen de Sefil Veysel ve Veysel Şatır gibi mahlaslar kullanmıştır. Veysel, bir şiiri hariç, bütün şiirlerini dörtlüklerle vücuda getirmiştir. En çok yarım kafiyeyi kullanmıştır. Şiirlerinde ağız özelliklerini muhafaza etmiştir. Veysel, hemen her konuda şiirler söylemiştir. Ancak orijinaldir ve kendisine hastır. Bunu ezgileri ile de bütünleştirince ister istemez şöhrete ulaşmıştır. Şiirlerinde her ferdin düşüncesine, duygusuna, inancına ve dünya görüşüne yer vermiş birisi olarak yergi-eleştiri, dinî-tasavvufî-mistik, millî, kendisiyle ilgili, ünlü kişiler, kuruluş-tesis, gurbet, gönül, yurt-belde, öğüt, fanilik, zümre” gibi konuları ele almıştır. İşlediği konular göz önünde tutulduğunda Veysel’in dert, tabiat, vatan-millet ve birlik şairi olduğunu söyleyebiliriz.

Veysel hakkında bugüne kadar yüzlerce makale, bildiri, konferans, radyo televizyon yayını anma günleri de dâhil olmak üzere çok çeşitli çalışmalar yapılmıştır. Bugüne kadar Veysel’le ilgili 35 kitap yayımlanmıştır. Milliyet Sanat Dergisi, Sivas Folkloru Dergisi, Türk Folklor Araştırmaları, Maya Dergisi, Halk Ozanlarının Sesi gibi dergiler bir sayısını Âşık Veysel Özel Sayısı yapmıştır. Bunların dışında ülke dışında da onun hakkında İngilizce ve Fransızca makaleler çıkmıştır. Bunlara bakarak edebiyatımızda hakkında en fazla çalışma yapılan âşığın Veysel olduğunu söyleyebiliriz. 1953 yılında çekilmiş böyle bir film vardır. Metin Erksan’ın yönetmenliğini yaptığı “Karanlık Dünya” adlı bir film çekilmiştir. Filmin başrollerini Aclan Sayılgan ile Ayfer Feray paylaşmıştır. Filmin senaryosu Prof. Dr. Bedri Rahmi Eyüboğlu’na aittir. Ümit Yaşar Oğuzcan’ın 1973’te bütün şiirleri yayımladığı “Dostlar beni Hatırlasın” adlı kitapta Veysel’in 158 şiiri bulunmaktadır. Aradan geçen otuz yıl içinde pek çok sözlü ve yazılı kaynağa müracaat edilerek bu sayı 179’a çıkarılmıştır. Yıllarca, çeşitli vesilelerle yurdun muhtelif yörelerinde düzenlenen programlara katılan Veysel, son konserini 15 Ağustos 1971’de Hacıbektaş’ta vermiştir. Artık günden güne güçsüzleşmiş olan Veysel’in, yapılan muayenesinde akciğer kanseri olduğu anlaşılmıştır. 21 Mart 1973 günü bir Nevruz sabahına doğru vefat etmiştir.

Son nefesini verme vaktinin yanaştığını fark eden oğlu teybini açıp sormuş: “-Baba, vakit doluyor gibi, sesin bizlere hâtıra kalacak! Bize bir şeyler söyle ” Âşık Veysel’in sesi yorgun, cümleleri kesik kesiktir ama tam da Âşık Veysel’e yakışacak güzelliktedir: “ Ne diyeyim oğul? Ne diyeyim? Birbirinizle, konu komşuyla iyi geçinin. Dirliğiniz, düzeniniz bozulmasın Herkesin günahı kendine. Keçiyi keçi bacağından asarlar, koyunu koyun bacağından ” Bir süre susar Âşık Veysel. Yumuşak, sıcak ama halsiz bir ses tonuyla Allah’a yönelir. Niyâzı Yaradan’adır: “Külli şeye kâdirsin ya Rabbim. Sen bağışlayıcısın ya Rabbim. Sen affedicisin ya Rabbim. ” Ve Âşık Veysel Şatıroğlu, bu sözlerden birkaç saat sonra,1894 yılında dünyaya geldiği tarla yoluna gömülmek üzere, 21 Mart 1973’ün sabaha karşı saat 03.00’ünde son nefesini verir, ruhunu teslim eder

ŞİİRLERİNDEN ÖRNEKLER


Göklerden süzüldüm tertemiz indim
Yere indim yedi renge boyandım
Boz bulanık bir sel oldum yürüdüm
Çeşit çeşit türlü renge boyandım
Veysel yoktan geldim yok oldum gittim
Ben diyenler yalan, gerçeği seçtim
Bir buhar halinde göklere uçtum
Kayboldum o sırlı renge boyandım

*
Saklarım gözümde güzelliğini
Her nereye baksam sen varsın orada
Kalbimde saklarım muhabbetini
Koymam yabancıyı sen varsın orada

Hayyam’a görünmüş kadehte meyde
Neyzen’e görünmüş kamışta neyde
Veysel’e görünür mevcut her yerde
Ne sen var ne ben var bir tane Gaffar

*
Aşkın beni elden ele gezdirdi
Çok dolandım bulamadım eşini
Beni candan usandırdı bezdirdi
Tuzlu imiş yiyemedim aşını

Benim ile gezdin beni arattın
Beraber oturup beraber yattın
Türlü türlü güllerinden koklattın
Âşık ettin güle bülbül kuşunu

Altmış iki yıldır seni ararım
Tükendi sabrım yoktur kararım
Dağa taşa kurda kuşa sorarım
Kimse bilmez hikmetini işini

Her millete birer yüzden göründün
Kendini sakladın sardın sarındın
Bu dünyayı sen yarattın girindin
Her nesnede gösterirsin nakşını.

Görenlere açık körlere gizli
Kimine göründün oruç namazlı
Veysel'e göründün cilveli nazlı
Tutan bırakır mı senin peşini.



*
Bu âlemi gören sensin
Yok gözünde perde senin
Haksıza yol veren sensin
Yok mu suçun burada senin

Kilisede despot keşiş
İs’Allah’ın oğlu demiş
Meryem Ana neyin imiş
Bu işin var bir de senin

Kimden korktun da gizlendin
Çok arandın çok izlendin
Göster yüzün çok nazlandın
Yüzün mahrem ferde senin

Bin bir ismin bir cismin var
Oğlun kızın ne hısmın var
Her bir renkte (i)resmin var
Nerde baksam orda senin

Türlü türlü dillerin var
Ne acayip hallerin var
Ne karanlık yolların var
Sırat köprün nerde senin

Âdem’i sürdün bakmadın
Cennete de bırakmadın
Şeytanı niçin yakmadın
Cehennemin var da senin

Kâinatı sen yarattın
Her şeyi yoktan var ettin
Beni çıplak dışar’attın
Cömertliğin nerde senin

Veysel neden aklın ermez
Uzun kısa dilin durmaz
Eller tutmaz gözler görmez
Bu acayip sır da senin

*
Uzun ince bir yoldayım
Gidiyorum gündüz gece
Bilmiyorum ne haldeyim
Gidiyorum gündüz gece

Dünyaya geldiğim anda
Yürüdüm aynı zamanda
İki kapılı bir handa
Gidiyorum gündüz gece

Uykuda dahi yürüyom
Kalmaya sebep arıyom
Gidenleri hep görüyom
Gidiyorum gündüz gece

Kırk dokuz yıl bu yollarda
Ovada dağda çöllerde
Düşmüşem gurbet ellerde
Gidiyorum gündüz gece

Düşünülürse derince
Irak görünür görünce
Yol bir dakka miktarınca
Gidiyorum gündüz gece

Şaşar Veysel işbu hâle
Gâh ağlayan gâhî güle
Yetişmek için menzile
Gidiyorum gündüz gece



*
Ben gidersem sazım sen kal dünyada
Gizli sırlarımı aşikâr etme
Lâl olsun dillerin söyleme yâda
Garip bülbül gibi ah ü zâr etme

Gizli dertlerimi sana anlattım
Çalıştım sesimi sesine kattım
Bebe gibi kollarımda yaylattım
Hayâl-i hatır et beni unutma

Bahçede dut iken bilmezdin sazı
Bülbül konar mıydı dalına bazı
Hangi kuştan aldın sen bu avazı
Söyle doğrusunu gel inkâr etme

Benim her derdime ortak sen oldun
Ağlasam ağladın gülersem güldün
Sazım bu sesleri turnadan m’aldın
Pençe vurup sarı teli sızlatma


Ay geçer yıl geçer uzarsa ara
Giyin kara libas yaslan duvara
Yanından göğsünden açılır yara
Yâr gelmezse yaraların elletme

Sen petek misâli VEYSEL de arı
İnleşir beraber yapardık balı
Ben bir insanoğlu sen bir dut da
Ben babamı sen ustanı unutma


*
Güzelliğin on par’etmez
Bu bendeki aşk olmasa
Eğlenecek yer bulaman
Gönlümdeki köşk olmasa

Tabirin sığmaz kaleme
Derdin dermandır yâreme
İsmin yayılmaz âleme
Âşıklarda meşk olmasa

Kim okurdu kim yazardı
Bu düğümü kim çözerdi
Koyun kurt ile gezerdi
Fikir başka başk’olmasa

Güzel yüzün görülmezdi
Bu aşk bende dirilmezdi
Güle kıymet verilmezdi
Âşık ve maşuk olmasa

Senden aldım bu feryadı
Bu imiş dünyanın tadı
Anılmazdı VEYSEL adı
O sana âşık olmasa


*
Allah birdir Peygamber Hak
Rabbü’l-âlemin’dir mutlak
Senlik benlik nedir bırak
Söyleyim geldi sırası

Kürt’ü Türk’ü ne Çerkez’i
Hep Âdem’in oğlu kızı
Beraberce şehit gazi
Yanlış var mı ve neresi

Kur’an’a bak İncil’e bak
Dört kitabın dördü de Hak
Hakir görüp ırk ayırmak
Hakikatte yüz karası

Bin bir ismin birinden tut
Senlik benlik nedir sil at
Tuttuğun yola doğru git
Yoldan çıkıp olma asi

Yezit nedir ne Kızılbaş
Değil miyiz hep bir kardaş
Bizi yakar bizim ataş
Söndürmektir tek çaresi

Kişi ne çeker dilinden
Hem belinden hem elinden
Hayır ve şer emelinden
Hakikat bunun burası

Bu âlemi yaratan bir
Odur külli şeye kadir
Alevî Sünnilik nedir
Menfaattir varvarası

Cümle canlı hep topraktan
Var olmuştur emir Hak’tan
Rahmet dile sen Allah’tan
Tükenmez rahmet deryası

VEYSEL sapma sağa sola
Sen Allah’tan birlik dile
İkilikten gelir belâ
Dava insanlık davası


*
Beni hor görme kardeşim
Sen altınsın ben tunç muyum?
Aynı vardan var olmuşuz
Sen gümüşsün ben saç mıyım?

Ne var ise sende bende
Aynı varlık her bedende
Yarın mezara girende
Sen toksun da ben aç mıyım?

Kimi molla kimi derviş
Allah bize neler vermiş
Kimi arı çiçek dermiş
Sen balsın da ben ceç miyim?

Topraktandır cümle beden
Nefsini öldür ölmeden
Böyle emretmiş yaradan
Sen kalemsin ben uç muyum?

Tabiata VEYSEL âşık
Topraktan olduk kardaşık
Aynı yolcuyuz yoldaşık
Sen yolcusun ben bac mıyım?

*

Vatan sevgisini içten duyanlar
Sıtkı ile çalışır benimseyerek
Milletine, ulusuna uyanlar
Demez neme lazım, neyime gerek

Her ferdin hakkı var, bizimdir vatan
Babamız, dedemiz döktüler al kan
Hudut boylarında can verip yatan
Saygıyla anarız, şehit diyerek

Vatan aşkı ile çalışan kafa
Muhakkak erişir öndeki safa
Tesir nüfuz olur her bir tarafa
Herkes onu büyük tanır severek

Olmak istiyorsan dünyada mesut
Hakk’a, halka yarayacak bir iş tut
Çalıştır oğlunu, kızını okut
İnsan olmak için okumak gerek

Vatan bizim, ülke bizim, el bizim
Emin ol ki her çalışan kol bizim
Ay yıldızlı bayrak bizim, mal bizim
Söyle Veysel öğünerek, överek


*
Dost dost diye nicesine sarıldım
Benim sadık yârim kara topraktır
Beyhude dolandım boşa yoruldum
Benim sadık yârim kara topraktır

Nice güzellere bağlandım kaldım
Ne bir vefa gördüm ne fayda buldum
Her türlü isteğim topraktan aldım
Benim sadık yârim kara topraktır

Koyun verdi kuzu verdi süt verdi
Yemek verdi ekmek verdi et verdi
Kazma ile dövmeyince kıt verdi
Benim sadık yârim kara topraktır

Âdem’den bu deme neslim getirdi
Bana türlü türlü meyve yetirdi
Her gün beni tepesinde götürdü
Benim sadık yârim kara topraktır

Karnın yardım kazmayınan belinen
Yüzün yırttım tırnağınan elinen
Yine beni karşıladı gülünen
Benim sadık yârim kara topraktır

İşkence yaptıkça bana gülerdi
Bunda yalan yoktur herkes de gördü
Bir çekirdek verdim dört bostan verdi
Benim sadık yârim kara topraktır

Havaya bakarsam hava alırım
Toprağa bakarsam dua alırım
Topraktan ayrılsam nerde kalırım
Benim sadık yârim kara topraktır

Dileğin var ise iste Allah’tan
Almak için uzak gitme topraktan
Cömertlik toprağa verilmiş Hak’tan
Benim sadık yârim kara topraktır

Hakikat ararsan açık bir nokta
Allah kula yakın kul da Allah’ta
Hakk’ın gizli hazinesi toprakta
Benim sadık yârim kara topraktır

Bütün kusurumuz toprak gizliyor
Merhem çalıp yaralarım düzlüyor
Kolun açmış yollarımı gözlüyor
Benim sadık yârim kara topraktır

Her kim ki olursa bu sırra mazhar
Dünyaya bırakır ölmez bir eser
Gün gelir VEYSEL’i bağrına basar
Benim sadık yârim kara topraktır
*
Yeni mektup aldım gül yüzlü yârdan
Gözletme yolları gel deyi yazmış
Sivralan köyünden bizim diyardan
Dağlar mor menevşe gül deyi yazmış

Beserek’te lâle sümbül yürüdü
Güldede’yi çayır çimen bürüdü
Karataş’ta kar kalmadı eridi
Akar gözüm yaşı sel deyi yazmış

Eğlenme gurbette yayla zamanı
Mevlâ’yı seversen ağlatma beni
Benek benek mektuptadır nişanı
Gözyaşım mektupta pul deyi yazmış

Tütüyor burnuma Sivralan Köyü
Serindir dağları soğuktur suyu
Yâr mendil göndermiş yadigâr deyi
Gözünün yaşını sil deyi yazmış
VEYSEL bu gurbetlik kâr etti cana
Karıştır göçünü ulu kervana
Gün geçirip fırsat verme zamana
Sakın uzamasın yol deyi yazmış


*
Bu nasıl kavgalar çirkin döğüşler
Hepimiz bu yurdun evlatlarıyız
Yolumuza engel olur bu işler
Hepimiz bu yurdun evlatlarıyız

Birleşiriz bir bayrağın altında
Biz Türklerin ikilik yok aslında
Yanar tutuşuruz vatan aşkında
Hepimiz bu yurdun evlatlarıyız

Hedef alıp dövüştüğün kardeşin
Seni yaralıyor attığın taşın
Topluma zararlı yersiz savaşın
Hepimiz bu yurdun evlatlarıyız

Herkes ilim deryasında yüzüyor
Çıkmış ayın çevresinde geziyor
Yazık bize yollarımız uzuyor
Hepimiz bu yurdun evlatlarıyız

Kitaplar yazılmış nasihat dolu
Birlikte güçlenir gençliğin kolu
Gençliğe emanet Atatürk yolu
Hepimiz bu yurdun evlatlarıyız


İlim kültür deryasına dalalım
Çevremize bakıp ibret alalım
Kendi yaramıza derman bulalım
Hepimiz bu yurdun evlâtlarıyız

Söyler Veysel sözlerinden vazgeçmez
Bulanık çeşmeden kimse su içmez
Ganadı olmasa kuşlar da uçmaz
Hepimiz bu yurdun evlatlarıyız

*
Ben giderim adım kalır
Dostlar beni hatırlasın
Düğün olur bayram gelir
Dostlar beni hatırlasın


Can kafeste durmaz uçar
Dünya bir han konan göçer
Ay dolanır yıllar geçer
Dostlar beni hatırlasın

Can bedenden ayrılacak
Tütmez baca yanmaz ocak
Selam olsun kucak kucak
Dostlar beni hatırlasın

Ne gelsemdi ne giderdim
Günden güne arttı derdim
Garip kalır yerim yurdum
Dostlar beni hatırlasın

Açar solar türlü çiçek
Kimler gülmüş kim gülecek
Murat yalan ölüm gerçek
Dostlar beni hatırlasın

Gün ikindi akşam olur
Gör ki başa neler gelir
Veysel gider adı kalır
Dostlar beni hatırlasın



SON ŞİİRİ

Selam saygı hepinize
Gelmez yola gidiyorum
Ne şehire ne de köye
Gelmez yola gidiyorum

Gemi bekliyor limanda
Gideceğim bir ummanda
Gözüm kalmadı cihanda
Gelmez yola gidiyorum

Eşim dostum yavrularım
İşte benim sonbaharım
Veysel karanlık yollarım
Gelmez yola gidiyorum























FUZÛLÎ
(ö.963/1556)

Hayatıyla ilgili bilgiler çok azdır. Asıl adının Mehmed, babasının adının Süleyman olduğu bilinmekle beraber hangi tarihte ve nerede doğduğu hakkında kesin bilgi yoktur. Mevcut kaynaklar onun Bağdat civarında doğduğunu kaydederse de belli bir yer üzerinde birleşemezler. Türkçe ve Farsça divanlarının mukaddimelerinde yer alan ifadelerle bir kısım şiirleri dikkate alınarak Kerbelâ’da doğmuş olacağının gerçeğe daha yakın bulunduğu söylenebilir.

Çağdaşı kaynakların asıl adını yazmayıp daha çok Mevlânâ Fuzûlî veya Fuzûlî-i Bağdadî mahlas ve nisbesi altında hal tercümesini verdikleri şairin asıl adıyla babasının adını ilk defa Kâtib Çelebi Keşfü’ž-žunûn’da belirtmiştir. Şairin mahlası olan Fuzûlî kelimesi, hem “kendini ilgilendirmeyen işlere karışıp lüzumsuz sözler söyleyen kimse”, hem de “yüce, üstün, erdemli” anlamına gelmektedir. Şair bu mahlası niçin seçtiğini Farsça divanının önsözünde şu şekilde açıklamaktadır:

“Şiire başlarken günlerce bir mahlas almak yolunda düşündüm. Seçtiğim mahlasa bir müddet sonra bir ortak çıktığı için bir başka mahlas alıyordum. Nihayet benden önce gelen şairlerin ibareleri değil mahlasları kapıştıklarını anladım. Karışıklığı ortadan kaldırmak üzere Fuzûlî mahlasını seçtim. Bu adı kimsenin sevmeyeceğini ve bu sebeple almayacağını tahmin ettiğim için adaşlık endişesinden kurtuldum. Ayrıca ben, Allah’ın inayetiyle bütün ilim ve fenleri nefsinde toplamış bir insan olarak geçiniyordum. Mahlasım bu amacı da içine alır.”

Fuzûlî tahsil hayatı sırasında, muhitin de uygun oluşu sayesinde Arapça ve Farsçayı bu dillerde kusursuz eser yazabilecek ve şiir söyleyebilecek derecede öğrenmiştir. Nitekim Türkçe divanının mukaddimesinde ilmî faaliyeti hakkında bazı bilgiler verirken şunları söyler:
“Epey bir zaman hayatımı aklî ve naklî ilimleri elde etmeye, ömrümü hikemî ve hendesî bilgiler edinmeye harcadım. Sonra tefsir ve hadis ilimleriyle meşgul oldum.”

Farsça divanının mukaddimesinde de yaratılışındaki sanatkârlık kabiliyeti dolayısıyla gençliğinde kendini şiire fazlaca kaptırdığını, fakat ilme karşı duyduğu arzunun kendisini frenlediğini belirtir.

Fuzûlî’nin 1527 yılından başlayarak Kanûnî Sultan Süleyman’ın 1534’te Bağdat’ı fethine kadar geçen sürede nasıl yaşadığı bilinmemektedir. Kanûnî Bağdat’ı fethedince, “Geldi burc-ı evliyâya pâdişâh-ı nâmdâr” tarih mısraını da ihtiva eden meşhur kasidesiyle beraber padişaha beş kaside takdim etmiş. Sadrazam Makbul İbrâhim Paşa, Kazasker Abdülkādir Çelebi, Nişancı Celâlzâde Mustafa Çelebi gibi şahsiyetlere de kasideler sunarak Osmanlı devlet adamlarının himayesine girmeye çalışmıştır. Ayrıca Bağdat seferine katılan şairlerden Hayalî Bey ve Taşlıcalı Yahyâ Bey’le de tanıştığı ve onlarla dostane münasebetler kurduğu kaynaklarda belirtilmektedir. Kanûnî daha Bağdat’tan ayrılmadan Fuzûlî’ye evkaftan maaş bağlanacağına dair söz verilmiş, fakat sonradan bu maaş gündelik 9 akçe gibi onun azımsadığı bir miktardan ibaret kalmış ve evkafın artan gelirinden tahsis edilmek suretiyle yeni bir ilâve gerçekleşmiş, ancak şair yine de ünlü “Şikâyetnâme”sini kaleme alarak memnuniyetsizliğini belirtmiştir. Daha sonra maaş hususundaki güçlüklerin giderildiği, beratta belirtilen günlük istihkakın bir süre gecikmeyle de olsa kendisine verildiği anlaşılmaktadır.

Fuzûlî’nin zaman zaman Tebriz, Anadolu ve Hindistan gibi yerlere seyahat etme arzusunu şiddetle duymuş olduğu halde içinde doğup büyüdüğü Irak bölgesinin dışına çıkma imkânı bulamadığı anlaşılmaktadır. Bilindiği kadarıyla onun hayatı Kerbelâ, Hille, Necef ve Bağdat’ta geçmiştir.

Fuzûlî 963’te (1556) Bağdat ve çevresini kasıp kavuran büyük veba salgını sırasında vefat etmiştir. “Geçti Fuzûlî” sözü de bu tarihi vermektedir. En sağlam rivayetlere göre ölüm yeri Kerbelâ’dır.

Tasavvufî temayülleri bakımından Fuzûlî’nin bir tarikata mensup olduğunu düşünmek mümkündür; ancak eserlerinde belirli bir tarikata bağlı olduğuna dair herhangi bir ipucu yoktur. Hemşehrisi Ahdî onun bir tarikata bağlı olduğundan bahsetmiş, fakat mensup olduğu tarikatın adını vermemiştir.

Âlim bir şair olan Fuzûlî şiir hakkındaki görüşlerini Türkçe divanının önsözünde şu şekilde açıklamıştır: “İlimsiz şiir esası yok dîvar olur ve esassız dîvar gāyette bî-i‘tibâr olur.” Mukaddimede daha sonra aşk şiirleri yazdığını, fakat bunların uzun ömürlü olmayacaklarını anlayınca gece gündüz çalışarak bütün ilimleri öğrendiğini söyler. Fuzûlî’ye göre şiir insanı yücelten ilâhî bir lütuftur. Allah şiir kabiliyetini çok az kuluna nasip etmiş, süse ihtiyaçları olmadığı için peygamberlerine bile vermemiştir.

Fuzûlî’yi Türk edebiyatının en büyük simalarından biri yapan husus samimiyeti, coşkunluğu, sadeliği, duyarlılığı ve ifade kudretidir. Fuzûlî aşkı, ıstırabı, dünyevî zevk ve zenginliklerin boşluğunu ve hiç kimsenin pençesinden kurtulamayacağı ölüm düşüncesini olağanüstü bir lirizm ve sanat gücüyle ifade etmiştir.

Fuzûlî’nin şöhreti, nüfuz ve tesiri daha kendisi hayatta iken bütün Türk- İslâm ülkelerine yayılmaya başlamıştır. Türk-İslâm âleminde onun adı sadece büyük bir şairi değil aynı zamanda velîlik mertebesine yükselmiş bir Hak âşığını çağrıştırmaktadır.

Divan edebiyatının diğer meşhur isimlerine kıyasla Fuzûlî’nin İslâm dünyasının büyük bir kısmında kazandığı şöhreti, önce onun bu üç dilde ustalıkla şiir yazmış olması ile açıklanabilir. Arapça şiirlerinin vasat bir seviyede olmasına karşılık Farsça ve özellikle Türkçe şiirleri onu daha hayatta iken sanatının zirvesine ulaştırmıştır. Fuzûlî, doğduğu ve yaşadığı yer itibariyle Azerî Türkçesi’nin kullanıldığı Irak bölgesi Türkmenlerindendir. Bu bakımdan dilinin bu ağzın özelliklerini yansıtması tabiidir. Bununla beraber bu ağız sadece bir kısım şiirlerine ve bazı özelliklerine aksetmiştir. Fuzûlî’nin şiir dili devrinin Osmanlı Türkçesinden uzak değildir. Onun hem Azerî hem de Anadolu sahasında sevilmiş olmasının sebeplerinden biri bu özelliği olmalıdır.

Fuzûlî şiir dili olarak Türkçeye son derece hâkimdir. Divan geleneği içinde şiirin lüzumsuz kelimelerden sıyrılıp yalın hale gelmesinde Fuzûlî önemli bir merhale teşkil eder. Fuzûlî’nin tam bir mürettep divan teşkil eden Türkçe şiirlerinde kullandığı vezinler, genel olarak devrinde kullanılan vezinlerin ortalamasına uygun olup herhangi bir özellik göstermez. İmâle ve zihaf gibi aruz arızaları, daha sonraki büyük divan şairlerinde de görülebilecek asgari bir seviyededir. Bu bakımdan Fuzûlî, Türkçe’nin aruza intibak etme sürecinde de önemli merhalelerden biridir.

Divan şiirinde yaygın bir felsefe olarak görünen karamsarlık Fuzûlî’de had safhaya ulaşır. Divan şairlerinin çoğunda geleneğin zaruri bir teması olan bu duygu Fuzûlî’de samimi, derin ve içten gelen bir psikolojik davranış olduğu inancını verir.

Fuzûlî’de aşk dünyevî, sonra platonik, nihayet sûfiyâne bir görünüştedir; beşerî, hatta cismanî aşkın idealize edilmesidir. Mecazi aşkın bu şekilde çok yüce bir duygu haline gelişi tasavvuf geleneğine göre ilâhî aşka ulaşılması demektir. Vuslata değil hasrete dayanan böyle bir aşkı belki pek çok divan şairinde görmek mümkünse de bu hal Fuzûlî’de en derin ve samimi bir seviyeye ulaşır, bütün divanına hâkim değişmeyen bir karakter olur. Şiirlerinden, onun platonik veya tasavvufî bir aşka yücelmesi için gerçek mistiklerde görülen bir ruh tecrübesi yaşamış olduğu intibaı edinilmektedir. Böylece asıl hayat dış dünya ile idrak edilen hayat değil iç dünyasında yaşadıkları olur. Bu duygu giderek onu ebedî bir yalnızlığaiter ki divan şiirinde ferdiyeti ve mutlak yalnızlığı ifade etmekte Fuzûlî’nin yegâne şair olduğu söylenebilir.

Fuzûlî’deki aşk şiirlerinin yüzyıllarca sevilerek okunmasının sebebini bu yaşanmışlığın, yalnızlığın ve ebedî hasretin inandırıcılığında aramak gerekir. Mizacının şiirine aksetmesi sanatının gücünü teşkil eder. Böylece aşk onun şiirlerindeki lirizmin de kaynağı olur.

Fuzûlî, kendi zamanından başlayarak hem divan hem de halk şairleri tarafından beğenilmiş ve sevilmiştir. Onun şiirlerine ve özellikle gazellerine nazîre söylememiş divan şairi yok gibidir. Bütün tezkirelerde, belki hiçbir şaire nasip olmayacak şekilde hakkında özel hürmet, itibar ve takdir ifadeleri yer alır. Divan şiirine suçlamaların yöneldiği Tanzimat devri şairlerinden Kâzım Paşa, Eşref Paşa, Nâmık Kemal, Recâizâde Ekrem, Muallim Nâci, Ali Ruhî, Nâbizâde Nâzım, İsmâil Safâ ona nazîre yazmışlardır. Hatta Tevfik Fikret’in onun portresini çizdiği müstakil bir şiiri vardır.

Güney Kafkasya, Azerbaycan, İran, Irak ve Rusya’da yaşayan Türklerin, yabancı kültür baskılarına rağmen mânevî varlıklarını koruyabilmelerinin âmillerinden biri de Fuzûlî’nin her asırda sürekli okunabilmesi talihine sahip oluşudur.

Fuzûlî, Türk edebiyatında şiirleri dinî ve lâdinî türlerde bestelenen şairler arasında en önde gelmektedir. Halen notası elde bulunan, bilinen ve icra edilen 100’den fazla eser Fuzûlî’nin güftelerinden seçilmiştir. Bunlar arasında, “Beni candan usandırdı cefâdan yâr usanmaz mı” güftesi on defa, “Öyle sermestim ki idrâk etmezem dünyâ nedir” mısraı ile başlayan şiir ise sekiz defa çeşitli formlarda bestelenmiştir. Hüseyin Sadettin Arel, Fuzûlî’nin şiirlerinden çoğu gazel formunda olmak üzere en fazla beste yapan sanatçıdır (Öztuna, II, 550-551). Günümüz bestekârlarından Bekir Sıtkı Sezgin ve Cinuçen Tanrıkorur gibi tanınmış kişilerin beste çalışmalarında Fuzûlî’nin şiirlerini güfte olarak seçmeleri, onun tesirinin halen sanat muhitlerinde devam ettiğini göstermesi bakımından dikkat çekicidir.

ESERLERİ

1.Türkçe Divan

2.Farsça Divan

3.Arapça Şiirler, Leningrad Asya Müzesinde bulunmuştur.

4.Leyla vü Mecnun: Bu konuda yazılmış olan en güzel eserdir. Mesnevi olarak 3096 beyitte tertip edilmiştir. Kademe kademe maddi aşktan geçerek, ilahi aşka ulaşan Mecnun'un hikâyesidir.

5.Beng ü Bade: 444 beyit, Türkçedir ve Şah İsmail'e sunulmuştur. Şarap ile Esrar arasında hayale dayanan sembolik bir münazaradır. Bade, Şah İsmail'i, Beng ise II. Bayezid'i simgelemektedir. Sonunda Bade kazanır ve Şah İsmail'e sunulan bu eserde onun ihsanına kavuşma amacı vardır.

6.Heft-cam/Saki-name: Farsça yazılmış olan bu eser, 327 beyitten oluşmaktadır. Meyhane'nin övgüsü yapılmıştır ve yedi kadehten İlahi şarabı içerek kendinden geçer. Tamamıyla tasavvufi bir anlam taşıyan mistik bir eserdir.

7.Hadis-i Erbain Tercümesi: Manzum kırk hadis tercümesidir.

Mensur Eserler:

8.Hadikatü's-süeda: Fuzuli'nin tanınmış eserlerindendir ve Kerbela vakasını anlatmaktadır. Mensur olarak tertip edilmiş, yer yer manzum parçalarla süslenmiştir. Şiiler ve Bektaşiler arasında çok üstün bir yere sahiptir.

9.Türkçe Mektuplar: 5 mektubu vardır; Nişancı Celal-zade Mustafa Çelebi’ye, Musul Mirlivası Ahmed Beye, Bağdad valisi Ayas Paşa'ya, Kadı Alaüddin'e ve Şehzade Bayezid'e yazılmıştır.

10.Rind ü Zahid: Fuzuli'nin Farsça mensur eseridir, içinde yer yer manzum parçalar da vardır. Kâtip Çelebi Keşfü'z-Zünun'da Muhavere-i Rind ü Zahid olarak yazmıştır. Leningrad Asya Müzesi'nde ise Risale-i Rind ü Zahid olarak kayıtlıdır. Rind ve Zahid arasındaki tartışmadan bahsetmektedir.

11.Sıhhat ü Maraz: Farsça mensur bir risaledir. Ali ve Sadıki Sıhhat ü Maraz olarak, Leningrad Asya Müzesi ve British Museum'da Hüsn ü Aşk olarak kayıtlıdır. Ruhun beden ülkesine seyahatini, o günün tıp bilimine dayanarak açıklamış ve ruh-beden ilişkisini tasavvufi bir görüşle anlatmıştır.

12.Muamma Risalesi: Farsça yazılmıştır ve Fuzuli'nin bir çeşit manzum bilmece olarak bilinen muamma yazmadaki hünerini gösteren eserdir.

13.Matla'u'l-itikad fi Ma'rifeti'l-mebde' ve'l-Mead: Arapça mensur eseridir. Bu eser sadece Kâtip Çelebi'de geçer. Tek yazma nüshası Leningrad Asya Müzesi'nde bulunur. “Nereden geldik, nereye gidiyoruz” konusunu kelam ilmine göre incelemiştir.


ŞİİRLERİNDEN ÖRNEKLER


Âşık oldur kim kılur cânın fedâ cananına
Meyl-i cânân etmesün her kim ki kıymaz cânına

Cânını cânâna vermekdür kemâli âşıkın
Vermeyen cân itiraf etmek gerek noksânına

Vasl eyyâmı verüp cânâne cân râhat bulan
Yegdür andan kim salur canın gam-ı hicranına
Aşk resmin âşık öğrenmek gerek pervaneden
Kim köyer gördükde şem'ün âteş-i sûzânına

Fânî ol aşk içre kim benzer fenâsı âşıkın
Feyz-i câvîd ile Hızr'un çeşme-i hayvânına

Aşk derdinün devâsı kâbil-i dermân degül
Terk-i cân derler bu derdin muteber dermanına

Hiç kim cânân için cân vermeye lâf etmesün
Kim gelüpdür bu sıfat ancak Fuzûlî şânına


*
Beni candan usandırdı cefâdan yâr usanmaz mı
Felekler yandı âhımdan murâdım şem'i yanmaz mı

Kamu bîmârına cânân deva-yı derd eder ihsan
Niçün kılmaz bana derman beni bîmar sanmaz mı

Şeb-i hicran yanar cânım döker kan çeşm-i giryânım
Uyarır halkı efgânım kara bahtım uyanmaz mı

Gûl-i ruhsârına karşu gözümden kanlu akar su
Habîbim fasl-ı güldür bu akar sular bulanmaz mı

Gâmım pinhan tutardım ben dedîler yâre kıl rûşen
Desem ol bî-vefâ bilmem inanır mı inanmaz mı


Değildim ben sana mâil sen ettin aklımı zâil
Beni tan eyleyen gafîl seni görgeç utanmaz mı

Fuzûlî rind ü şeydâdır hemîşe halka rüsvâdır
Sorun kim bu ne sevdâdır bu sevdâdan usanmaz mı


BERCESTELER

*
Döğülmeye söğülmeye koğulmaya billâh
Hep râzıyım ammâ ki efendim senin olsam

*
Eylesen tûtîye tâlim-i edâ-yı kelîmât
Sözü insan olur ammâ özü insan olmaz
*
Ey dil ki hecre doymayıp istersin ol mehi
Şükret bu hâle yoksa gelir yüz belâ sana

*
Cevr odı yaktı beni yanımda durma ey gönül
Bir tutuşmuş âteşem kurb-ı civârımdan sakın
*
Edemem terk Fuzûlî ser-i kûyın yârin
Vatanımdır vatanımdır vatanımdır vatanım
*
Ah eylediğim serv-i hırâmânın içindir
Kan ağladığım gonce-i handânın içindir
*
Dostum âlem seninçün ger olur düşmen bana
Gam değil zîrâ yetersin dost ancak sen bana
*
Kıldı zülfün tek perişan hâlimi hâlin senin
Bir gün ey bî-derd sormazsın nedir hâlin senin
*
Ne yanar kimse bana âteş- i dilden özge
Ne açar kimse kapım bâd-ı sabâdan gayrı
*
Hâlî etmiştir mahabbet beni benden dostlar
Ayb kılman âlemde görseniz bî-pervâ beni
*
Demen kim adli yok yâ zulmü çok her hâl ile olsa
Gönül tahtına andan özge sultân olmasın yâ Rab
*
Dest busi arzusıyle ger ölsem dostlar
Kuze eylen toprağım sunun anınla yâre su
*
Yılda bir kurban keser halk-ı âlem ıyd içün
Dem be dem saat be saat men senün kurbanınam
*
İlim kesbiyle paye-i rif’at arzu-yı-muhal imiş ancak
Aşk imiş her ne vâr âlemde ilm bir kîl ü kâl imiş ancak
*
Secdedir her kande bir büt görsem âyinim benim
Hâh kâfir hâh mü'min tut budur dinim benim
*
Aşkında mübtelâlığımı ayb iden sanur
Kim olmak ihtiyâr iledür mübtelâ sana
*
Mende Mecnûn'dan füzûn âşıklık isti'dâdı var
Âşık-i sâdık menem Mecnûn'un ancak adı var
*
Yâ Rab bela-yı aşk ile kıl âşîna beni
Bir dem bela-yı aşktan kılma cüdâ beni

Az eyleme inayetini ehl-i dertten
Yani ki çoh belâlara kıl müptelâ beni
















BÂKÎ


Asıl adı Mahmud Abdülbâkî’dir. 933’te (1526-27) İstanbul’da doğdu. Babası Fâtih Camii müezzinlerinden Mehmed Efendi adında bir zat olup 1566 Haziran’ında hac yolculuğu sırasında vefat etmiştir. Fakir bir ailenin çocuğu olan Bâkî gençliğinin ilk yıllarında çırak olarak saraçlık mesleğine girmiştir. Yeni bir görüşe göre ise Bâkî’nin işi saraç çıraklığı değil, camilerde kandillerin yakılması ve bakımı hizmetini yapanlara verilen ad olan “serrâclık”tır. Kelimenin bu hususi mânasının herkesçe bilinmemesi, onun saraç çırağı olduğuna dair süregelen yanlış bir kanaate sebep olmuştur. Yaratılışındaki okuma ve öğrenme arzusu onu medreseye yöneltti. Tahsilinin yanı sıra şiirle de iyiden iyiye uğraşan Bâkî, zamanının edebî şöhretleriyle tanışıp onlara nazîreler yazarak değer ve kabiliyetini göstermeye çalışıyordu. Zâtî’nin Beyazıt Camii avlusundaki remilci dükkânına sık sık giderek gazellerini onun tenkidine sunuyordu. Zâtî’nin şiirlerine söylediği nazîrelerle bir yandan kendi şiir dilini olgunlaştırırken aynı zamanda dükkânı İstanbul’daki şairlerin toplantı yeri olan bu müstesna şairin takdirini elde ediyordu. Nitekim Zâtî de onun bir beytini tazmin* edip yazdığı gazeli divanına koymuş, kendisini ayıplamak isteyenlere, “Bâkî gibi bir şairin şiirini almak ayıp değildir” diyerek yaptığı işi haklı göstermek istemişti. Zâtî 953’te (1546) vefat ettiğinde Bâkî yirmi yaşlarında idi.

Hocası Karamânîzâde Mehmed Efendi’ye yazdığı “sünbül” redifli kaside ile şiirde kişiliğini artık iyice kabul ettirmişti. Ramazan 962’de (Ağustos 1555) Nahcıvan seferinden dönen Kanûnî’ye takdim ettiği kasidede üç yıldır medrese odalarında yattığından ve padişahın emriyle bina eminliği hizmetinde bulunduğundan söz etmektedir. 1556 yılında Halep kadılığına tayin edilen hocasıyla birlikte gitti ve orada kadı nâibliği yaptı. Bâkî Halep’te dört yıl kadar kaldı. Kadızâde’nin 1560 yılında Halep kadılığından istifa ederek İstanbul’a dönüşünde onunla beraber yola çıktı. Aynı yılın mart ayında, Konya’da Şeyhülislâm Ebüssuûd’un kadılıkla Şam’a gitmekte olan oğlu Mehmed Çelebi’ye rastladı. Kendisine bir kaside takdim ederek ondan babasına bir tavsiye mektubu aldı. Bâkî İstanbul’a varışında kendisi için yazdığı “lâmiyye” kasidesini sunarak Ebüssuûd Efendi’nin çevresine girme imkânını elde etti. Bu arada sadâret mevkiinde bulunan Rüstem Paşa’ya yaklaşmak için onun şeyhi, Baba Efendi diye mâruf Filibeli Şeyh Mahmud Efendi’ye intisap etmeye uğraşıyordu. Bu sebeple ona da birkaç kaside takdim etti. Rüstem Paşa’nın 1561’de ölümü ile yerine geçen Semiz Ali Paşa’ya da iki kaside sundu. Ekim 1561’de dânişmend, iki sene sonra da mülâzım oldu. 1564 Nisan’ında da yirmi beş akçe ile bir medreseye tayini için ferman çıktı.

O sırada Rumeli kazaskeri olan Hâmid Efendi bu tayini kanuna ve usule uygun bulmadığından gereğini yapmakta tereddüt göstermekte iken şairi tanıyan ve takdir eden padişahın yeniden ve kesin fermanı üzerine 30 akçe ile onu Silivri’de Pîrî Mehmed Paşa Medresesi’ne tayine mecbur oldu. Orada çok kalmayan Bâkî birkaç ay sonra, Kasım 1564’te İstanbul’da Murad Paşa Medresesi’ne nakledildi. Bu tayinin sağladığı imkândan faydalanarak Kanûnî’nin kendisine gönderdiği şiirlerine onun emri üzerine nazîreler yazıyor, bir yandan da ona kasideler takdim ediyordu. Aralarındaki bu alâka, zeki ve kabiliyetli şairin yeteneklerini padişaha göstermesine yardım etti. Bâkî de divanını padişahın emriyle düzenleyerek ona sundu. Padişahın türlü iltifatları şairi mânen ve maddeten zenginleştiriyordu. Haziran 1566’da, hacca gitmiş olan babasının ölümü haberini aldı. Bunun da ardından Kanûnî Sultan Süleyman’ın Sigetvar’dan ölüm haberi geldi (Eylül 1566).

Daima himayesini gördüğü bu büyük sultana duyduğu samimi bağlılığını ve onun yüce şahsiyetini dile getiren ünlü mersiyesini yazdı. Son kısmı yeni padişaha intisap vesilesi olan mersiyenin ardından da II. Selim tahta çıktığında (15 Rebîülevvel 974 / 30 Eylül 1566) hemen bir “cülûsiye” takdim etti. Umduğu câizeyi bulamayışı bir yana Murad Paşa müderrisliğinden de azledildi. Uzun bir mâzullük devresinden sonra Temmuz 1569’da Mahmud Paşa müderrisliğine, Ağustos 1571’de de Eyüp müderrisliğine tayin edildi. Münşeat sahibi Feridun Bey’in vasıtasıyla Sokullu Mehmed Paşa’nın himayesini elde eden şair padişahın hususi meclisine de girmeye başladı. Bu yakınlığın neticesi olarak 1573 Mayıs’ında Sahn müderrisliğine getirildi. III. Murad’ın cülûsundan sonra da itibarlı durumu devam etti. Ekim 1575’te Süleymaniye müderrisliği pâyesine yükseltildi. Bu makama gelişinden bir ay sonra talihinin burcunda uğursuz bir yıldız göründü. Rivayete göre Nâmî adlı bir şairin gazelini, mahlas beytindeki ismi Bâkî’ye çevirmek suretiyle ona isnat ettiler. O gazeldeki, “Gınâ sadrındaki mağrûr u nâ - âsûde serverden / Fenâ bezminde hâb - âlûd olan mestânemiz yeğdir” beytinde şair, içkiye düşkünlüğü meşhur olan II. Selim’i oğlu III. Murad’a tercih ettiğini ima ediyor, dediler. Padişah hiddete kapılarak şairi azletti. Ancak onu himaye edenler hükümdara gazelin İstanbullu Nâmî’ye ait olup eski mecmualarda görüldüğünü söyleyerek şairin bağışlanmasını sağladılar. Gerçekte ise bu gazel Bâkî divanının birçok yazma nüshasında bulunduğu gibi basmalarında da yer almıştır. Gazelin şairi kurtarmak gayesiyle Nâmî’ye isnat edilmiş olması mümkündür.

Bu hadisenin yatıştırılmasıyla Kasım 1576’da Edirne’de Selimiye müderrisliğine, Mart 1579’da 1000 altın terakkî ile Mekke kadılığına tayin edildi. Temmuz 1582’de İstanbul’a geldi. Mekke’de iken tercüme ettiği el-İʿlâm fî ahvâli beledi’llâhi’l-harâm adlı Mekke tarihini padişaha takdim etti. Murâdî mahlasıyla şiirler yazan padişahın gazellerine yaptığı nazîrelerle hükümdarın alâkasını görmeye başladı. Eylül 1584’te Molla Ahmed Efendi’nin yerine İstanbul kadısı olduysa da çok geçmeden azledilerek (Ocak 1585) Üsküdar’da oturması emredildi. Temmuz 1586’da tekrar İstanbul kadılığına getirilip kısa bir zaman sonra da Anadolu kazaskeri yapıldı (Ekim 1586). Burada iki sene hizmetten sonra azledilen Bâkî, üç yıl kadar açıkta kalışının ardından Mayıs 1591’de yine bu makama iade edildi.

Bu sırada bazı kadılar padişaha şair hakkında şikâyette bulundular. Bâkî de Şeyhülislâm Bostanzâde Mehmed Efendi’nin kardeşini kendi yerine getirmek için şikâyetçileri tahrik ettiğini hakaretâmiz kelimelerle ileri sürdü. Şeyhülislâm ise onun bazı mısralarına dayanarak kendisine küfür isnadında bulunduktan başka rüşvet alıp verdiğini de iddia ederek azlini ve sürgün edilmesini istedi; aksi takdirde makamından ayrılıp başka sultanın ülkesine gideceğini söyledi. Bâkî padişahın hocası Sâdeddin Efendi’ye başvurarak o sırada Rumeli kazaskeri olan Zekeriyyâ Efendi’nin şeyhülislâmlığa getirilmesini, münasip görülmediği takdirde kendisinin bu makama tâlip olduğunu bildirdi. Bostanzâde’nin, başka bir sultanın ülkesine gideceğine dair sözünden incinen hükümdar onu azlederek yerine Zekeriyyâ Efendi’yi, Rumeli kazaskerliğine de Bâkî’yi tayin etti (Nisan 1592). Böylece ilmiye mesleğinin bu üst basamağına ulaşıp yıllardan beri özlediği şeyhülislâmlık makamına o kadar yaklaşmışken üç ay sonra emekli edildi (Şevval 1000 / Temmuz 1592). III. Mehmed’in Cemâziyelevvel 1003’te (Aralık 1594) tahta geçişi, bir köşede unutulmuş ve küskün bekleyen Bâkî’nin içindeki ümitleri canlandırdı. Tekrar bir mevkiye gelebilmek arzusu ile kendisine kasideler sunduğu hükümdar onun bu dileğini karşılıksız bırakmayarak yaşlı şairi yeniden Rumeli kazaskerliği makamına getirdi. Ancak daha önce kendisinin azline sebep olduğu Şeyhülislâm Bostanzâde’nin oyunu ile altı yedi ay kadar sonra buradan uzaklaştırıldı (Ağustos 1595).

Yine bir köşeye atılan Bâkî padişaha kasideler sunarak eski makamına dönebilmek için devamlı ricalarda bulunup üç yıllık bir bekleyişten sonra yeni sadrazam Hadım Hasan Paşa’nın yardımı ile Şubat 1598’de üçüncü defa Rumeli kazaskeri oldu. Bostanzâde’nin ölümü üzerine şeyhülislâmlık yolu kendisine bir kere daha açılmış görünürken, sadrazamın bütün gayretine rağmen, padişah üzerinde derin nüfuzu olan eski ders arkadaşı Hoca Sâdeddin Efendi bu makama getirildi. Sadrazamın çok geçmeden idamı ile hâmisini kaybeden ve ümitleri suya düşen Bâkî de istifa etti (Muharrem 1007 / Ağustos 1598). Bir yıl geçtikten sonra Hoca Sâdeddin Efendi vefat ettiğinde ise son defa uyanan şeyhülislâmlık ümidi de Sun‘ullah Efendi’nin tayini ile tamamen yıkıldı. Artık iyiden iyiye ihtiyarlamış ve çökmüş koca şairin zayıf ve sinirli bünyesindeki hastalıklar bu darbeyle daha da artarak konağındaki câriyelere hiddetlendiği bir sırada 23 Ramazan 1008 (7 Nisan 1600) Cuma günü vefat etti. Cenaze namazı Fâtih Camii’nde Sun‘ullah Efendi tarafından kalabalık bir cemaatle kılındıktan sonra Edirnekapı dışındaki mezarlıkta toprağa verildi.

Eşiğine kadar geldiği halde bir türlü erişemediği şeyhülislâmlık bir tarafa bırakılırsa, daha gençlik çağından itibaren gittikçe artan bir takdir görerek yüksek mevkilere ve devamlı bir şöhrete ulaşan Bâkî, dünya nimetlerinin zevkini çıkarmasını bilen, talihin birçok lutfunu elde etmiş bir şairdir. Meslek hayatındaki geçici bazı iniş çıkışlara mukabil devrini yaşadığı dört hükümdar zamanında hep el üstünde tutulmuş, Kanûnî’nin saltanatı sırasında çağının en büyük şairi sayılarak kendisine lâyık görülen “Sultânü’ş-şuarâ” unvanını asırlar boyunca korumuştur. Bâkî’nin şöhreti ve eserleri Anadolu ve Rumeli’yi aşıp Azerbaycan, İran ve Irak’tan Hicaz’a, nihayet Hint saraylarına kadar yayılmış bulunmaktaydı.

Onun kendisini çevresine sevdirmesinde hoşsohbet, nükteci ve neşeli mizacı kadar vazifesinde dürüst ve iyiliksever bir kimse oluşunun da ayrıca tesiri vardır. Bununla beraber Bâkî’nin hızlı yükselişi ve kazandığı büyük itibar zamanının bazı şairlerinin kıskançlığını çekmiş, bundan ve ayrıca birtakım nükteleri yüzünden onlarla kendisi arasında hicivleşmeler geçmiştir. Hayatının sonlarına doğru şeyhülislâmlığa ulaşmak için çok daha artan mevki hırsı onu bazı idarî oyun ve entrikaların içine sokmuştu. Bâkî’nin bulunduğu makamların gerektirdiği ciddiyetle bağdaşmayacak birtakım hareket ve davranışları olduğunu gösteren fıkra ve nüktelere de rastlanır. Çok arzu ettiği halde şeyhülislâmlığa gelemeyişinde sanatkâr ve eğlenceye düşkün serbest yaratılışının bu gibi tezahürlerinin de payı olsa gerektir.

Bâkî, kendi çağında ve sonraki yüzyıllarda gelen sanat ve edebiyat adamlarının çoğunun belirttiği gibi, şiirde söyleyiş tarzında yenilik yapmış, imâle ve zihaf denilen dil kusurlarını asgariye indirmiştir. Ahmedî’den Bâkî’ye kadar gelen şairler, Türkçe’yi aruza uydurmak için yapılan, hecelerde uzatma ve kısaltma şeklinde özetlenebilecek olan bu kusurları belli nisbette gitgide azaltmışlardı. Bâkî’nin şiirlerinde bunlar okuyanın dil zevkini incitmeyecek dereceye düşmüştür.

Şöhret kazanmış ve sayısı bir hayli tutan kasideleri de olmakla beraber Bâkî her şeyden önce bir gazel şairidir. Onun bu sahadaki üstünlüğü sonraki devirlerde de hep kabul edilegelmiştir. Bâkî gazellerinde hayatın zevklerini terennüm etmiş, insanın fâni ömrünü elinden geldiğince aşk, içki ve eğlence meclislerindeki zevklerle gününü gün edip değerlendirmesini benimseyen bir felsefeye tercüman olmuştur. Bu bakımdan Bâkî, şiiri mânevî ıstırap ve acılar etrafında dönen çağdaşı Fuzûlî’den çok ayrılır. O derin ve büyük ıstırapların şairi olmak yerine hayatın zevk ve eğlencelerine yönelmiş bir şiir ustasıdır. Bâkî’de coşkun ilhamlar değil, şekil üzerinde durarak şiirini ince hayaller, nükte ve tevriye başta gelmek üzere türlü edebî sanatlarla işleyip zenginleştirmeyi göz önünde bulunduran bir tutum esastır. Nüktedan, hoşsohbet, meclislerde aranan bir kişi olan Bâkî’nin üslûbunun karakterine uygunluk göstermesi tabiidir. Şurası da var ki Hayâlî’de ve Yahyâ Bey’de görülen tasavvufî zevke Bâkî’de hemen hemen hiç rastlanmaz. Aşağı yukarı her büyük şairin divanında bulunan tevhid, münâcât, na‘t gibi dinî ve bazan tasavvufî muhtevalı manzumeler Bâkî’nin divanında yoktur. Mekke kadılığında bulunmuş bir şairin bir na‘t bile yazmamış olması düşündürücüdür. Bu husus ve ayrıca hayatının seyri gösteriyor ki Bâkî bu dünyanın zevklerini terennüm etmiş, şiirini de dünyevî arzularını ifade ve isteklerini temin yolunda kullanmıştır.

Bâkî’nin şiirlerinde tabiat ve İstanbul’dan çizgiler sık sık akis bulmuştur. Onun manzumelerinde devrinin zengin hayatı ve haşmeti kolaylıkla hissedilir. Bâkî yaşadığı tabiat ve cemiyet çevresinden şiirine yer yer canlı levhalar vermeyi bilmiştir. Divan şiirine İstanbul Türkçesi’ni yerleştirmek gibi bir rolü olan Bâkî zaman zaman halk söyleyişinden gelen ifade malzemesine de açılır. Bâkî tabiata ve zevk hayatına açık yönü ve üslûbu ile Şeyhülislâm Yahyâ ve Nedîm’e bir öncü sayılmıştır. Temiz ve âhenkli bir üslûba sahip olan Bâkî divan şiirine bir söyleyiş kudreti ve rahatlığı kazandırmıştır. Asırlarca bir üstat olarak benimsenen Bâkî’nin şiirlerine kendi zamanından başlayarak her devirde başta büyük mümessiller ve şöhretler olduğu halde çeşit çeşit nazîreler söylenmiş, manzumeleri ayrıca tahmis vb. yollardan da bir özeniş konusu olmuştur.

Eserleri.
1. Divan. Bâkî divanını, ilk defa Kanûnî Sultan Süleyman’ın isteğiyle onun sağlığında tertip etmiştir. Daha sonra, yazdığı yeni şiirleri de ilâve edilerek değişik tarihlerde divanın yeni ve farklı tertipleri ortaya konulmuştur. Yalnız Türkiye kütüphanelerinde ve hususi ellerde şairin sağlığında yazılmış ondan fazla nüshası vardır. Ölümünden sonra istinsah edilenlerle divanının kitaplıklardaki sayısı 100’den fazladır. Sadece bu rakam, zamanın tahribiyle ve özellikle İstanbul yangınlarıyla kaybolanlar hesaba katılmaksızın, onun şiirlerinin sonraki yüzyıllarda hiçbir Osmanlı şairiyle kıyas edilemeyecek kadar okunduğunu göstermeye yeterlidir. Bâkî divanı Hammer tarafından 1825’te kısmen Almanca’ya tercüme edilmiştir. Bâkî’nin şiirlerinden ayrıca yayımlanmış geniş seçmeler de vardır:

2. Fezâilü’l-cihâd. Muhyiddin Ahmed b. İbrâhim’in Meşâriʿu’l-eşvâk ilâ mesâriʿi’l-ʿuşşâk, adlı Arapça eserinin tercümesidir. Cihadın faziletlerinden hareketle müslümanları cihada teşvik eden bu eseri Bâkî Sokullu Mehmed Paşa’nın emriyle 975’te (1567) Türkçe’ye çevirmiştir.

3. Fezâil-i Mekke. Sokullu’nun emriyle Mekke kadılığı esnasında, XVI. asır Arap müelliflerinden Kutbüddin Muhammed b. Ahmed el-Mekkî’nin el-İʿlâm fî ahvâli beledi’llâhi’l-harâm adlı eserinden yaptığı tercümedir. 987’de (1579) tamamlayıp Medine kadılığından azli üzerine İstanbul’a döndüğünde III. Murad’a takdim etmiştir. Eser Mekke’nin tarihinden ve bilhassa Osmanlı sultanlarının oradaki hayratından bahsetmektedir.

Nev‘îzâde Atâî, Bâkî’nin Eyüp müderrisi bulunduğu sırada, Ebû Eyyûb el-Ensârî tarafından rivayet edilen hadislerden kırk tanesini tercüme ettiğini ve eserin türbeye konulup ziyaretçilerin istifadesine sunulduğunu bildirmektedir. Ancak bu tercümenin herhangi bir nüshasına henüz rastlanmamıştır.


ŞİİRLERİNDEN ÖRNEKLER

*
Âvâzeyi bu âleme Dâvud gibi sal
Baki kalan bu kubbede bir hoş sada imiş

*
Çoğ olmaz bu tarza gazel Bakiyâ
Güzel söz güherdür güher az olur.

*
Saltanat tacın giyen âlemde mağrur olmasun
Nice sultan börkin almışdur begüm bâd-ı hazan

*

Baş eğmezüz edâniye dünyâ-yı dûn içün
Allah’adır tevekkülümüz itimâdımız

Biz müttekâ-yı zerkeş-i câhe dayanmazız
Hakkın kemâl-i lutfunadır istinadımız

Minnet Hudâ’ya devlet-i dünya fena bulur
Baki kalur sahife-i âlemde adımız

* Mersiyeden beyitler:

Tiğın içürdi düşmene zahm-i zebanları
Bahs etmez oldı kimse kesildi lisanları

Şemşir gibi rûy-ı zemine taraf taraf
Saldun demir kuşaklı cihan pehlivanları

Aldun hezâr bütgedeyi mescid eyledün
Nâkûs yerlerinde okutdun ezanları"

Gül hasretünle yollara tutsun kulağını
Nergis gibi kıyamete kadar çeksin intizar

Deryalar etse âlemi çeşm-i güher-feşan
Gelmez vücuda sencileyin dürr-i şah-var

Ey dil bu demde sensin bana olan hem-nefes
Gel nay gibi inleyelüm bari zar zar

Aheng-i ah u naleleri edelüm bülend
Ashab-ı derdi cuşa getürsün bu heft bend


*
Kadrini seng-i musallada bilüp ey Baki
Durup el bağlayalar karşuna yaran saf saf

(Vefatında cenaze namazı Fatih'te, şeyhülislam Sun'ullah Efendi tarafından kıldırılan Baki, sanki mümtaz insanların başına gelen akıbeti görür gibi söylediği şu beyit, yine şeyhülislam tarafından tabutunun başında okunmuştur.)

*
Geh kulkul-i mey gönlüm açar gâh dem-i nây
Maksûd benüm pâdişehüm hüsn-i edâdur

*
Menzil-i ayş u tarab hurrem ü âbâd olsun
Yıkalum zerk u riyâ deyrini vîrân idelüm

*
Ol sanemden Bâkıyâ bir bûse dâvâ kıl yüri
Söylemezse öp heman ağzın sükût ikrardur


*
Sahn-ı hammâmda dün gördüm o nâzük bedeni
Sînede mûdan eser yok dahı pehlû da güzel

*
Dikkat itdüm şol kadar vasf-ı miyânun kılmağa
Bulmadım ana münâsip hiç bir nâzük hayâl

*
Esbâb-ı tarab seyl-i mey-i nâb ile gitdi
Âvâzı bogıldı giderek çeng ü rebâbun

Yakan ab üzre ateş sanmanuz keştî-i sahbâyı
Şu’â-i tîğ-i kahrından tutışdı Şeh Süleymânın

Raht u bahtın zevrakun hışm âteşine yakmağa
Vardılar gammazlar şâh-ı cihâna çakdılar

Baki gözinden eyle hazer sorma leblerin
Zinhâr gâfil olma şarâbun yasağı var

Câm-ı mey böyle şikest olacağı bellü idi
Halk çokdan okumışlardı duâsın kadehün

Reh-i meyhâneyi kat’ itdi tîğ-i kahrı sultânun
Su gibi arasın kesdi Stânbul u Kalâtânun

*
Serv-kâmetler iki yânun alurlar yolun
Râh-ı gülzâre döner yolları İstânbulun

Dil-rübâlarla aceb kesreti var her yolun
Geçemez hûblarından gönül İstânbulun

*
Öpdüm elini kucmağa bilin edep itdüm
Güldi didi bilmez dahı bî-çâre sarılmak

*
Dilâ bir nevcevânı sev vefâsı olsun olmasun
Cihânda aşksuz olmakdan ise mübtelâ yiğdür

*
Baki hevâ-yı aşk ne müşkil belâ imiş
Benden nasîhat ister isen eyleme heves

*
Bûseyi eksük eylemez cânân
Bundan artuk bana dahi ne gerek

*
Hep senin’çündür benüm dünyâ cefâsın çekdüğüm
Yoğsa ömrüm varı sensüz neylerin dünyayı ben

*
Hoş geldi bana meygedenün âb u hevâsı
Vallâhî güzel yirde yapılmış yıkılası


*
Bâkıyâ bezm-i belâda neye döndük görsen
Nây-veş bâğrumuzı nâle vü efgân deldi

*
Arsa-i aşkda gör Hazret-i Mevlânâyı
Turmayup dahı döner üstine yoldaşları

*
Anarlar devlet-i şâh-ı cihânda nâmun ey Baki
Süleyman yâd olındukça bile mezkûr olur mûrı

*
Bir kez tavâfın itmeği bin ömre virmezin
Ey hâcî sana Kâbe bana kûy-i dilrübâ

*
Gün yüzin hem gösterür hem dir göze nem gelmesün
Çeşme-i çeşme nice eşk-i dem-â-dem gelmesün

*
Kaldı bucakta eskidi divanın Emri’ya
Söz yok eğerçi bî-bedel ü bî-nazirdir
Anı deli musannife ver heman
Varsın g.t.nü silsin o da bir fakirdir

*
Şâir olup kişi söz söylemeğe ey Emrî
Bizdeki tab’ gerek sencileyin gûl olmaz
Dâd-ı Hak’tır bu sühan her kişinin Baki-vâr
Tarz-ı eşârı pesendîde vü makbûl olmaz
Yürü var bulduğun ağaca kaşınma miskîn
Sen anun’çün g.t.nü yırtar isen ol olmaz

*

Çi gam azm-i beled, nefy-i ebed oldun ise ey Baki
Bilirsin kim cihan mülkü Süleyman’a değil baki
Şehâ azlimde isbât-ı tehevvür eyledin ammâ
Buna çarh-ı kemîn derler ne sen baki, ne ben baki














NÂBÎ

Nâbî 17. ve 18. yüzyıl divan şairlerindendir. 17. yüzyılın ikinci yarısında yetişmiş şairlerin en ünlüsüdür. Ününü edebiyatımızda "Nâbî Ekolü" olarak da bilinen hikemî şiir akımının kurucusu ve en güçlü temsilcisi olmasından alır.
Hayatı

Nâbî 1642’de eski adı Ruha olan Urfa'da doğdu. Nâbî'nin asıl adı Yusuf’tur. Urfa’nın tanınmış ailelerinden Hacı Gaffarzâdeler isimli bir ulemâ ailesinden olup iyi bir tahsil gördü. Arabîyi ve Fârisîyi bu dilde şiir yazacak kadar iyi öğrendi. Nâbî Urfa’da arzuhalcilik yaparken valinin tavsiyesiyle 24 ya da 25 yaşında İstanbul'a gitti. Nâbî'nin İstanbul'a gelişi sırasında IV. Mehmed başa geçmişti. Birçok özelliğiyle dikkati çeken Nâbî Muhasip Mustafa Paşa'ya intisap etti ve onun dîvân kâtibi oldu. Arapçada “yok” mânâsına gelen “nâ” ve “bî” eklerini birleştirerek “Nâbî”yi kendine mahlas yaptı.

Bende yok sabr ü sükûn sende vefâdan zerre
İki yoktan ne çıkar fikr idelim bir kere

Dîvân kâtipliği esnâsında IV. Mehmed Hân'ın da iltifat ve ikramlarına kavuşan Nâbî pâdişâh ile beraber Lehistan (Polonya) Seferi'ne iştirak etti ve Kamaniçe Kalesi’nin fethi üzerine târih düşürerek yazdığı “Düşdi Kamençe kısmına nûr-ı Muhammedî” şiiri kale kapısına işlettirildi. Giderek devlet ricâli ve aydınlar arasında hoş-sohbet tatlı ve tesirli söz söyleyen geniş kültürlü birisi olarak tanındı.

Nâbî 1677’de hacca gitmek istediği zaman pâdişâh kendisine Mısır vâlisine hitâben yazılmış olan şu fermânı verdi: “Refah üzre haccettirmek, murâd-ı hümâyunumdur. Nâbî Efendi'nin hayırlı haccında teşekküre değer gayretlerinizin bulunmasını isterim.” Bu ferman, Nâbî'nin gittiği her yerde rahat ettirilmesi ve o yerlerdeki yöneticilerin kendisine kolaylık göstermesi emrini ihtivâ etmekteydi.

Hac dönüşü Mustafa Paşa'ya kethüda olan Nâbî, "Tuhfet-ül-Haremeyn" (Hicaz Hediyesi) isimli eserini yazarak IV. Mehmed Hân'a takdîm etti. Musahib Mustafa Efendi'nin Mora'ya kaptan-ı deryâlık vazifesiyle gönderilmesi üzerine Nâbî de onunla gitti. Çok sevdiği Mustafa Paşa'nın Boğazhisar Muhafızlığı görevinde iken vefatı üzerine Halep'e yerleşti ve orada evlendi. Ebulhayr Mehmed ve Mehmed Emin adında iki oğlu dünyaya geldi.

Halep Nâbî’nin hayatında önemli bir dönüm noktasıdır. Çünkü Halep'te geçirdiği 25–30 senelik geçirdiği süre içinde dünya görüşünü yansıtan düşüncelerin önemli yer tuttuğu edebî kişiliğini burada kazanmıştır. Nâbî Halep’teyken; pâdişâhlar değiştikçe cülûs yazıp gönderirdi. 6 pâdişâhın saltanatını gördü. Pâdişâhların hepsi de şiirlerini beğenip ikrâmlarda bulundular. 25 yıl kaldığı Halep'te fevkalâde güzel gazellerin yer aldığı "Türkçe Dîvân"ını ve mesnevi türündeki "Hayriyye" ile "Hayrabâd"ı yazdı. Şiirleri çok sağlam olup atasözü ve vecize hükmüne geçmiş birçok mısraları vardır. Daha çok öğretici mahiyette didaktik şiirler yazdı. İstanbul Türkçesini çok iyi kullandı. "Hayriyye" 1857'de Fransızcaya tercüme edilerek Paris'te yayınlandı. Bu meşhur eserinde tecrübeleri ve İslâm'ın esaslarından başlayarak ilim edinme yollarını sanat ve kültür merkezi İstanbul'un güzelliklerini sosyal ve ferdi akıcı bir üslûpla dile getirmektedir. Ahlâkî meseleleri de çok güzel ve etraflıca anlatan "Hayriyye" uzun zaman okullarda ders kitabı olarak okutuldu.

Baltacı Mehmed Paşa'nın tekrar sadrâzamlığa tâyini üzerine Nâbî de onunla birlikte İstanbul'a geldi. Kendisine zamanın edebiyatçıları tarafından “Şeyh-üş-Şuarâ” unvânı verildi. Nâbî İstanbul’a geldikten iki sene sonra 3 Rebiulevvel 1124 (12 Nisan 1712)'de vefât etti. Kabri Karacaahmed Mezarlığı'nda Miskinler Tekkesi'ne giden yolun sol kenarındadır.

Edebî Kişiliği

Nâbî döneminin geçerli bilgilerini Farsça ve Arapça ile birlikte bu dillerin edebiyatlarını da çok iyi bilen bir sanatçıdır. Âlim olan yanı özellikle mensûr eserlerinde kendisini sık sık ortaya koyar. Eserlerinin hemen hepsinde derin bilgisinin izleri görülür. Âlim yanına rağmen; söz oyunlarından uzak açık kesin yapmacıksız üsluptan ve sâde bir dilden yanadır."Tuhfetü'l-Haremeyn" gibi bâzı eserlerinde ağır ve anlaşılması güç bir dil kullanmasına rağmen şiir dilinin açık ve anlaşılır olmasını ister. Hatta bu hususta;

Ey şiir meydanında satan lafz-ı garibi / Dîvân-ı gazel nüsha-i kamus değildir

demekten kendisini alamaz.

Nâbî, "hikemî tarz" adı verilen anlayışın temsilcisi olarak kabul edilir. Nâbî’nin ekol sahibi oluşu, onun düşünmeye ve düşündürmeye ağırlık veren sanat anlayışıyla yakından ilgilidir. İnsan, hayat ve toplumla ilgili görüşlerini çağının sükûn ve huzurdan yoksun insanına doğru yolu göstermeyi amaç edinmiş düşüncelerini şiirinde vermeye çalışmıştır. Kaynakların görüş birliğinde olduğu nokta, Nâbî'nin dîvân şiirine yeni bir anlayış yeni bir ifâde tarzı getirmiş olduğudur. Nâbî, hikemî şiir ekolünün edebiyatımızda kurucusu olduğu kadar, en usta şairidir de.

Devrindeki diğer şairleri klişeleşmiş konuların dışına çıkamamaları sebebiyle eleştirir:


Baksañ ekser sühan-ı şâ'ir-i hâm
Zülf ü sünbül gül ü bülbül mey ü câm

Çıkamaz dâ'ire-i dilberden
Kadd ü hadd ü leb ü çeşm-i terden

Geh bahâra tolaşur geh çemene
İlişür serv ü gül ü yâsemene

Reh-i nâ-reftede cevlân idemez
Sapa vâdîleri seyrân idemez

İdemez sayd-ı ma'ânî-i bülend
Atamaz gayrı şikârına kemend


Nâbî'nin hikemî şiir yolunu seçmesinin iki temel nedeni, hikemî şiirin, şâirin yaratılışına uygun düşmesi ve sanatçının İmparatorluğun gerileme döneminde çökmeye yüz tuttuğu bunalımlı günlerde yaşamış olmasıdır.

Teveccüh itmez idim şi’re Nâbiyâ bu kadar
Beyân- ı sırr-ı hikem olmayaydı mazmunı

17. yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı İmparatorluğu, tarihinde o zamana kadar görmediği biçimde ezici sorunlarla karşı karşıya kalır. Birbiri ardınca gelen iç ve dış felâketler, İmparatorluğu, bir daha kendisini toparlayıp düzene sokamayacağı bir ortamın içerisine itmiştir. Böyle bir ortamda siyasal ve ekonomik sorunların yanı sıra, kişisel ve toplumsal değerler de tehlikeye düşmüştür. Oysa geleneksel Osmanlı toplumunun geleceği, bir bakıma, öteden beri sürdürdüğü bu değerlerin korunmasına bağlıdır. Değer değişikliği ve karışıklığı, töresel duyarlık eksikliği, kişiyi doyurmayan amaçsız ve maddeye dönük bir yaşam anlayışı ve bütün bunlara bağlı olarak ortaya çıkan, çağın bireyler tarafından anlaşılmasındaki güçlük, 17. yüzyıl Osmanlı toplumunun ana çizgileriyle dikkati çeken özellikleridir.

Kötü ve güç günlerini yaşayan bir toplumun insanı olarak Nâbî, çağının yapısal özelliklerinden önemli ölçüde etkilenir. Bu etkilenmeyi öncelikle, onun, toplumunu hemen her yönüyle şiirlerinde yansıtmasındaki, yani Osmanlı İmparatorluğu’nun o günlerdeki kötü durumunu bütün açıklığıyla gözler önüne sermesindeki başarısında görürüz. Gerçekten de Nâbî’nin şiirlerinden yüzyılın siyasal, toplumsal, ekonomik ve kültürel bakımdan genel görünümünü saptayabiliriz. Bu nedenle, Nâbî’nin şiirlerinin çoğu, yüzyılın genel durumu üzerine bilgi edinmemizi sağlayan birer belge görünümündedir.

Nâbî’nin yetiştiği toplum geleneksel İslâm toplumudur. Bu toplumsal yapının insanı olarak geleneksel değerlerin sarsılması, Nâbî üzerinde tedirginlik, kötümserlik, eleştiri ve yergi biçiminde etkisini gösterir. Sanatçı, Osmanlı toplumunun geleneksel değer ölçülerinin çiğnenmesinden dolayı tedirgindir. Bu nedenle de sık sık şiirlerinde toplumun yaşamına kötümser bir gözle bakar. Toplumdaki ahlâk düşkünlüğünü, açıkgözlülüğü, mal ve makam hırsı, açgözlülük vb. kötülükleri, kısacası çağının bozuk düzenini ve çökmeye yüz tutmuş gidişini eleştirerek, olup bitenden çağının bozuk devlet yönetimini ve yöneticilerini sorumlu tutar:

Bu devletüñ yoğ idi bir tabîb-i gam-hârı
Mizâc-ı memleket olmışdı ‘âfiyetden dûr

Harâba tutmış idi yüz mezâri‘-i ikbâl
Riyâz-ı memleketi kaplamışdı mâr ile mûr

Pür idi sebze-i bî-gânelerle gülşen-i dehr
Oturmış idi hümâlar makâmına ‘usfûr

Netîce her ne kadar cevr ü tefrika var ise
Sipihr cümlesin icrâda itmemişdi kusûr

Kesb-i şân içün ider çok ulemâ
Halkı paşayıla kadıya fedâ


Nabi, şiirin işlevini kişisel ve toplumsal aksaklıkları okuyucuya göstererek okuyucuyu uyarmak, doğru yola yöneltmek olarak görür. Bu amaçla da çağının bozuk düzenini şiirlerinde ustalıkla yansıtır ve yerer. Nâbî, şiirlerinde iyiyi ve doğruyu vermeyi hedef almıştır. O, bir düşünce ve hikmet şâiridir. Şahsî duyguları, gönül arzularını aşmış hakiki bir Müslüman'ın hayatını hem yaşamış hem de şiirlerinde yaşatmıştır. Fâni dünyanın ahvâline aldanmamak, kimseye haksızlık etmemek, zulmetmemek hep müşfik merhametli olmak gurur ve kibirden sakınmak, şiirlerindeki nasihatlerinden en çok rastlananlarıdır. Dili sâde, söyleyişi düzgün, rahat ve çekicidir. En güçlü şiirlerini gazel tarzında vermekle beraber, rubâî, kıt'a, kaside, mesnevî de yazmıştır.

Eserleri

Nâbî'nin edebî kişiliğini ortaya koyan ve ona ün kazandıran en önemli eserleri “Türkçe Divan"ıyla "Hayriyye"dir. Diğer eserleri şunlardır: "Farsça Divançe" "Hayrabâd" "Terceme-i Hadis-i Erbaîn" "Surname"-i Kamaniçe" "Tuhfetü'l Harameyn" "Zeyl-i Siyer-i Veysî" ve "Münşeat".

Hayriyye Nâbî'nin oğlu Ebulhayr Mehmed için Halep'te yazdığı bu esere "Hayrinâme" de denilir. Ebulhayr'ın mutlu bir insan ve toplum içerisinde iyi bir birey olması için nasıl davranması gerektiğini anlatan pendname türünde didaktik bir mesnevidir. Nâbî "Hayriyye"de oğlunun şahsında değişik alanlardaki görüşlerini yansıtması bakımından olduğu kadar dönemin tarihi ve toplumsal yapısını da daha çok hicvederek tanıtan bilgiler vermesi açısından da önemlidir. Bu özelliği ile "Hayriyye" sosyal hiciv olarak edebiyatımızın başarılı örneklerindendir.

Hayriyye"nin "Türkçe Divan" içerisinde ve "Divan"dan ayrı olarak (İstanbul 1307 / 1889) yapılmış baskıları bulunmaktadır. Fransa'da Fransızca çevirisiyle birlikte yayınlanmıştır. (Paved de Courteille Conseils de Nabi Efendi Paris 1857) 1701'de tamamlanan ve takrîben 2000 beyitlik bu mesnevî oğlu Ebu'l-Hayr Mehmed Çelebi'ye ve onun şahsında gençliğe ithâfen yazılmış inanç ahlâk ve meslek seçimi yönünden öğütleri ihtivâ eden pendname nevinden bir eserdir. Bu manzumede bilhassa ilim tahsili üzerinde durulmuştur:

Sa'y kıl ilm-i şerîfe şeb u rûz
Kalma hayvan-sıfat ol ilm-âmûz

İlmin et cümlesini istihsâl
Cümlesin velî etme isti'mal


Bu ilimler arasında en başta tıp tavsiye edilir. Nâbî, gençlere tarih, hikâye ve kıssalar, Mesnevî, Fütuhatü'l-Mekkiyye, Füsusu'l-Hikem gibi eserleri okumasını öğütler. Nâbî bu eserinde oğlu Ebülhayr Mehmed'e, zâhirî ve bâtınî ilimleri birlikte ve bir denge içinde öğrenmeyi tavsiye eder. Felsefe'yi, "vahiy"den bağımsız hareket ettiği için tehlikeli bulur. Gerçekliğin sırları için veli yazarların eserlerini önerir. Bunların içinde, özellikle Mevlânâ'nın "Mesnevî"sini ve Muhyiddîn-i Arabî'nin"Fütûhât-ı Mekkiyye" ve "Füsûsu'l-Hikem" isimli eserlerini vurgular. Medrese çevresi "şeriat"ı, tekke çevresi ise "hakikat"ı ön planda tutarken Nâbî, biri diğeri için fedâ edilemeyecek bu iki ögeyi, yani zâhir ve bâtını birleştirerek gerçekçi bir senteze varır.






ŞİİRLERİNDEN ÖRNEKLER

GAZEL


Bir devlet içün çerhe temennâdan usandık
Bir vasl içün ağyâra müdârâdan usandık

Bir saadet, bir yüksek mevkî için feleğe yalvarmaktan ve bir sevgili için başkalarının, rakiplerin yüzüne gülmekten ve onlara minnet etmekten usandık.

Hicrân çekerek zevk-i mülâkâtı unuttuk
Mahmûr olarak lezzet-i sahbâdan usandık

Ayrılık çeke çeke sevgili ile buluşup görüşmenin zevkini unuttuk. Sarhoşluk mahmurluğunun baş ağrılarını çeke çeke de şarâbın tadından usandık.

Düştük kati çoktan heves-i devlete ammâ
Ol dâiye-i dağdağa-fermâdan usandık

Çok zamandan beri saadet ve itibar hevesine düştük; ama o huzursuzluk veren arzudan o davadan da usandık.

Dil gamla dahi dest ü girîbândan usanmaz
Bir yâr içün ağyâr ile gavgâdan usandık

Gönül, gamla didişip uğraşmaktan hâlâ usanmaz; ama biz bir sevgili için başkalarıyla çekişmekten usandık.

Nâbî ile ol âfetin ahvâlini naklet
Efsâne-i Mecnûn ile Leylâ'dan usandık

Bize Nâbî'nin o âfetle olan mâcerâsını anlat. Leylâ ile Mecnûn masalından bıktık artık!



GAZEL


Bağ-ı dehrin hem hazânın hem bahârın görmüşüz
Biz neşâtın da gamın da ruzgârın görmüşüz

Bu dünya bahçesinin hem sonbaharını hem de ilkbaharını görmüşüz. Biz hem sevinç hem üzüntü zamanlarını yaşamışız.

Çok da mağrur olma kim meyhâne-i ikbâlde
Biz hezâran mest-i mağrurun humârın görmüşüz

Talih meyhanesinde çok da gururlanma çünkü biz gururdan sarhoş olanların binlercesini daha sonra sersemlemiş halde görmüşüz.

Top-ı âh-ı inkisâra pâyidâr olmaz yine
Kişver-i câhın nice sengin hisârın görmüşüz

Biz mevki ve ikbal ülkesinin nice taş kalelerini görmüşüz ki aldıkları beddua toplarıyla yıkılıp gitmişlerdir.

Bir huruşiyle eder bin hâne-i ikbâli pest
Ehl-i derdin seyl-i eşk-i inkisârın görmüşüz

Biz dertlilerin sel gibi akan öfke gözyaşlarıyla binlerce talih evini yerle bir ettiğini görmüşüz.
Bir hadeng-i can-güdâz-ı âhdır sermâyesi
Biz bu meydânın nice çâbük-süvârın görmüşüz

Biz bu meydanda nice binici görmüşüz ki can alıcı ah oklarıyla yere serilmişlerdir.

Kâse-i der yûzeye tebdil olur câm-ı murâd
Biz bu bezmin Nâbiyâ çok bâde-hârın görmüşüz

İsteklerin kadehi dilenci çanağına döner. Ey Nabi biz bu meclisin içki içenlerini çok görmüşüz.



NAAT’TAN

Sakın terk-i edepten, kûy-i mahbûb-i Hudâ'dır bu
Nazargâh-ı ilâhîdir makam-ı Mustafâ'dır bu

Burası; Allah Sevgilisi'nin beldesi, Hazret-i Peygamber'in Cenab-ı Hakk'ın nazar buyurduğu Temiz Bahçe'si (Ravza-i Nebî)dir; (öyleyse) edep hatası işlemekten sakın!

Habîb-i Kibriyâ'nın, hâbgâhıdır fazîlette
Tefevvuk kerde-i arş-ı Cenâb-ı Kibriyâ'dır bu

Bu Allah'ın yüce Sevgilisi'nin mübarek istirahatgâhı (türbesi)'nın fazileti öyle yüksektir ki Cenab-ı Hakk'ın izni ve rızasıyla arşına çıkartılmıştır.

Mürâât-ı edeb şartıyla gir Nâbî bu dergâha
Metâf-i kudsiyândır, bûsegâh-ı enbiyâdır bu

Nabi, (kimin huzuruna çıktığını bir düşün ve) bu dergâha edep şartlarına eksiksiz riayet ederek gir! (Zira) burası meleklerin bile (çok büyük bir edep ve saygıyla) tavaf ettikleri ve Peygamberler'in öptükleri yerdir.


KIT’A

Erza meta’-ı fazl ü hüner tâ o denlü kim
Bin marifet zemânede bir âferinedir
Ebnâ-yı dehr her hünere âferin virir
Yâ Rab bu âferin ne tükenmez hazinedir

Fazilet ve hüner malı öylesine ucuz ki zamanımızda bin marifetin karşılığı bir aferindir. Zamanımızın insanları her hünere aferin verir, ey Tanrı’m bu aferin ne tükenmez bir hazinedir!


BEYİTLER

1
Rüsûm-i lütf ü kerem halk içinde mensîdir.
Fakat alup verilir bir selâm kalmıştır.

Halk arasında iyilik ve ihsan âdetleri, usulleri unutulup gitmiş. Sadece alınıp verilen bir selam kalmıştır.

2
Şeb-i yeldâyı müneccimle muvakkit ne bilir
Mübtelâ-yı gama sor kim geceler kaç saat

Bitmeyen, uzun geceyi astronomi ile uğraşanlar, vakti belirleyenler bilemez. Gecelerin kaç saat olduğunu gama (aşka) müptela olanları sor.

3
Ağyâre yâr meyl ider ağyâr neylesün
Gül çekmeyince dâmenini hâr neylesün

Başkalarına ilgi gösteren, yönelen sevgilidir; ağyar ne yapsın (onların suçu yok)? Gül eteğini çekmiyorsa dikenin yapacağı bir şey yok.

4
Birbiriyle öpüşür îd olıcak halk-ı cihân
Galiba bozmış aralarını cû-i Ramazân

Bayram olunca dünya halkı birbiriyle öpüşür; galiba aralarını Ramazan açlığı bozmuş!


5
Şeb-nem gibi fütâde-i hâk-i muhabbetüz
Kalmaz bir âfitâbı görince kararumuz

Çiy gibi biz de muhabbet toprağının müptelası olmuşuz, bir güneşi görünce kendimizi kaybederiz.


HAYRİYE’DEN

1
Oldı âlât-ı ma’âş-ı dünyâ
‘Âsrda hırka vü tesbîh ü ridâ

2
Evliyâ diyü sakın aldanma
Sâhte san’atı gerçek sanma

3
Ne sa'âdet varup el bağlayasın
Hak huzûrında turup ağlayasın

4
İdesin secde içün va'z-ı cebîn
Gör nedür saltanat-ı rûy-ı zemîn

5
Sen namâza idesin çünki kıyâm
Elif olursun eyâ mâh-ı tamâm


6
Râki' olsañ görinür sûret-i dâl
Enbiyâ sırrıdur añla bu makâl

7
Sâcid olsañ görinür halka-i mîm
Âdem olursañ eyâ rûh-ı cesîm

8
Añla çünkim saña keşf ola bu râz
Âdem olur mı iden terk-i namâz

9
Bezl kıl malunu muhtaçlara
Nimet-i Hakk’ı yidür açlara
10
Yalınuz lokmaya bâz itme dehen
Hissedâr it yidüğün nimetden

11
İtmeden Kâbe’ye her rûz şitâb
Hayrdur virsen teşneye âb

12
Hande-rûlık eser-i rahmetdür
Türş-rûlık sebeb-i nefretdür

13
Kimseye virme huşunetle cevâb
Lutf ile izzet ile eyle hitâb

14
Cevr ile kimseyi bîzâr itme
Sana cevr itse de âzâr itme

15
Kimsenün cevr ile cânın sıkma
Hâtırın yapmağa sa’y it yıkma

16
İmtizâc eyle gözet hakk-ı civâr
Çekmesün kimse yüzünden âzâr

17
İzdivâcunda taharrî eyle
Sakın evlenme teserrî eyle

18
Olma dil-beste-i sûret zinhâr
İde gör cânib-i ma’niye güzâr

19
Mümine farzdur eyâ rûh-ı revân
İlm-iebdân ile ilm-i edyân

20
Cehldür âdeme zindân-ı belâ
Ki düşenler göremez rûy-i rehâ


21
Kandedür bî-haber kande habîr
Mütesâvi değil âmâ vü basîr

22
Cühela âlime nisbetle hârdur
Belki hârdan da bile bedterdür


23
İtme âr oku öğren ehlinden
Her şeyün ilmi güzel cehlinden


24
Bulamaz ilm bilâ- sa’y vücûd
Biri gitse biri olur nâ-bûd

25
Müddea ama bu suhân şâhiddür
İlm ü sa’yün adedi vâhiddür

26
Bilmek elbetde değül mi ahsen
Sorsalar ben anı bilmem demeden

27
Tıbdur akvâ-yı mühimmât-ı fünûn
Anı münkir değil illâ Mecnûn


28
Tâlib-i Hakk’a olur rah-nümâ
Nüsha-i Mesnevi-i Mevlânâ

29
Dide-i ruha çeker kuhl-i husûs
Nûr-ı esrâr-ı Fütûhat ü Füsûs
































NEF’Î


Divan şiirinin kaside ve hiciv ustasıdır. 1572'de Erzurum-Hasankale’de (Pasinler) doğdu. 27 Ocak 1635'te İstanbul'da hayatını kaybetti. Asıl adı Ömer'dir. Pasinler sancak beyi Mirza Ali’nin torunu, Mıcıngerd (Sarıkamış) Sancak Beyi Mehmed Bey’in oğludur. Kırım hanına nedimlik yaptığı anlaşılan babası da şairdir. Babasına dair bilgi verdiği ve “Peder değil bu belâ-yı siyahtır başıma” mısraının yer aldığı hicviyyesinde onun Kırım’a giderek rahat bir ömür sürdüğü, ardında bıraktığı ailesinin yoksul ve korumasız kaldığı anlaşılmaktadır. İyi bir öğrenim gördü. Arapça ve Farsça öğrendi.

Nef’î, Padişah I. Ahmed zamanında Erzurum'dan İstanbul’a gelmiştir. Dönemin Kırım hanı Canberk Giray, Sadrazam Kuyucu Murat Paşa'ya bir mektup göndererek şairin İstanbul’da çevre bulması, sıkıntı çekmemesi için yardım istemiştir.

Şairliği ile kısa sürede büyük şöhret kazanan Nef’î’nin, saray kâtipliği yaptığı dönemde, Padişah I. Ahmed'e sunduğu ilk kaside, Sutan Ahmed Camii'nin yapımıyla ilgilidir. Kasidede caminin büyüklüğünden, ihtişamından bahsederken, şairleri desteklemenin padişahın büyüklüğüne yakıştığını belirtir. Padişahın ilgisini beklediğini ifade eder.

Nef’i'nin zamanla yıldızı parlamış, meşhur olmuş, itibarı artmıştır. I. Ahmed, I. Mustafa, Genç Osman ve IV. Murad zamanlarında yaşayan şair, sadece I. Ahmed ve IV. Murad için şiirler söylemiştir. Dört padişah döneminde yaşayan Nef ‘î, IV. Murad devrinde sanatının ve şöhretinin zirvesine ulaştı, kendisi gibi sert yaratılışlı olan padişahla yakınlık kurarak onun sevgisini ve iltifatını kazandı. Devrin ileri gelenlerine sunduğu kasideler ve şiir sanatındaki başarısı ile devlet erkânından takdir gördü. Kendisi de şair olan IV. Murad onu himaye etmiş, hicviyelerine anlayış göstermiştir.

Nef’î' ye göre şiir, hem anlam, hem de söyleyiş bakımından mükemmel olmalıdır. Şiirlerinde çokça Farsça kelime ve deyim kullanmıştır. En başarılı olduğu şiirleri kasideleridir. Büyük bir kaside ustası olmakla birlikte çok güçlü ve etkili bir hiciv şairidir. Birçok kişiyi öfkelendiren, kızdıran bu hicivler, padişah IV. Murad tarafından hep olgunlukla karşılanmış, hoş görülmüştür.

Naîmâ’nın yer verdiği bir rivayete göre IV. Murad, sarayda şairin Sihâm-ı Kazâ adlı eserini okurken taht yakınına yıldırım düşmesini uğursuzluk kabul etmiş ve Nef‘î’ye hicvi yasaklayıp onu görevinden azletmiştir. Bu sebeple şair, hayatının son yıllarını sürgüne gönderildiği Edirne’de Murâdiye mütevelliliği göreviyle geçirdi. Hüsrev Paşa’nın Bağdat seferi vesilesiyle Edirne’den Sultan Murad’a gönderdiği bir kaside ve 1634’te Sultan Murad’ın Edirne’ye gelişi üzerine yazdığı kasidesiyle yeniden padişahın iltifatını kazanarak İstanbul’a döndü. Siham-ı Kaza adlı eserinde hiç çekinmeden, devrin ileri gelen devlet adamlarını, şeyhülislamını, vezirini, hatta padişah IV. Murad'ı bile eleştirmiştir. Dili yüzünden üç defa görevinden azledilmesini şöyle dile getirmiştir:

Üçüncü defadur Hak belasın vire melunun
Ki yok yire beni azletti olmuşken senâ-hânı

Ancak yine hicivlerine devam eden Nef‘î kendi sonunu hazırladı ve Bayram Paşa hakkında yazdığı bir hiciv ve bunu padişaha itiraf etmesi üzerine ölüme mahkûm edildi. Kâtib Çelebi (Fezleke) ve Naîmâ’ya (Târih) göre Bayram Paşa tarafından Boynueğri Mehmed Ağa’ya teslim edilerek saray odunluğunda boğdurulup cesedi denize atıldı. Fakat Sihâm-ı Kazâ’nın bir nüshasında şairin İstanbul’da Sirkeci İskelesi yakınlarında mezarının bulunduğuna dair bir kayıt vardır.

Nef’î’nin ölümü devrin adı bilinmeyen bir şairi tarafından

Gökten nazire indi Siham-ı Kazâ’sına
Nef’î diliyle uğradı Hakk'ın belâsına

beytiyle şiirleştirilmiştir.

Şeyhülislam Yahya Efendi, bir gün etrafındakilere Nef’î hakkında ileri geri konuşarak "kâfir" demiş ve aşağıdaki şiiri okumuş. Nef’î de Şair, bu sözü işitince Şeyhülislama bir dörtlükle cevap vermiş:


Şimdi hayli sühen-verân içre Bize kâfir demiş müfti efendi
Nef”î mânendi var mı bir şâir Tutalım ben ana diyem Müselman
Sözleri seb’a-i muallakadır Varıldıkta yarın rûz-ı cezaya
İmrü’l-Kays kendüdür kâfir İkimiz de çıkarız anda yalan

Dönemin önemli kişilerinden biri olan Tahir Efendi Nefi'ye köpek anlamına gelen “kelb” lafını söylemiştir. Nefi de bu söze karşılık şu cevabı verir:

Bana Tahir Efendi kelb demiş
İltifatı bu sözde zâhirdir
Maliki mezhebim benim zira
İtikadımca kelb tâhirdir

Nef’î'nin, manası derin, hayalleri ince, güçlü ses ve sanatlı bir anlatım taşıyan gazelleri dönemin büyük musiki üstadı Buhurîzâde Mustafa Itri Efendi'nin de dikkatini çekmiştir. Günümüzün hâlâ zevkle dinlenen ve sevilen şarkılarından biri olan

Tûti-yi mucize gûyem ne desem laf değil
Çerh ile söyleşemem âyinesi saf değil

Ehl-i dildir diyemem sînesi saf olmayana
Ehl-i dil birbirin bilmemek insaf değil

mısraları Nef’î'ye aittir. Yahya Kemal onu, " Nef’î, Türk’ün ayranının kabarmasıdır." diye tarif eder.
Klasik Türk şiirinde kendine has bir eda oluşturmayı başaran Nef‘î Divan Edebiyatı’nda hicvin en büyük şairidir. Başarılı lirik gazeller yazmış ama asıl ününü kasideleri ve hicviyeleri ile kazanmıştır. Saltanatına şahit olduğu padişahlara, devlet yetkililerine ve din adamlarına çeşitli vesilelerle kasideler sunmuştur. Bu kasidelerde üslûp çok başarılıdır; denilebilir ki Türk edebiyatında kaside onun usta ellerinde klasik biçimini kazanmıştır. Bilhassa methiye ve fahriyede gösterdiği başarı dikkat çekicidir. Nesîb bölümlerinde baharın güzelliği, bayram coşkusu, yaşanan çevre olarak İstanbul, mimari yapıların tasviri, şehir ve çevre güzellikleri, sultan atlarının tasviri, yiğitlik, savaş tasvirleri, aşk ve içki gibi konular başarıyla anlatılır. Savaş ve yiğitlik konularını işlediği manzumelerinde tok sesi, kılıç kalkan çınlamaları, ok vınlamaları duyulacak kadar canlıdır.

Gazellerinde sevgi, sevgili, şarap, meclis, mûsiki, felekten, sevgiliden şikâyet, ıstırap gibi konuları ele almıştır. Sağlam bir tekniği, ağır bir dili, cesur bir söyleyişi vardır.

Türkçe Divan'ında 59 kaside, 119 gazel bulunur. 1944'te Ali N. Tarlan'ın düzenleyerek yayınladığı "Farsça Divan"ında 171 rubai yer alır. Bazıları ağır küfürlerden kurulu, bazıları hoş ve zarif espriler içeren hicviyelerini topladığı "Sihâm-ı Kâzâ" (Kaza Okları) adlı eserinde ince hayallerle bezenmiş, sanatlı, zekâ ürünü manzumelerin yanı sıra kaba sözler, itham, küfür gibi sıradan ifadeler de vardır. Tâhir Efendi ve Şeyhülislâm Yahyâ ile karşılıklı hicivleri zarif örnekler olarak kabul görmüştür. Nef‘î bu eserinde oldukça sade bir dil kullanmıştır.

ŞİİRLERİNDEN ÖRNEKLER


KASÎDE(ilk 8 beyit)
(Der sitâyiş-i Sultan Murâd Rahmet’ullâh-ı aleyh)

Esdi nesîm-i nev-bahâr açıldı güller subh-dem
Açsun bizim de gönlümüz sâki medet sun câm-ı Cem

İlkbahar rüzgârı esti, sabah vaktinde güller açıldı, ey sâki yetiş, bize Cem’in kadehini sun ki bizim de gönlümüz açılsın.

İrdi yine ürd-i behişt oldu hevâ anber-sirişt
Âlem Behişt-ender-Behişt her gûşe bir Bâğ-ı İrem

Nisan ayı geldi yine, hava amber gibi güzel kokularla doldu, dünya sanki cennet içinde cennet gibi, her taraf İrem bağı.

Gül devri ayş eyyâmıdır zevk-u safâ hengâmıdır
Âşıkların bayrâmıdır bu mevsim-i ferhunde-dem

Gül zamanı, yeme içme ve eğlenme vaktidir, bu uğurlu mevsim âşıkların bayramıdır.

Dolsun yine peymâneler olsun tehî hum-hâneler
Raks eylesün mestâneler mutribler itdikçe nagâm

Kadehler dolsun yine ve meyhaneler boşalsın, sazendeler çaldıkça kendilerinden geçenler raks edip oynasınlar.

Bu demde kim şâm ü seher mey-hâne bâğa reşk ider
Mest olsa dil-ber sevse ger ma’zûrdur Şeyh-ül-Harem

Meyhanenin sabah akşam bağı kıskandığı bu zamanda Şeyhü’l-Harem dahi sarhoş olup dilber sevse özrü kabul edilir, hoş görülür.

Ya neylesün bî-çâreler âlüfteler âvâreler
Sâgar suna meh-pâreler nûş etmemek olur sitem

Ya çaresizler, düşkünler, avareler ne yapsın? Ay parçası güzeller kadeh sunar ve bunu kabul etmemek onlara sitem olur.

Yâr ola câm-ı Cem ola böyle dem-i hurrem ola
Ârif odur bu dem ola ayş ü tarabla mugtenem

Sevgili olunca, Cem’in kadehi olunca, bir de böyle sevinçli bir zaman olunca arife düşen bu yeme içme eğlenme fırsatını kaçırmamaktır.

Zevki o rind eyler tamâm kim tuta mest ü şâd-kâm
Bir elde câm-ı lâle-fâm bir elde zülf-i ham-be-ham

Zevki tam anlamıyla yaşayan o rinttir ki kendinden geçmiş sevinçli bir halde bir elinde lale renkli kadehi tutar, bir elinde de sevgilinin büklüm büklüm olan saçını.


*
Tûti- mu’cize-gûyem ne desem lâf değil
Çerh ile söyleşemem âyinesi saf değil

Mucize gibi sözler söyleyen bir papağanım, sözlerim boş ve değersiz değil; felek ile söyleşemem aynası temiz değil.

Ehl-i dildir diyemem sinesi sâf olmayana
Ehl-i dil birbirini bilmemek insâf değil

Sinesi saf, temiz olmayana gönül sahibi diyemem, gönül sahiplerinin birbirini bilmemesi insafsızlıktır.

Yine endîşe bilür kadr-i dür-i güftârım
Rûzgâr ise denî dehr ise sarrâf değil

Yaşadığım zaman alçak olsa ve dünya sarraf olmasa bile önemli değil; söz incilerimin kıymetini düşünce sahipleri anlar.





Girdi miftâh-ı der-i genc-i maâni elime
Âleme bezl-i güher eylesem itlâf değil

Anlamlar hazinesinin kapısının anahtarı elime geçti, bu yüzden bütün dünyaya cevher saçsam israf etmiş sayılmam.

Levh-i Mahfûz-i sühendir dil-i pâk-i Nef’î
Tab-ı yârân gibi dükkânçe-i sahhâf değil

Nef’î’nin temiz gönlü, şiirin Levh-i Mahfuz’udur, dostlarının tabiatı gibi kitapçı dükkâncığı değil.



GAZEL

Ârif ol ehl-i dil ol rind-i kalender-meşreb ol
Ne Müselmân-ı kavî ne mülhid-i bî-mezheb ol

Arif ol, gönül ehli ol, kalender yaratılışlı bir rint ol, ne fazla sofu bir Müslüman ol, ne de mezhepsiz bir ateist ol.

Akla mağrûr olma Eflâtûn-i vakt olsan eger
Bir edib-i kâmili gördükde tıfl-ı mekteb ol

Çağının Eflatun’u bile olsan aklınla gururlanma, olgun bir edebiyatçı gördüğünde okul çocuğu gibi ol.


Âf-tâb-ı âlem-ârâ gibi sür hâke yüzün
Kevkebe basdır cihânı hem yine bî-kevkeb ol

Âlemi süsleyen güneş gibi yüzünü toprağa sür hem cihanı yıldıza boğ hem de yıldızsız ol.

Âşık ol amma alâikden beri it gönlünü
Ne ham-ı gîsûya meftûn ne esîr-i gabgab ol

Âşık ol ama dünya ilişkilerinden gönlünü beri tut, ne sevgilinin saçının büklümüne vurgun ol, ne de çene altının esiri ol.

Hızr’a minnet çekme var sonra dil-i Nef’î gibi
Lûle-i âb-ı hayât-ı feyz ile leb-ber-leb ol

Hızır’a minnet çekme, var sonra Nef’î’nin gönlü gibi feyz âb-ı hayatının lülesi ile dudak dudağa ol.



SİHÂM-I KAZÂ’DAN

Fırsatî sen bu semti bilmezsin
Eyleme gel bizimle yok yere ceng
Sana kaç kere dedim anlamadın
Sözde mazmûn gerekir a pezeveng

*
Nev’izâde sana mirâs-ı pederdir yâve
Ömrü zira pederin yâve yemekle geçmiş
Anlayıp hîn-i tevellüdde ne b.k olduğunu
Sana gevhârelik etsin diye havruz seçmiş


*
Nev’izâde’yle Kafoğlu gibi pespâyeleri
Bana şâir geçinip hadleri mi kıt’a demek
Halk diyor anları vurdukça hicvimle yere
Haddini bilmeyene haddini bildirmek gerek

*
Fırsatî şöhret-i şehr etti seni kıt’alarım
İsmi cismi sen anılmaz bir uyuz nekbet iken
Pezevengdir dediğim çün bana incinmişsin
Pezevenglik sana az çok sebeb-i devlet iken

*
Gerçi evvelce de ırz ehli değildin biliriz
Fırsatî şimdi sen kat’i oldun bineng
Ettiler resmini abihte umum hânelere
Namını bir bilmeyen kalmadı alçak pezeveng

*
Kısmet diye ekmekçi gibi zâlim-i dûnun
Çalmakla nice altını oldun mu sen ihyâ
Bir müftî-i İslam’a bu zillet yaraşur mı
Olsun sana lanet ulemâ kırması Yahyâ




































NEDÎM

İstanbul’da muhtemelen 1681 yılında doğdu. Adı Ahmed’dir. Babası, Sultan İbrâhim devri kazaskerlerinden Merzifonlu Mustafa Muslihüddin Efendi’nin oğlu Kadı Mehmed Efendi, annesi, İstanbul’un fethinden itibaren devlet hizmetinde bulunan Karaçelebizâdeler ailesinden Sâliha Hatun’dur.

Aile çevresinde iyi bir eğitim gördü. Dönemin klasik ilimleri yanında Arapça ve Farsça öğrendi. Tahsilini tamamladıktan sonra Şeyhülislâm Ebezâde Abdullah Efendi’nin de bulunduğu bir heyet tarafından yapılan imtihanda hariç medresesi müderrisliğini elde etti. III. Ahmed döneminin (1703-1730) başlarında şiirleriyle tanınmaya başlayan Nedîm daha sonraki yıllarda bazı devlet adamlarının yakın çevresine girdi, kendilerine kasideler sunarak dostluklarını kazandı. Özellikle Lâle Devri’nin ünlü veziri Nevşehirli Damad İbrâhim Paşa’nın hemen her faaliyeti için devrin diğer şairleri gibi Nedîm de kıta ve kasideler yazdı; paşa da kendisini daima gözetip kolladı. Kütüphanesinin hâfız-ı kütüblüğünü yaptığı İbrâhim Paşa tarafından kurulan tercüme heyetlerinde görev alan Nedîm meslek hayatında da çabuk ilerledi, 1138’de (1726) hariç medresesi müderrisliğinden Mahmud Paşa Mahkemesi nâibliğine getirildi. 1139’da (1727) Molla Kırîmî Medresesi’nde, 1140’ta (1728) Nişancı Paşa-yı Atîk Medresesi’nde görev yaptı. Bir yıl sonra Sahn-ı Semân medreseleri müderrisliğine yükseldi. Lâle Devri’yle birlikte Nedîm’in de sonunu hazırlayan Patrona Halil İsyanı patlak verdiğinde Sekban Ali Paşa Medresesi’nde müderristi.

Bazı kaynaklarda şairin, Patrona Halil İsyanı’nı takip eden günlerde “illet-i vehîme”den veya içkiye düşkünlüğü ve afyon kullanması yüzünden titreme hastalığından öldüğüne dair bilgiler yer alır. Müstakimzâde Süleyman Sâdeddin ise Nedîm’in ihtilâl esnasında korkudan evinin damına çıktığını ve oradan düşerek öldüğünü söyler. Kabri Üsküdar Karacaahmet Mezarlığı’nın Miskinler Tekkesi kısmındadır.

Kasidede Nef’î’nin, gazelde hikemî tarzın büyük temsilcisi Nâbî’nin etkisinin revaçta olduğu şiir ortamında yetişen Nedîm çok geçmeden “Nedîmane” denilen yeni bir tarz geliştirmiştir. Bu tarzın esasını söyleyiş mükemmelliği, yerlilik arzusu ve şuh eda oluşturur. Kendisi de bir gazelinde,

Ma’lumdur benim sühânım mahlas istemez
Fark eyler anı şehrimizin nükte-dânları

diyerek üslûp sahibi bir şair olduğunu ifade etmiştir

18. yüzyılın başlarından itibaren Osmanlı İmparatorluğu bir rehavet dönemine girmişti. Sanatkâr ruhlu ve eğlenceyi seven bir padişah olan III. Ahmed ve onun sadrazamı Nevşehirli İbrahim Paşa zamanında İstanbul birçok güzel saray, yalı, köşk, medrese ve bahçeler kazanmıştı. Buralarda yapılan eğlenceler, o dönem İstanbul’unu daha da muhteşem bir parıltılar dünyası haline getirmişti. "Lale Devri " adı verilen bu dönemde sanatçılar devlet adamlarının çok yakınında yer almışlar, şiirlerinde o günkü yaşantıyı dile getirmişlerdir. Nedim, bu devirde Sadrazam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa'nın yanından ayırmadığı yakın arkadaşıdır. Padişahın da sevgisini kazanmış, Sadabad eğlencelerinde, Çırağan safalarında, çeşitli ziyafetlerde, Boğaz gezmelerinde, bayram törenlerinde, helva sohbetlerinde yer almıştır.

Helvalara söz yok hepisi nâzük ü şirin
Hoş cümlesi ammâ ki efendim leb-i dilber

18. yüzyıl kültür ve medeniyet alanında da çok hareketlidir. İlk Türk matbaası kurulmuş, Yalova'da kâğıt imalathanesi açılmış, İstanbul’da kumaş fabrikası kurulmuştur. Ayrıca bu dönemde çini imal edilmeye başlanmıştır. Bunlar Avrupa'dan geri kaldığının farkına varan Osmanlı'nın belki de ilk ileri hamleleridir.

Divan şiirinde çok verimli bir dönem olan bu günlerde birçok şair yetişmiş, hatta aralarında gizli bir rekabet oluşmuştur. Osmanzade Tâib adında o dönemde " Reis-i Şâirân" unvanını almış bir şair, devrinin şairlerini bir şiirle tanıtmış, ama Nedim'den hiç bahsetmemiştir. Buna içerleyen Nedim şu mısralarla karşılık vermiştir:


Zâhirde eğerçi cümleden ednâyız
Erbâb-ı nazar yanında lîk a'lâyız

Saymazsa hesaba n'ola ahbâb bizi
Biz zümre-i şâirânda müstesnâyız
Nedîm’in asıl kudreti dili kullanmadaki ustalığındadır. Konuşma dilinden gelen söyleyişleri kullanmadaki dehası ve âhengi sağlamadaki titiz işçiliği onu çağdaşlarından ayırır.

Onun şiirlerindeki önemli özelliklerden biri de yerlilik merakıdır. Divan şiirinde Necâtî Bey’le belirginleşen, Bâkî ve Şeyhülislâm Zekeriyyâzâde Yahyâ gibi şairlerin eserlerinde mükemmelleşen mahallîleşme akımının XVIII. yüzyıldaki en büyük temsilcisi Nedîm’dir. İfade ve üslûpta halk edebiyatına yakınlaşması, gerçek hayattan alınan unsurları kullanması, günlük dilden gelen deyimlere yer vermesi, yerlilik arzusunu gösteren unsurlar olarak değerlendirilmektedir. XVIII. yüzyılda halk şiiri ve divan şiiri arasında görülen nisbî yakınlaşmada onun hece vezniyle yazılmış iki koşmasının önemli yeri vardır. Ancak şairin en dikkate değer yanı şiirlerinde İstanbul hayatından sahneler sunmuş olmasıdır. Özellikle İbrâhim Paşa’nın imar faaliyetleri ve eğlence hayatıyla ilgili mekânlarla mesire yerlerini yeniden düzenleme çalışmaları, devletin barış ve istikrarı sağlayıp sanat alanlarına yönelmesi gibi gayretler ve Sâdâbâd eğlenceleri Nedîm’in şiirlerine yansımıştır. Onun şiirlerinde çağının değişik hayat sahneleri ve tipleri de öne çıkarılarak anlatılmıştır. İbrâhim Paşa’nın İstanbul ve Nevşehir’de yaptırdığı mimari eserler için manzum tarihler düşüren Nedîm devriyle özdeşleşen bir şair olarak bilinir. Aynı muhitte yaşayan ve dönemin havasını onunla birlikte teneffüs eden pek çok şair olmasına rağmen Lâle Devri’nin ruhunu onun kadar eserine yansıtan olmamıştır. Nedîm, Osmanlı kültür ve sanat hayatında Lâle Devri’nde gerçekleştirilmeye çalışılan hamleye şiirleriyle ayrı bir değer katmıştır. Onun şiirlerinde Türkçenin güzelliği, Osmanlı zevk ve yaşama üslûbunun nahif çizgileri görülmektedir.

Divan şiirinde hep hayalî ve mücerret kalan pek çok mecaz, teşbih ve çağrışım onun şiirinde somutlaşır. Sevgili artık zihinlerde değil sokakta veya şairin karşısındadır. Âşık ile mâşuk senli benli, aşk daha beşerî ve mücessemdir

Nâmık Kemal, Nedîm’i Türk dilinin en büyük şairi sayar. Tevfik Fikret de onun şair portresini bir şiirinde anlatır.


ŞİİRLERİNDEN ÖRNEKLER

GAZELLERİNDEN

*
Haddeden geçmiş nezâket yâl ü bâl olmuş sana
Mey süzülmüş şişeden ruhsâr-ı al olmuş sana

Ol büt-i tersâ sana mey nûş eder misin demiş
El-amân ey dil ne müşkil-ter suâl olmuş sana

Yok bu şehr içre senin vasf ettiğin dil-ber Nedîm
Bir perî-sûret görünmüş bir hayâl olmuş sana


*
Bir söz dedi cânân ki kerâmet var içinde
Dün giceye dâir bir işâret var içinde

Mey-hâne mukassi görünür taşradan ammâ
Bir başka ferâh başka letâfet var içinde

Eyvâh o üç çifte kayık aldı karârım
Şarkı okuyup geçti bir âfet var içinde

Olmakta derûnunda hevâ âteş -i sûzan
Nâyın diyebilmem ki ne hâlet var içinde

Ey şûh Nedîmâ ile bir seyrin işittik
Tenhâca varıp Göksu'ya işret var içinde



*
Sen demişsin kim kimin hayrânıdır bilmem Nedim
Nâzeninim pek bilirsin kim ben senin hayrânınam

*
Gülüm şöyle gülüm böyle demekdir yâre mutâdım
Seni ey gül sever cânım ki cânâne hitâbımsın

*
Geçersen semtimizden yolun uğrarsa Beşiktaş’a
Efendim gel mürüvvet kıl senindir bende vü hâne

*
Bezm-i şarâbdan geçemem doğrusu Nedîm
İşret tabiatımca tarab meşrebimcedir

*
Neler çeker Ramazân içre ıyde dek göresin
Nedîm terk-i mey-i hoş-güvâr edinceye dek

*
Hüsnün seyr ideyim de gördüğüm yer ol gülü
Gülistân olmazsa hammâm olsa da gam değil

*
‘Iyd oldu rûze-i gama iftâr vaktidir
Devr-i piyâle geşt-i çemen-zâr vaktidir

*
Çıkmış henüz hâne-i âyineden o mâh
Esrâr-ı hüsn ü ânına hayrân olup gelir

*
Ey tıfl-ı nâz bir gece mihmânım ol benim
Gir câme-hâb-ı sîneme gel cânım ol benim

*
Küşad et düğmemi pirâhenim aç sînemi yokla
Hele gör neylemiştir bana şemşîr-i nigâhın gel

*
Mekteb-i sînede bir tıfl-ı hevâyîdir dil
Kim henüz anlamamış farkını ışk u hevesin


*
Bir câm çek ey gonca-dehen def’-i humâr et
Çeşmimde hayâlin gibi gel geşt ü güzâr et
Nakşın gibi âyine-i sînemde karâr et
Serd oldu hevâ çıkma koyundan kuzucağım

*
Mest-i nâzım kim büyüttü böyle bî-pervâ seni
Kim yetiştirdi bu gûne servden bâlâ seni.

Bûydan hoş, rengden pâkîzedir nâzik tenin
Beslemiş koynunda gûyâ kim gül-i ra'nâ seni.


Bir elinde gül, bir elde câm geldin sâkıyâ
Kangısın alsam, gülü yâhut ki câmı yâ seni?

*
Tahammül mülkünü yıktın Hulâgu Hân mısın kâfir
Aman dünyayı yaktın âteş-i suzân mısın kâfir

Sana kimisi cânım kimi cânânım deyü söyler
Nesin sen doğru söyle can mısın cânân mısın kâfir

Niçin sık sık bakarsın öyle mir’at-ı mücellâya
Meğer sen dahi kendi hüsnüne hayrân mısın kâfir

Nedim-i zârı bir kâfir esir etmiş işitmiştim
Sen ol cellâd-ı dîn ol düşmen-i imân mısın kâfir

*
Murâdın anlarız ol gamzenin iz'ânımız vardır
Belî söz bilmeziz ammâ biraz irfânımız vardır

O şûhun sunduğu peymâneyi reddetmeziz elbet
Anınla böylece ahd etmişiz peymânımız vardır

Münâsibdir sana ey tıfl-ı nâzım hüccetin al gel
Beşiktaş'a yakın bir hâne-i virânımız vardır

Güzel sevmekde zâhid müşgilin var ise bizden sor
Bizim ol fende çok tahkikimiz itkânımız vardır

Sıkılma bezme gel bî-gâne yok da'vetlimiz ancak
Nedimâ bendeniz bir dahi sultânımız vardır

ŞARKI

Bir safâ bahşedelim gel şu dil-i nâ-şâda
Gidelim serv-i revânım yürü Sa’d-âbâd’a
İşte üç çifte kayık iskelede âmâde
Gidelim serv-i revânım yürü Sa’d-âbâd’a

Gülelim oynayalım kâm alalım dünyâdan
Mâ’-i tesnîm içelim Çeşme-i nev-peydâdan
Görelim âb-ı hayât akdığın ejderhâdan
Gidelim serv-i revânım yürü Sa’d-âbâd’a

Geh varub havz kenârında hırâmân olalım
Geh gelüb Kasr-ı Cinân seyrine hayrân olalım
Gâh şarkî okuyub gâh gazel-hân olalım
Gidelim serv-i revânım yürü Sa’d-âbâd’a

İzn alub cum’a namâzına deyu mâderden
Bir gün uğrulayalım çerh-i sitem-perverden
Dolaşub iskeleye doğru nihân yollardan
Gidelim serv-i revânım yürü Sa’d-âbâd’a

Bir sen ü bir ben ü bir mutrib-i pâkîze-edâ
İznin olursa eğer bir de Nedîm-i şeydâ
Gayrı yârânı bugünlük edib ey şûh fedâ
Gidelim serv-i revânım yürü Sa’d-âbâd’a


MÜSTEZÂD
……….

Sen kim gelesin meclise bir yer mi bulunmaz
Baş üzre yerin var
Gül goncesisin gûşe-i destâr senindir
Gel ey gül-i ra’nâ




NEDİM’E DAİR

Mevsimin tam lale zamanı;
Geçtim bir akşam Sadâbat’tan,
Koltuğumda Nedim divanı.


Sorma ne kalmış o hayattan?
Ne def-i gam eyleyen şarap,
Ne mest-i naz. Sadâbat harap.


Sadâbat değil Kâğıthâne;
Çingenenin fal baktığı yer;
Lale devri ancak efsane.



Koca Nedim? N’oldu o günler?
Dilde lezzet bunca mısraın
Söylemiyor nerde mezarın.


Cahit Sıtkı Tarancı
(1910 – 1956 )






















ŞEYH GÂLİB
(ö. 1213/1799)


Klasik Türk şiirinin son dönem büyük şairlerinden. 1171’de (1757) İstanbul’da Yenikapı Mevlevîhânesi yakınlarındaki bir evde dünyaya geldi. Doğumuna “eser-i aşk” ve “cezbetu’llah” terkipleri tarih düşürülmüş, kendisine mevlevîhânenin şeyhi Kûçek Mehmed Dede ile halefi Seyyid Ebûbekir Dede’nin tavsiyesiyle Mehmed Esad adı konulmuştur. Dedesi Mevlevî olduğu gibi babası Mustafa Reşit Efendi de Mevlevi’dir. Annesi Emine Hatun’dur. Divanında ve Hüsn ü Aşk’ında belirttiğine göre ilk eğitimini babasından aldı. 1780’de Galata Mevlevîhânesi’ne şeyh olan Hüseyin Efendi’den istifade etti. Arapçayı Hamdi Efendi’den, Farsçayı Hoca Neş’et’ten öğrendi. Neş’et Efendi kendisine “Esad” mahlasını verdiyse de dönemin Esad isimli şairleriyle karıştırılmaması için daha sonra “Galip” mahlasını kullanmaya başladı (Divanında “Esad” elli, “Esad Galip” iki ve “Galip” mahlasları 463 defa geçmektedir).


Dîvân-ı Hümâyun Kalemi’nde bir müddet çalıştıktan sonra ailesinin pek tasvip etmemesine rağmen 1198’de (1784) Konya’ya gidip Mevlânâ Dergâhı’nda çileye girdi ve Çelebi Seyyid Ebûbekir Efendi’nin sohbetlerinde bulundu. Babası Mustafa Reşit Efendi oğlunun İstanbul’dan ayrılmasına tahammül edemediğinden Çelebi Efendi’ye başvurmuş, o da “tekmîl-i çillenin Yenikapı Dergâhı’nda ikmalinin uygun olduğunu söyleyerek genç dervişi İstanbul’a gönderdi. Galip çilesini 1201’de (1787) Yenikapı Mevlevîhânesi’nde tamamlayarak “dede” oldu. Daha sonra Ali Nutkî Efendi’den hilâfet aldı. Öte yandan Yûsuf Sîneçâk Dede’nin Sütlüce’deki türbesi yanında bir ev satın alarak 5 Receb 1204’te (21 Mart 1790) buraya yerleşti ve Yûsuf Sîneçâk’in Cezîre-i Mesnevî adlı eserini şerh etti. 1791’de Konya Âsitânesi Şeyhi Mehmed Emin Çelebi’nin emirnâmesiyle 9 Şevval 1205’te (11 Haziran 1791) Galata Mevlevîhânesi şeyhliği Galip Dede’ye verildi. Bu tayin dolayısıyla III. Selim’le olan dostlukları gelişti. Galip Dede aynı zamanda Türk mûsikisi bestekârı olan, “İlhâmî” mahlasıyla şiirler yazan ve hat sanatıyla da uğraşan hükümdara Galata Mevlevîhânesi’nin tamiri için bir kaside takdim edince padişah onun arzusunu yerine getirerek tekkeyi tamir ettirdi (1792). 4 Ağustos 1792 tarihinde yapılan ilk mukabele vesilesiyle Şeyh Galip’in kaleme aldığı on sekiz beyitlik tarih manzumesi Galata Mevlevîhânesi’nin kapısına yazılmıştır. Hükümdarın tekke ile ve Şeyh Galip’le alâkası 1793’te Mevlevihane’ye bir şadırvan, 1794’te semâhâne içine bir mahfel-i Hümâyun yaptırmasıyla devam etti, ayrıca 1795’te semâhâneyi yeniden tamir ettirdi. Şeyh Galip’in bunlar için kaleme aldığı tarih manzumeleri divanında yer almaktadır. Semâhâne için yazılan dokuz beyitlik tarih manzumesi binanın kapısına da yazılmıştır.

1209’da (1794) annesi Emine Hatun’un, 1211’de (1796) müridi ve “yâr-ı gār”ı Esrar Dede’nin vefatı Şeyh Galip’i derinden üzdü; Esrar Dede için bir mersiye kaleme aldı. Bir yıl sonra hastalanan Şeyh Galip’in en son şiiri olan Hamdullah Efendi’nin verdiği “henüz” redifli Farsça gazele yaptığı nazîrede ölümünün yaklaştığını ima eden beyitler vardır. Şeyh Galib 27 Receb 1213 (4 Ocak 1799) tarihinde vefat etti. Ali Enver, Semâhâne-i Edeb’de cenazenin yıkanması sırasında babası Mustafa Reşit Efendi’nin ağlayarak, “Ah oğul! Bu tahtaya o kara sakal yakışmıyor” dediğini nakleder. Şeyh Galip’in kabri, bugün Divan Edebiyatı Müzesi olarak faaliyet gösteren Galata Mevlevîhânesindedir. Şeyh Galip’in Şerife Âişe adında bir şeyh kızıyla evlendiği, bu evlilikten Zübeyde isminde bir kızı, Ahmet ve Mehmet isimlerinde iki oğlu olduğu, Şer‘î Siciller Arşivi’nde bulunan tereke kayıtlarından ve şairin ölümü dolayısıyla padişahın bir fermanla çocuklarına Gümrük Mukātaası’ndan 30’ar akçe maaş tahsis ettiğine dair belgeden anlaşılmaktadır.

Nedîm ile lirizmde, Nâbî ile hikemî tarzda en güzel örneklerini veren klasik şiirin artık tekrara ve taklide düştüğü bir dönemde yetişen Şeyh Galip’in divan şiirinin son büyük şairi olduğunda hemen bütün tenkitçiler birleşir. Ahmet Hamdi Tanpınar’a göre Hüsn ü Aşk’ın baş tarafındaki Nâbî eleştirisiyle gerçekte şair değil ilk defa şiir geleneği hedef alınmıştır. Hayâlî Bey, Nef‘î, Fehîm-i Kadîm, Neşâtî ve Fasîh Ahmed Dede’den etkilenen Şeyh Galip’in klasik mazmunları kullanmakla beraber şiirde bilinçli şekilde yeniliği aradığı kendi ifadelerinden anlaşılmaktadır. Çoğu alışılmış tarzı devam ettiren gazel ve kasidelerinin dışında özellikle terci-i bend, terkib-i bend, müseddes ve tardiyyelerindeki hayaller, soyut ve somut kavramları birbirine yaklaştıran terkipler kendisinden bir asır sonra bunları deneyecek olan Edebiyât-ı Cedîde şairlerini müjdeler. Şeyh Galip gelenekten intikal eden, alışkanlıkların yönettiği bir şiir mekanizması yerine çok defa tesadüfî olmayarak seçtiği vezinleri, kafiyeleri, iç sesleri (aliterasyon ve asonans), girift mazmunları ve itinalı diliyle divan şiirinde son büyük hamleyi yapmıştır. Bu hamlede sebk-i Hindî akımına mensup şairlerin etkisi önemlidir. Başta Şevket-i Buhârî olmak üzere Hint, Afgan ve Türk edebiyatlarında güçlü taraftarları bulunan sebk-i Hindî mektebine bağlı şairlerin en önemli özellikleri anlamın bilmeceye dönüşecek kadar derin, girift, zarif ve ince olmasına özen göstermeleri, hayal güçlerini son sınırına kadar kullanarak anlamı şaşırtıcı güzellikte imajlarla ve duyulmadık mazmunlarla zenginleştirmeleridir. Galip bir rubâîsinde mazmunlarını anlamayanları ayıplamayacağını, çünkü bunların her birinin “güher-i gayb-ı hüviyyet” olduğunu ve akıl dalgıcının bu incileri bulup çıkaramayacağını söylerken aslında sebk-i Hindî’yi tarif etmektedir. Şeyh Galip’in divanındaki şiirlerin tamamı değilse bile büyük bir kısmı bu tarife uyar. Onun sebk-i Hindî anlayışına uygun biçimde yazdığı, “hâyîde edâ”dan (eskiden beri söylenen, çok duyulmuş bayağı söz) uzak, girift bir anlam örgüsüne sahip, zarif, fakat zaman zaman yadırganacak derecede hayallerle ve ince bir lirizmle bezenmiş şiirler gerçek Galip’i ortaya koyar. Şeyh Galip çağdaşlarına meydan okurken şiire Şevket-i Buhârî’nin penceresinden bakmaktadır ve Nâbî’nin Hayrâbâd’ının etkisini ortadan kaldırmak amacıyla yazdığı Hüsn ü Aşk’taki bütün hayaller “hayâl-i Şevket” gibi ince şekilde işlenmiştir. Daha sonra III. Selim’i övmek için yazdığı kısa bir mesnevide yaklaşık aynı kelimeleri kullanıp Şevket adını bir bakıma ince hayallerin sembolü olarak zikreden Galip bu İranlı şaire ömrünün sonuna kadar mânevî bir bağlılık duymuştur.

Şeyh Galip, altı ay gibi kısa bir sürede yazdığı Hüsn ü Aşk’ın sonundaki “Fahriyye-i Şâirâne”de poetikasının temel ilkelerini anlatmıştır. Yaşadığı devirde ciddiye alınacak tek şair bile bulunmadığını, kendi bulduğu hazineyi yine kendisinin tükettiğini söyleyerek sözde sultanlığını ilân eden Galip yepyeni bir şiir anlayışı getirmekle kalmamış, geniş ilhamı ve engin hayal gücü sayesinde çok özel bir şiir iklimi kurmuştu ve daha ilk mısralarından itibaren okuyucuyu bir ışıklar ve renkler dünyasına götürüyordu. Tanpınar bu sebeple onun şiirini “avize gibi renk ve ışık dolu” şeklinde tarif etmiştir. Hüsn ü Aşk’ın bir başka bölümünde sözü yaşadığı dönemin şiir ortamına getiren Galip, bu ortama hâkim olduklarını düşündüğü “müteşair”leri (şairlik taslayanlar) alaylı bir dille eleştirir. Hüsn ü Aşk’ta çağdaşlarını eleştirirken, “Şiir ne değildir?” sorusunun cevabını arayan ve poetikasını bu eleştiriler üzerine kuran Şeyh Galip’e göre yeni söz söyleme imkânı kalmadığı iddiası doğru değildir. Varlıkta değişme ve yenilenme varsa sözde de olmalıdır. Zira kullarına söz feyzini ihsan eden Allah feyyâz-ı sühandır ve feyz-i sühan sonsuzdur; sözlerin önceden gelenler tarafından tüketilmiş olması ve kendilerine söz feyzi ihsan edilmiş şairlerin söylenmişi tekrar söylemeleri düşünülemez. Şeyh Galip bu fikrini açıklarken “bikr-i mazmûn, mazmûn-ı nev” gibi tâbirler kullanır. Ona göre halis şiir bir çeşit vahiydir ve elbette bu cevher taze edâ gerektirir. Gerçek şairin hayal şahini en çapraşık yollarda bile yönünü kaybetmez, dedikodu devine çarpılmadan şiir ceylanını avlayıverir. Şiirde yeni bir yol açmaya çalışan Galip’in kendisinden öncekilerle hesaplaşma ihtiyacını duyması tabiidir. Bu yönüyle eski şiire en güçlü eleştirinin Nâmık Kemal ve Ziyâ Paşa’dan çok önce Galip’ten geldiği söylenebilir. Bu eleştiri gücü sayesinde, eski şiirin zaman zaman güçlü şairleri bile “hâyîde edâ”ya mahkûm eden zincirlerinden kurtularak gerçekten “nev” sıfatını taşıyan bir yol açmıştır. Şeyh Galip şiirinin yeniliği, farklılığı ve bünyesinde taşıdığı özellikler sebebiyle gündemden hiç düşmemiş, çağdaşlarından başlayarak günümüze kadar çok sayıda şairi derinden etkilemiştir ve etkilemeye devam etmektedir.

Eserleri
1. Divan. 1781 yılında henüz yirmi dört yaşında iken divanını tertip eden Şeyh Galip daha sonra yazdığı şiirlerle eserini 5500 beyite çıkarmıştır. Divanın çoğu İstanbul kütüphanelerinde olmak üzere kırkın üzerinde nüshası mevcuttur. Türkiye dışında ise Kahire, Londra ve Paris’te altı nüshası bulunmaktadır.
2. Hüsn ü Aşk. 1783’te kaleme alınan, 2041 beyit ve dört tardiyyeden oluşan tasavvufî, fantastik ve sembolik bir mesnevidir. Eserde tasavvuf yolundaki bir sâlikin seyr ü sülûk-i rûhânîsi anlatılmaktadır.
3. Şerh-i Cezîre-i Mesnevî. Yûsuf Sîneçâk’in eserine 1790’da yazılmış bir şerh olup müellifin Türkçe tek mensur eseri olması bakımından ayrıca önem taşımaktadır. Şeyh Galip bu eseri yazarken Yûsuf Sîneçâk’in Sütlüce’deki kabrine bakan evde ikamet ediyordu. Yûsuf Sîneçâk, Mes̱nevî’den 366 beyit seçerek bir antoloji meydana getirmiştir. Şeyh Galip bu eseri, üstadı Ali Dede Efendi’nin teşvikiyle ve içinde bulunduğu kültür ve mâneviyat ortamına karşı bir minnet borcu düşüncesiyle yazmıştır.
4. Eṣ-Ṣohbetü’s-sâfiye. Trabzonlu Şeyh Köseç Ahmed Dede’nin et-Tuḥfetü’l-behiyye fî ṭarîḳati’l-Mevleviyye adlı Arapça risâlesine yine Arapça yazılan bir ta‘likattır. Şeyh Galip, Mevlevî âdâb ve erkânından bahseden bu küçük risâleyi 1789 yılında kaleme almıştır.


ŞİİRLERİNDEN ÖRNEKLER

*
Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen.


*

Bir şûlesi var ki şem'-i cânın
Fânûsuna sığmaz âsumânın!
*

Tedbîrini terk eyle, takdir Hudâ’nındır
Sen yoksun o benlikler hep vehm‐ü gümânındır
Birdenbire bul aşkı bu tuhfe bulanındır
Devrân olalı devrân erbâb‐ı safânındır
Âşıkta keder neyler gam halk‐ı cihânındır
Koyma kadehi elden söz Pir‐i Mugân’ındır

Meyhâneyi seyrettim uşşâka matâf olmuş
Teklîf ü tekellüften sükkânı muâf olmuş
Bir neş’e gelip meclis bîhavf u hilâf olmuş
Gam sohbeti yâd olmaz, meşrepleri sâf olmuş
Âşıkta keder neyler gam halk‐ı cihânındır
Koyma kadehi elden söz Pir‐i Mugân’ındır

Ey dil sen o dildâre lâyık mı değilsin ya
Dâvâyı muhabbette sâdık mı değilsin ya
Özrü nedir Azrâ’nın Vâmık mı değilsin ya
Bu gâm ne gezer sende âşık mı değilsin ya
Âşıkta keder neyler gam halk‐ı cihânındır
Koyma kadehi elden söz Pir‐i Mugân’ındır

Mahzun idi bir gün dil meyhâne‐i mânâ’da
İnkâra döşenmiştim efkâr düşüp yâda
Bir pir gelip nâgâh pend etti alel‐âda
Al destine bir bâde derd u gamı ver bâda
Âşıkta keder neyler gam halk‐ı cihânındır
Koyma kadehi elden söz Pir‐i Mugân’ındır

Bir bâde çek, efzûn kap mecliste zeber‐dest ol
Atma ayağın taşra meyhânede pâ‐best ol
Alçağa akar sular, pay‐i hümâ düş mest ol
Pür çûş olayım dersen Gâlib gibi ser‐mest ol
Âşıkta keder neyler gam halk‐ı cihânındır
Koyma kadehi elden söz Pir‐i Mugân’ındır


GAZEL

Efendimsin cihanda i’tibârım varsa sendendür
Miyân-ı âşıkanda iştiharım varsa sendendür

Benim feyz-i hayâtım hâsılı rûh-ı revânımsın
Eğer ser-mâye-i ömrümde kârım varsa sendendür

Viren bu sûret-i mevhuma revnak reng-i hüsnündür
Gül-istân-ı hayâlim nev-bahârım varsa sendendür

Felekden zerre mikdâr olmadım devründe rencide
Ger ey mihr-i münevver âh u zarım varsa sendendür

Senün pervâne-i hicrânunam sen şem’-i vuslatsın
Be-her şeb hâhiş-i bûs u kenarım varsa sendendür

Şehîd-i aşkun oldum lâle-zâr-ı dâğdur sînem
Çerâğ-ı türbetim şem’-i mezarım varsa sendendür


Gören ser-geştelikde gird-bâd-ı deşt zann eyler
Fenâ-ender-fenâyım her ne varım varsa sendendür

Niçün âvâre kıldun gevheri galtânun olmışken
Gönül âyînesinde bir gubârım varsa sendendür

Şafak-tâb eyledün peymânemi hûn-âb ile sâkî
Sabâh-ı sohbet-i meyde humarım varsa sendendür

Sanadur ilticası Galib’ün yâ hazret-i Monlâ
Başımda bir külâh-ı iftiharım varsa sendendür


ŞARKI

Fâriğ olmam eylesen yüz bin cefâ sevdim seni
Böyle yazmış alnıma kilk-i kazâ sevdim seni
Ben bu sözden dönmezem devr eyledilçe nüh felek
Şâhid olsun aşkıma arz-u semâ sevdim seni

Bend-i peyvend-i dilim ebrû-yı gaddârındadır
Rişte-i cem'iyyetim zülf-i siyeh-kârındadır
Hastayın ümmîd-i sıhhat çeşm-i bîmârîndadır
Bir devâsız derde oldum mübtelâ sevdim seni

Ey hilâl ebrû dilin meyli sanadır doğrusu
Sû-yı mihraba nigâhım kec-edâdır doğrusu
Râ kaşından inhirâf etsem riyâdır doğrusu
Yâ sevâb olmuş veya olmuş hatâ sevdim seni

Bî-gubârım hasret-i hattınla hâk olsam yine
Sıhhatim rûh-i lebindedir helâk olsam yine
Tîğ-i gamzenden kesilmem çâk çâk olsam yine
Hâsılı beyhûde cevr etme bana sevdim seni


Gâlib-i dîvâneyim Ferhâd u Mecnûn'a salâ
Yüz çevirmem olsa dünya bir yana ben bir yana
Şem'ine pervâneyim pervâ ne lâzımdır bana
Anlasın bigâne bilsin âşinâ sevdim seni














NÂMIK KEMAL



Yazar, gazeteci, devlet adamı, şairdir. Yurtseverlik, hürriyet, millet kavramlarına bağlı bir Tanzimat Devri aydınıdır. Bu kavramları Türk fikir hayatına ve edebiyatına sokan kişi kabul edilir. Heyecanlı, kavgacı kişiliği, akıcı, parlak üslubu nedeniyle devrinin diğer yazarlarından daha fazla tanındı. “Vatan Şairi” ve “Hürriyet Şairi” olarak anılan Namık Kemal, şiirin yanı sıra tenkit, biyografi, tiyatro, roman, tarih ve makale türlerinde eserler verdi. Özellikle 'İntibah’ isimli romanı ve 'Vatan yahut Silistre' isimli tiyatro oyunu ünlüdür. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu kadrosunu -başta Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere- eserleri ve fikirleriyle etkiledi.



Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın şairin oğlu Ali Ekrem Bey’e yolladığı cevabi telgraf:

21 Aralık 1840 tarihinde Tekirdağ’da dünyaya geldi. Babası Yenişehirli Mustafa Asım Bey, annesi bir Arnavut olan Fatma Zehra Hanım’dır. Tekirdağ’daki evlerinin civarında bulunan tekkenin şeyhi Tokatlı Hafız Ali Rıza Efendi kendisine “Mehmed Kemal” adını verdi. Çocukluğu annesinin babası Abdülatif Paşa’nın yanında geçti. Abdülatif Paşa, Tekirdağ (Tekfurdağ) sancağında vali yardımcısı idi; Afyonkarahisar sancağına tayin edildiğinde ailece Afyon’a taşındılar. 1848 yılında annesi Fatma Zehra Hanım’ı Afyon’da kaybetti. Mehmet Kemal, hayatını büyükbabasının yanında sürdürdü. Abdülatif Paşa’nın değişik kentlerde görev yapması nedeniyle düzenli bir eğitime devam edemedi. Özel dersler aldı ve kendi kendini yetiştirmeye çalıştı. Arapça ve Farsça öğrendi. Dedesi Afyon’daki vali yardımcılığı görevinin ardından ailesiyle İstanbul’a gelmişti. Orada, 3 ay Bayezid Rüştiyesine ve ardından 9 ay Valide Mektebi’ne devam etme fırsatı buldu. Dedesinin Kars’a mutasarrıf olarak atanması sebebiyle 1,5 yıl Kars’ta yaşadı. Karslı şair ve müderris Vaizzade Seyid Mehmet Hamid Efendi'den divan edebiyatını öğrendi. Avcılık, atıcılık, cirit dersleri aldı. Kars’ta görevi sona eren dedesi ile 1854’te İstanbul’a döndü.

1855’te babasının Bulgaristan Filibe mal müdürü, dedesinin Sofya kaymakamı oluşu ile Sofya'ya gitti. Sofya’da evlerine ziyarete gelen dedesinin arkadaşı şair Binbaşı Eşref Bey, şiirlerini okuduktan sonra Mehmet Kemal’e yazıcı, kâtip anlamlarındaki “Namık” adını verdi. O günden sonra Namık Kemal olarak anılmaya başladı. 18 yaşına kadar kaldığı Sofya’da komşuları Niş Kadısı Mustafa Ragıp Efendi’nin kızı Nesime Hanım ile evlendi. Bu evlilikten Feride ve Ulviye adında iki kızı ve Ali Ekrem adında bir oğlu dünyaya geldi.


1857’de İstanbul’a döndü ve Bâb-ı Âlî Tercüme Odası'nda stajyer olarak memurluğa başladı. 1859’da Gümrük Kalemi’nde çalışmaya başladı. İlk şiirlerini Sofya’da yazan Namık Kemal, İstanbul’a geldiğinde kısa sürede şairler arasında tanınmıştı. Henüz Batı edebiyatı ile bir teması yoktu. İstanbul’da divan edebiyatı geleneğini takip ettiren şairlerle tanıştı. Arap ve Fars edebiyatlarını öğrenmeye çalıştı. Leskofçalı Galip Bey adlı şair ile yakın dostluk kurdu. Bu şairin başkanlığında kurulan Encümen-i Şuara adlı şairler topluluğuna katıldı. 1863’ten itibaren dört yıl yeniden Tercüme Odası’nda görev aldı. Bu yeni görevi sırasında Batı’yı tanıyan kimselerle tanışma imkânı buldu ve gözlerini batı kültürüne çevirdi. Edebiyatta batılılaşmanın ilk adımlarını atan İbrahim Şinasi ile tanışması hayatını değiştirdi. Sanat ve hayat görüşü değişti. Batı edebiyatını öğrenmeye başladı, ilgisi nesre yöneldi. Tarih ve hukuk alanında kendisini geliştirmeye çalıştı. Tercüme odasının bir kâtibinden Fransızca dersleri aldı. Tasvir-i Efkâr’da fıkra ve tercüme yazılar kaleme aldı. İlk defa Şinasi’de gördüğü “hak, millet, vatan, hürriyet, millet meclisi” gibi kelimeleri yaygınlaştırdı.


1865’te Şinasi, Tasvir-i Efkâr gazetesini kendisine bırakarak Fransa’ya gidince Namık Kemal, tek başına gazeteyi çıkardı. Aynı dönemde İttifak-i Hâkimiyet adlı (daha sonra Yeni Osmanlılar Cemiyeti adını alacak) gizli derneğin kurucuları arasına girdi. Derneğin amacı bir anayasa hazırlanmasını ve parlamenter bir yönetim sistemi kurulmasını sağlamaktı. Namık Kemal gazetesinde, bu görüşler doğrultusunda ve hükümet aleyhine şiddetli makaleler yayınladı. “Şark Meselesi” üzerine yazdığı bir makale, gazetenin 1867’de kapatılmasına ve kendisinin Erzurum vali muavini olarak atanmasına yol açtı.

Namık Kemal, hükümet tarafından gönderildiği Erzurum’a gitmek yerine Paris’e kaçtı. O ve arkadaşlarını Paris’te yaşayan Mısırlı prens Mustafa Fazıl Paşa davet etmiş ve maddi himayesine almıştı. Mısır valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın torunu olan ancak Sultan Abdülaziz’in bir fermanıyla Mısır yönetimindeki haklarından mahrum edilen Mustafa Fazıl Paşa, kendisini Yeni Osmanlılar Cemiyeti’nin reisi ilan etmiş ve Avrupa’ya davet ettiği örgüt üyelerinin finansörlüğünü üstlenmiş birisiydi.

M. Fazıl Paşa’nın desteğiyle Londra’da 'Muhbir' adlı gazeteyi çıkardılar ancak Namık Kemal, Ali Suavi ile yaşadığı anlaşmazlık üzerine Muhbir'den ayrıldı. Aynı yıl Sultan Abdülaziz Uluslararası Paris Sergisi’ni görmek üzere şehre gelince Fransız hükümeti Genç Osmanlılar’ı ülkeyi terk etmeye davet etti. Namık Kemal, bazı arkadaşlarıyla birlikte Londra’ya gitti ve orada 'Hürriyet’ gazetesini çıkardılar. Bu arada Mustafa Fazıl Paşa, Paris’e gelen Abdülaziz’le ilişkilerini düzeltmiş ve onunla İstanbul’a dönmüştü. Giderken gazeteyi çıkarmaya devam etmelerini, desteğinin süreceğini söylediyse de İstanbul’a döndükten sonra fikrini değiştirdi ve geçici olarak Hürriyet’i kapatmalarını istedi. Bunun üzerine Namık Kemal ile Ziya Paşa gazeteyi kendi imkânları ile çıkarmayı denediler. Bir süre sonra arkadaşları ile arası bozulan Namık Kemal vazgeçti ve 1870’te Sadrazam Âli Paşa ile barışıp yurda döndü.

Siyasetten uzak durmak, yazı yazmamak şartıyla affedilmiş olan Namık Kemal, İstanbul’a döndükten sonra 'Diyojen' adlı mizah dergisinde imzasız fıkralar yazdı; Sadrazam Ali Paşa’nın ölümünden sonra 1872’de 'İbret’ gazetesini çıkararak yeniden muhalefete başladı. Gazete sık sık kapatıldı ve sonunda sadrazam Mahmut Nedim Paşa’yı eleştiren yazılar yüzünden Namık Kemal, İstanbul’dan uzaklaşması için mutasarrıf olarak Gelibolu’ya atandı.

Birkaç ay kaldığı Gelibolu’da 'Vatan yahut Silistre' adlı oyunu ile 'Evrâk-ı Perişan' adlı eserini tamamladı. Gelibolu’nun bazı sorunları ile ilgilendi ve su davasını halletti. Rumeli fatihi Gazi Süleyman Paşa'nın Bolayır’daki kabrini ziyaret etti. Ebüzziya Tevfik Bey'e burada gömülmeyi vasiyet etti. Namık Kemal, bir yandan da 'İbret’ gazetesi'ne “BM” (Başmuharrir) ve Ebuzziya’nın çıkardığı 'Hadika' gazetesine “N.K” imzası ile yazı göndermeye de devam ediyordu. Gelibolu’da salgın haline gelen kuduz hastalığını önlemek için köpekleri sürgün etmesi bahane edilerek Gelibolu mutasarrıflığı görevinden alındı.

Namık Kemal 1872’nin son günlerinde Gelibolu’dan İstanbul’a döndü, İbret’in başına geçti. Çok geçmeden bir makalesi nedeniyle hakkında soruşturma açılıp gazetesi tekrar kapatılınca tiyatro ile ilgilenmeye başladı. “Vatan yahut Silistre” oyunu, 1 Nisan 1873 gecesi İstanbul’da Güllü Agop’un Gedikpaşa’daki tiyatrosunda sahnelendi. Oyunun sahnelenmesi halkı coşturup olaylar çıkmasına neden olmuştu. Bu konuda İbret’te yayımlanan yazılardan sonra gazete bir daha çıkmamak üzere kapatıldı; Namık Kemal ve dört arkadaşı yargılanmadan sürgüne gönderildiler. Namık Kemal Magosa'ya, Ahmet Mithat ile Ebüzziya Tevfik Bey Rodos'a, Menapirzade Nuri ve Bereketzade Hakkı Beyler de Akka'ya sürüldü. Namık Kemal'in Magosa (Kıbrıs) sürgünlüğü 38 ay sürdü. Orada son derece olumsuz şartlar altında yaşamak zorunda kaldı, pek çok kez sıtmaya ve başka hastalıklara yakalandı.

Sürgün dönüşü İstanbul’da bir kahraman gibi karşılandı. Tahta çıkışından 93 gün sonra akıl bozukluğu gerekçesiyle indirilen V. Murat’ın yerine Osmanlı tahtına oturan II. Abdülhamit, ilk Osmanlı Anayasası’nı oluşturmak için bir komisyon kurdu. Namık Kemal, bu komisyonun bir üyesi oldu. Ancak şair, padişahın aleyhine bir tehdit beyti yazıp bunu mecliste okuyunca mahkemede yargılandı. Söylediği Arapça beyit, ”Bir şey, ikilendi mi, muhakkak üçlenir de” anlamındaydı ve tıpkı Abdülaziz ve V. Murat gibi Abdülhamit’in de tahttan indirilebileceğini ima ediyordu. Namık Kemal, asayişi bozduğu gerekçesiyle suçlu bulunup 6 ay hapis cezasına çarptırıldıysa da sonradan beraat etti. Girit Adası’nda ikamete mecbur edildi. Kendi isteği üzerine ikameti Midilli Adası’na çevrildi. 2,5 yıl sonra Midilli mutasarrıfı olarak görevlendirildi. 1879'dan itibaren 5 yıl süren Midilli’deki görevi sırasında kaçakçılıkları önledi; hazine gelirini arttırdı. 20 Türk İlkokulu açtı. Türklerin hayat seviyesini yükseltti. Adalarda yaşayan Türk ahalisinin sorunlarını dile getiren bir rapor hazırlayıp Bâb-ı Âlî'ye sundu.1882’de Nişan-i Osmanlı madalyası ile ödüllendirildi. 'Vaveyla''Murabba', 'Vatan Mersiyesi' gibi şiirlerini burada yazdı. Magosa’da yazmaya başladığı “Celaleddin Harzemşah” adlı eserini tamamladı. Bu eser, okunmak için yazılmış 15 perdelik tarihi bir oyundur. Harzemşahlar Devleti’nin son hükümdarı Celaleddin Harzemşah etrafında gelişen oyunda İslam birliği düşüncesini işledi. Abdülhamit, bu eserinden ötürü onu bâlâ rütbesi ile ödüllendirdi.

Namık Kemal’in Midilli’de kaçakçılıkla mücadelesinden çıkarları zarar görenlerin şikâyetinden sonra 1884’te Rodos mutasarrıfı oldu. Rodos adasındaki çalışmaları da padişahın imtiyaz madalyası ile ödüllendirildi. Rodos’ta, Osmanlı tarihi hakkında eser yazmaya başladı. İngiliz ve Yunanlıların şikâyeti üzerine 1887’de Rodos’taki görevi sona erdi. Sakız Adası mutasarrıfı oldu.

Sakız Adası’nın kuru havası nedeniyle rahatsızlanan Namık Kemal, 2 Aralık 1888 günü 48 yaşında hayatını kaybetti. Adada bir caminin haziresine defnedildi. Arkadaşı Ebüziyya Tevfik, şairin Bolayır’da gömülme arzusunu padişah II. Abdülhamit’e iletince naaşı Gelibolu’ya nakledildi. Bolayır’da Orhan Gazi’nin oğlu Süleyman Paşa’nın türbesinin yanına gömüldü. Birkaç yıl sonra Sultan Abdülhamit bir türbe yaptırdı. Türbenin planını Tevfik Fikret çizdi. 1912 Mürefte-Şarköy depreminde sütunlar zedelendiği için halen mermer kaplı bir kabirde bulunmaktadır. Namık Kemal'in ölümünden sonra II. Abdülhamit, şairin oğlu Ali Ekrem’i sarayda görevlendirdi, babası Mustafa Asım’ı ise saraya müneccimbaşı tayin etti.

Tanzimat döneminin en önemli düşünce, sanat ve siyaset adamlarından birisidir. ”Toplum için sanat” anlayışını benimsemiştir. Sanatı, toplumun Batılılaşması için bir araç olarak kullanmıştır. Eserlerini halkın anlayabileceği sade bir dille yazmayı amaçlamıştır. Divan edebiyatının süslü-sanatlı nesri yerine, belli bir düşünceyi iletmeyi amaçlayan yeni nesir anlayışını desteklemiştir. Eserlerinde noktalama işaretlerini kullanmıştır. Gençliğinde divan edebiyatı tarzında şiirler yazmış, Avrupa’ya gittikten sonra yeni edebiyatı benimsemiş ve o yolda eserler vermiştir.

Namık Kemal, Fransız edebiyatını örnek almış, romantizmin etkisinde kalmıştır. Şiirleri biçim bakımından eski, konu bakımından yenidir. Vatan, millet, hürriyet gibi konuları işlemiştir. Ayrıca şiirlerinde mücadeleci tipte bir insan yaratmıştır. Tiyatroyu “eğlencelerin en faydalısı” olarak nitelemiş, halkın eğitilmesinde okul gibi görmüş, sahne dili ve tekniği yönünden başarılı eserler vermiştir.

OYUN : Vatan yahut Silistre, Zavallı Çocuk, Akif Bey, Celaleddin Harzemşah,
Kara Bela

ROMAN : İntibah, Cezmi

ELEŞTİRİ : Tahrib-i Harâbât, Takip, Renan Müdafaanamesi, İrfan Paşa’ya Mektup,
Mukaddeme-i Celal

TARİH : Devr-i İstila, Bârika-i Zafer, Evrâk-ı Perişan, Kanije, Silistre Muhasarası,
Osmanlı Tarihi, Büyük İslam Tarihi


ŞİİRLERİNDEN ÖRNEKLER


HÜRRİYET KASİDESİ’NDEN

Görüp ahkâm-ı asrı münharif sıdk u selâmetten
Çekildik izzet ü ikbal ile bâb-ı hükûmetten

Çağın değer yargılarını doğruluktan ve samimiyetten sapmış görerek kendi arzumuz ve saygınlığımız ile devlet kapısından ayrıldık.

Usanmaz kendini insan bilenler halka hizmetten
Mürüvvet-mend olan mazluma el çekmez iânetten

Kendini insan bilenler halka hizmet etmekten usanmaz, mürüvvet sahibi olanlar zulme uğrayanlara yardım etmekten kaçınmaz.



Hakîr olduysa millet, şânına noksan gelir sanma
Yere düşmekle cevher, sâkıt olmaz kadr ü kıymetten

Eğer millet, hor görülmüşse onun şanına bir eksiklik geleceğini sanma; yere düşmekle cevher, değerinden özünden bir şey kaybetmez.

Vücûdun kim hamir-i mâyesi hâk-i vatandandır
Ne gâm râh-ı vatanda hâk olursa cevr ü mihnetten

Vücudun mayasının hamuru, vatan toprağındandır; bu vücut, acı ve sıkıntı içinde vatan yolunda toprak olursa, en küçük bir üzüntü duyulmaz.

Muini zâlimin dünyada erbâb-ı denaettir
Köpektir zevk alan, sayyâd-ı bi-insâfa hizmetten

Dünyada zalimin yardımcısı, aşağılık kimselerdir; insafsız avcıya hizmetten zevk alan ancak köpektir.

Hemen bir feyz-i bâkî terk eder bir zevk-i fânîye
Hayatın kadrini âli bilenler, hüsn-i şöhretten

Hayatın değerini şöhretin güzelliğinden üstün tutanlar, kalıcı olan feyzi geçici zevklere tercih ederler.

Nedendir halkta tûl-i hayata bunca rağbetler
Nedir insana bilmem menfaat hıfz-ı emanetten

Halkta hayatın uzunluğuna bunca düşkünlük nedendir; emaneti korumaktan insana menfaat nedir?

Felekten intikam almak demektir ehl-i idrake
Edip tezyid-i gayret müstefid olmak nedâmetten

Akıllı ve bilinçli olanların, yaptıklarından pişman olup çalışmalarını artırması ve bunlardan ders alması, felekten intikam almak demektir.

Durur ahkâm-ı nusret ittihâd-ı kalb-i millette
Çıkar âsâr-ı rahmet, ihtilaf-ı rey-i ümmetten

Başarının, zaferin hükümleri, milletin gönül birliğinde durur; rahmet eserleri ise ümmetin düşüncesinin çarpışması ile çıkar.

Kaza her feyzini her lutfunu bir vakt için saklar
Fütur etme sakın milletteki za'f u betaetten

Kader, her feyzini, her lütfunu bir zaman için saklar; milletteki gevşeklikten, zayıflıktan sakın korkma!

Değildir şîr-i der-zencire töhmet acz-i akdamı
Felekte baht utansın bi-nasib erbab-ı himmetten

Zincire vurulmuş aslana ayaklarının güçsüzlüğü töhmet değildir; bu dünyada nasipsiz himmet sahiplerinden kader utansın.

Biz ol nesl-i kerîm-i dûde-i Osmaniyânız kim
Muhammerdir serâpâ mâyemiz hûn-ı hamiyetten

Biz o Osmanlılar boyunun ulu neslindeniz; mayamız, baştan ayağa çalışkanlık ve fedakârlık kanıyla karılmıştır.





Biz ol âl-i himem erbâb-ı cidd ü içtihâdız kim
Cihangirâne bir devlet çıkardık bir aşiretten


Biz o hamiyet sahibi, çalışkan, gayretli ve güçlü kişileriz ki bir küçük aşiretten dünyaya hükmeden bir devlet çıkardık.

Biz ol ulvi-nihâdânız ki meydân-ı hamiyette
Bize hâk-i mezar ehven gelir hâk-i mezelletten

Biz hamiyet meydanında o yüce yaradılışlılarız ki bize mezar toprağı, aşağılanma toprağından daha iyi gelir.

Ne gam pür âteş-i hevl olsa da gavgâ-yı hürriyet
Kaçar mı merd olan bir can için meydân-ı gayretten

Hürriyet kavgası korkunun ateşi ile dolu olsa ne gam, mert olan bir can için gayret meydanından kaçar mı?

Kemend-i can-güdâz-ı ejder-i kahr olsa cellâdın
Müreccahtır yine bin kerre zencîr-i esâretten

Celladın can yakan kemendi kahredici bir ejder bile olsa, yine de esaret zincirinden bin defa daha iyidir.

Felek her türlü esbâb-ı cefasın toplasın gelsin
Dönersem kahbeyim millet yolunda bir azîmetten

Felek her türlü cefa sebeplerini toplasın gelsin, millet yolunda çalışmaktan dönersem kahpeyim.

Anılsın mesleğimde çektiğim cevr ü meşakkatler
Ki ednâ zevki âlâdır vezâretten sadâretten

Tuttuğum yolda çektiğim acılar, sıkıntılar anılsın ki bunun en basit zevki bile vezirlikten, sadrazamlıktan daha yücedir.

Ne mümkün zulm ile bidâd ile imhâ-yı hürriyet
Çalış idrâki kaldır muktedirsen âdemiyetten

Zulüm ile işkence ile hürriyeti ortadan kaldırmak ne mümkün; eğer kendinde bir güç görüyorsan insanoğlundan idraki kaldır.
Gönülde cevher-i elmâsa benzer cevher-i gayret
Ezilmez şiddet-i tazyikten te'sir-i sıkletten

Gönülde gayret cevheri, elmas cevherine benzer; ağırlığın tesirinden, baskının şiddetinden ezilmez.

Ne efsunkâr imişsin ah ey didâr-ı hürriyet
Esîr-i aşkın olduk gerçi kurtulduk esâretten

Ey hürriyetin güzel yüzü, sen ne büyüleyici imişsin; gerçi esaretten kurtulduk ama senin aşkının esiri olduk.

Ne yâr-ı cân imişsin ah ey ümmid-i istikbâl
Cihanı sensin azad eyleyen bin ye's ü mihnetten

Ey gelecek ümidi, sen ne can dostuymuşsun; dünyayı bütün üzüntü ve sıkıntılarından kurtaran sensin.

Senindir devr-i devlet hükmünü dünyaya infâz et
Hüdâ ikbâlini hıfzeylesin hür türlü âfetten

Hükmetme çağı senindir, hükmünü dünyaya geçir; Allah talihini, yüceliğini her türlü beladan korusun.


Kilâb-ı zulme kaldı gezdiğin nâzende sahrâlar
Uyan ey yâreli şîr-i jeyân bu hâb-ı gafletten

Ey yaralı kükreyen aslan, gaflet uykusundan uyan! Senin gezdiğin güzel sahralar zulmün köpeklerine kaldı.




MURABBA

Sıdk ile terk edelim her emeli her hevesi,
Kıralım hâil ise azmimize ten kafesi;
İnledikçe eleminden vatanın her nefesi,
Gelin imdada diyor, bak budur Allah sesi!


Bize gayret yakışır merhamet Allah'ındır;
Hükm-i âtî ne fakîrin ne şehinşâhındır;
Dinle feryadını kim terceme-i âhındır
İnledikçe bak ne diyor vatanın her nefesi...

Mahv eder kendini bülbül bile hürriyet içün;
Çekilir mi bu belâ âlem-i pür mihnet içün?
Dîn içün, devlet içün, can çekişen millet içün,
Azme hâil mi olurmuş bu çürük ten kafesi?


Memleket bitti, yine bitmedi hâlâ sen, ben,
Bize bu hâl ile bizden büyük olmaz düşmen;
Dest-i a'dâdayız Allah içün ey ehl-i vatan;
Yetişir terk edelim gayrı hevâ vü hevesi! ...


VATAN ŞARKISI

Âmâlimiz efkârımız ikbâl-i vatandır
Serhaddimize kal'a bizim hâk-i bedendir
Osmanlılarız ziynetimiz kanlı kefendir
Gavgâda şahadetle bütün kâm alırız biz
Osmanlılarız can verir nâm alırız biz


Kan ile kılıçtır görünen bayrağımızda
Can korkusu geçmez ovamızda dağımızda
Her gûşede bir şir yatar toprağımızda
Gavgâda şahadetle bütün kâm alırız biz
Osmanlılarız can verir nâm alırız biz


Top patlasın ateşleri etrafa saçılsın
Cennet kapusu can veren ihvâna açılsın
Dünyada ne bulduk ki ölümden de kaçılsın
Gavgâda şahadetle bütün kâm alırız biz
Osmanlılarız can verir nâm alırız biz





NE UTANMAZ KÖPEKLERİZ

Edepsizlikte tekleriz
Kimi görsek etekleriz
Hak’tan da ümid bekleriz
Ne utanmaz köpekleriz

Gitme vatan gavgasına
Yetiş rütbe yağmasına
Daldık dünya safasına
Ne utanmaz köpekleriz

Biz bakmadan sağ ü sola
Düşman girdi İstanbul’a
Vatanı sattık bir pula
Ne utanmaz köpekleriz

İnsan mıyız neyiz seçilmez
Bir zehiriz ki içilmez
Tavrımızdan da geçilmez
Ne utanmaz köpekleriz

Dalkavuklukla irtikâb
İşte etti bizi harâb
Sen söyle ey Şevket-meâb
Ne utanmaz köpekleriz

Vatanın girdik kanına
Leke getirdik şanına
Topumuzun b.k canına
Ne utanmaz köpekleriz





















ZİYA PAŞA



1825’te İstanbul'da doğdu, 17 Mayıs 1880'de Adana'da öldü. Asıl adı Abdülhamid Ziyaeddin’dir. Beyazıt Rüştiyesi’ni bitirdi. Özel öğretmenlerden Arapça ve Farsça öğrendi. Sadaret Mektubî Kalemi'ne devam etti. Mustafa Reşid Paşa'nın yardımıyla 1855'te Saray Mâbeyn Kâtipliği'ne girdi. Âli Paşa'nın sadrazam olmasıyla saraydan uzaklaştırıldı.
Zaptiye Nezareti müsteşarlığı, 1861'de Kıbrıs, 1863'te Amasya mutasarrıflığı görevlerinde bulundu. Bosna bölgesi müfettişliği Meclis-i Vâlâ azalığı yaptı.

1865'te Meşrutiyet yanlısı Yeni Osmanlılar Cemiyetine girdi. İkinci kez Kıbrıs mutasarrıflığına atanınca, Mustafa Fâzıl Paşa'nın çağrısı üzerine, Namık Kemal'le birlikte 1867'de Paris'e kaçtı. Daha sonra Londra'ya geçti. M. Fâzıl Paşa'nın sağladığı imkânlarla Namık Kemal'le birlikte 1868'te Hürriyet gazetesini çıkardı. M. Fazıl Paşa sarayla anlaşıp desteğini kesince, 1870'te Cenevre'ye geçti.

Namık Kemal, Agâh Efendi, Ali Suavi ve öbür arkadaşlarıyla Yeni Osmanlılar Cemiyeti'nin yönetiminde görev aldı. Âli Paşa'nın ölümü üzerine 1871'de İstanbul'a döndü. 1876'da Maarif Nezareti müsteşarlığına atanmasına değin birçok görevde bulundu. Namık Kemal'le birlikte Kanun-i Esasî Encümeni'nde çalıştı. II. Abdülhamid tarafından İstanbul'da bulunması sakıncalı görülerek vezirlik rütbesiyle 1877'de Suriye valiliğine gönderildi. Daha sonra Adana valiliğine atandı. Burada görevdeyken öldü.

Ziya Paşa, Namık Kemal ve Şinasi'yle birlikte, Tanzimat'la başlayan Batılılaşma hareketinin etkisinde gelişen ve çağdaş Türk edebiyatının ilk aşamasını oluşturan üç yazardan biridir. 1855'te sarayda görev yaptığı yıllarda Fransızcayı öğrenmiş, bu ona Fransız edebiyatını tanımanın yollarını açmıştır. Bir yandan da şiirler, padişaha ve Reşid Paşa'ya kasideler yazmıştır. 1859'da yazdığı 'Tercî-i Bend' şiiriyle tanınmıştır. Paris'te bulunduğu yıllarda çeviriler de yapmıştır.

Hece ile yazılmış birkaç şarkısı dışında, Divan şiiri geleneğine bağlı kalmıştır. Kullandığı mazmunlarla bu şiir anlayışının duyuş ve düşünüş özelliklerinden yoğun biçimde yararlandığı görülür.

Batılılaşma yanlısı düşüncelerini, siyasal inançlarını, dil ve edebiyat konusundaki görüşlerini düz yazılarında dile getirmiştir. 1868 'de Hürriyet'te yayımladığı ünlü 'Şiir ve İnşa' makalesinde, Türk edebiyatının çağdaş bir düzeye erişmesini, gerçek Türk edebiyatı olan halk edebiyatının bu yenileşmede temel alınması gerektiğini savunmuştur. 1874'te çıkardığı Harâbât adlı antolojisinin önsözünde ise halk edebiyatını küçümseyerek divan edebiyatını övdüğü görülür. Düşünce yanında beliren bu ikilem onun 'alışkanlıklardan ve duygulardan doğma muhafazakâr yönü' olarak nitelendirilmiştir.

Şiirlerinde, Tanzimat'la birlikte gelen halk, adalet, özgürlük, uygarlık gibi kavramları savunmuştur. Toplumdaki bozukluklar üzerinde durarak 'yeni insan'ı var edebilecek yeni bir düzenin nasıl oluşması gerektiğini işlemiştir. Kendi duygu ve düşünce evrenini dile getirdiği şiirlerinde de felsefi yanı ağır basar. 'Tercî-i Bend'de insanın hayat gerçeği karşısında anlaşmazlıklar içindeki durumunu, akıl ve inançları arasındaki çatışmayı 'Terkib-i Bend'de de gene 'kişinin küçüklüğünü, insan iradesinin ve gücünün reddini tema olarak işlemiştir. Zulüm, adaletsizlik ve haksızlıkları, dönemin toplumsal bozukluklarını eleştirmiştir.

ESERLERİ

Zafernâme(Ali Paşa’ya hiciv), Harâbât, Eş'âr-ı Ziya, Rüya, Veraset Mektupları



ZİYA PAŞA’NIN UNUTULMAZ BEYİTLERİ

Tanzimat edebiyatının büyük şairlerinden Ziya Paşa (1825-1880) birer özdeyiş hâline gelmiş beyitleriyle meşhurdur. Ayrıca halkımızın ortak edebî ürünü olan bazı atasözlerini kendisine has üslûbuyla şiirlerinde işlemiş ve unutulmaz beyitler oluşturmuştur.

Ziya Paşanın şiirlerinde lirizm yoktur. Aşk, ölüm, ayrılık, sevgilinin güzelliği gibi temalardan uzak kalmıştır. O daha çok eskilerin “hikemî” dedikleri felsefî, dinî, metafizik meseleler üzerinde durmuştur. Ayrıca halkın bazı meselelerini ve ahlakî kusurları ele alarak okuyucuya öğütler vermeye, halkı bilgilendirip eğitmeye çalışmıştır.


Nush ile uslanmayanı etmeli tekdir
Tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir

Nasihat ile uslanmayanı tekdir etmeli (azarlamalı) tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir(dayaktır).

İç bade güzel sev var ise akl u şuurun
Dünya var imiş ya ki yoğ olmuş ne umurun

Aklın ve bilincin varsa şarap iç, güzel sev; dünya varmış, yokmuş umurunda olmasın.

Cânân gide rindân dağıla mey ola rîzan
Böyle gecenin hayr umulur mu seherinde

Sevgili gitse, rintler -âşıklar- dağılsa, şarap dökülse… Böyle gecenin sabahından ne hayır umulur?

Ziya Paşa karamsar bir insandır. Talihten şikâyet; bahtsızların, mazlumların asla mutlu olamayacağı, dünyanın çile çekme yeri oluşu gibi fikirleri birçok beyitte işler.

Bî-baht olanın bağına bir katresi düşmez
Bârân yerine dürr ü güher yağsa semâdan

Gökyüzünden yağmur yerine inci ve mücevher yağsa talihsiz olanın bahçesine bir damlası bile düşmez.

Bir katre içen çeşme-i pür-hûn-i fenâdan
Başın alamaz bir dahi bârân-ı belâdan

Faniliğin kan dolu çeşmesinden bir yudum içen, bir daha başını belâ yağmurlarından kurtaramaz.

Asude olam dersen eğer gelme bu cihâne
Meydâne düşen kurtulamaz seng-i kazâdan

Eğer mutlu ve sakin olmak istersen bu dünyaya hiç gelme; çünkü şu hayat meydanına bir defa düşen kaza taşlarından -ızdırap verici dertlerden- kurtulamaz.

Dehrin ne safâ var acaba sîm ü zerinde
İnsan bırakır hepsini hîn-i seferinde

Dünyanın altınında ve gümüşünde ne mutluluk olabilir ki? İnsanlar ahiret yolculuğuna çıkarken bunların hepsini geride bırakır.


Seyretti havâ üzre denir taht-ı Süleyman
Ol saltanatın yeller eser şimdi yerinde


Yıldız arayıp gökte nice turfa müneccim
Gaflet ile görmez kuyuyu reh-güzerinde

Birçok acemi müneccim gökte yıldız ararken gaflete dalarak yollarındaki kuyuyu görmezler.

Âyinesi iştir kişinin lâfa bakılmaz
Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde

Kişinin aynası işidir, lâfa bakılmaz; bir kişinin aklının seviyesi yaptığı işte görünür.
Onlar ki verir lâf ile dünyaya nizâmât
Bin türlü teseyyüp bulunur hânelerinde

Onlar ki dünyaya lâf ile nizam verirler. Onların evlerine gidip bakın, hânelerinde bin türlü ihmal ve düzensizlik görürsünüz.

İnsana sadakat yaraşır görse de ikrah
Yardımcısıdır doğruların Hazret-i Allah

İnsan hayatta tiksinti verici hilelerle, kötülüklerle karşılaşsa bile Allah’a ve vatanına sadakatten vazgeçmemelidir, Allah doğruların yardımcısıdır.

Allah’a tevekkül edenin yaveri Hak’tır
Nâşad gönül bir gün olur şâd olacaktır

Allah’a inanıp kaderine sabırla razı olanların yardımcısı Allah’tır, mutsuz gönüller bir gün elbet mutlu olacaktır.

Milyonla çalan mesned-i izzette ser-efraz
Birkaç kuruşu mürtekibin cây-ı kürektir

Milyonla çalanlar yüksek ve şerefli mevkilere yükseltilerek baş tacı edilir; birkaç kuruş çalan hırsız ise kürek cezasına çarptırılır.

Bed-asla necâbet mi verir hiç üniforma
Zer-dûz palan vursan eşek yine eşektir

Kötü asıllı, soysuz birine üniforma soyluluk mu verir; eşeğe altın işlemeli semer vursan yine eşektir.

İkbâl için ahbabı siayet yeni çıktı
Bilmez idik evvel bu dirayet yeni çıktı

Yüksek mevkilere erişebilmek için dostlarını çekiştirmek yeni çıktı; önceden bilmezdik, bu türden hüner ve beceri yeni çıktı.

Sadıkları tahkir ile red kaide oldu
Hırsızlara ikram ü inayet yeni çıktı

Allah’a ve vatanına sadık olanları aşağılamak ve onları reddetmek kural hâline geldi, hırsızlara ikramda bulunmak ve yardım etmek yeni çıktı.

Hak söyleyen evvel dahi menfur idi gerçi
Hainlere amma ki riayet yeni çıktı

Gerçi eskiden de doğruyu söyleyenlerden nefret edilirdi ama hainlere saygı göstermek, onları koruyup kollamak, onların emirlerine uymak yeni çıktı.

Milliyeti nisyan ederek her işimizde
Efkâr-ı Frenge tebaiyyet yeni çıktı

Yaptığımız her işte millî birlik ve şahsiyeti unutarak Avrupalıların fikirlerine uymak yeni çıktı.

Sirkat çoğalıp lâfz-ı sadâkat modalandı
Nâmus tamam oldu hamiyyet yeni çıktı

Hırsızlık çoğalıp sadakat sözü moda haline geldi, namusu bitirdik, hamiyet yeni çıktı.




Düşmanlara ahbâbını zemm oldu zerafet
Dildardan ağyâra şikâyet yeni çıktı

Düşmanlara dostları yermek bir incelik oldu; başkalarına gönül dostlarından şikâyet yeni çıktı.

Evrak ile ilân olunur cümle nizâmât
Elfâz ile terfîh-i ra'iyyet yeni çıktı

Bütün düzenlemeler bazı kâğıtlar ile ilan olunur, söz ile halkın refaha eriştirilmesi ise yeni çıktı.

Âciz olanın ketm olunur hakk-ı sarîhi
Mahmîleri her yerde himâyet yeni çıktı

Güçsüz olanın apaçık olan hakkı verilmez, gizlenir; himaye görenleri her yerde korumak yeni çıktı.

İsnâd-ı ta'assub olunur merd-i gayûra
Dinsizlere tevcîh-i reviyyet yeni çıktı

Gayretli kişiler taassupla suçlanırken dinsizlere filozofluk atfetmek yeni çıktı.

İslam imiş devlete pâ-bend-i terakki
Evvel yoğ idi işbu rivâyet yeni çıktı

Devletin yükselmesine engel olan İslamiyet imiş, önceleri yoktu, bu rivayet yeni çıktı.


Zalim yine bir zulme giriftâr olur âhir
Elbette olur ev yıkanın hanesi virân

Bed asla necâbet mi verir hiç üniforma
Zer-duz palan vursan eşek yine eşektir.

Bir yerde ki yok nağmeni takdir edecek gûş
Tazyi-i nefes eyleme tebdil-i makâm et.

























TEVFİK FİKRET
(1867–1915)


24 Aralık 1867'de İstanbul'da doğdu, 19 Ağustos 1915'te aynı kentte öldü. Asıl adı Mehmet Tevfik'tir. Çocuk yaşta annesinin ölümü ve babasının uzun yıllar sürgünde olması onu hayatı boyunca etkiledi. Ortaöğrenimini önce Mahmudiye Rüştiyesi'nde, sonra da Galatasaray Sultanisinde yaptı. . Bu mektebin onun şahsiyeti üzerinde büyük etkisi vardır. Galatasaray’da devrin tanınmış hocalarından Muallim Feyzi, Recâizâde Mahmud Ekrem ve Muallim Nâci’den ders gördü. Edebiyata ve özellikle şiire karşı yeteneği bu yıllarda ortaya çıktı. Hocalarının teşvikiyle yazdığı eski tarzdaki ilk şiirleri Muallim Feyzi vasıtasıyla Tercümân-ı Hakîkat’ta yayımlandı (1884-1885). Burada Recaizade Ekrem'in öğrencisi oldu. Duygulu kişiliği onu genç yaşlarda şiire yöneltti.

1888’de Mekteb-i Sultânî’yi birincilikle bitirdikten sonra aynı yıl Bâbıâli Hâriciye Odası’nda çalışmaya başladı. Buradaki görevinden hoşlanmadığı için Sadâret Mektubî Kalemi’ne geçti; ancak verilen maaşı az bularak eski memuriyetine döndü (1889). 1890’da dayısının kızı Nâzıme Hanım’la evlendi. 1891’de İsmâil Safâ’nın neşrettiği Mirsad dergisinin açtığı tevhîd ve sitâyiş-i hazret-i pâdişâhî yarışmalarında birinci seçildi. 1892 yılına kadar devam eden memuriyeti sırasında Gedikpaşa’daki Ticaret Mektebi’nde Fransızca ve hüsn-i hat dersleri de verdi. 1894’te arkadaşları Hüseyin Kâzım Kadri ve Ali Ekrem’le (Bolayır) birlikte Ma‘lûmât dergisini çıkardı; burada bazı şiirleriyle tercümeleri yayımlandı. Aynı yıl Mekteb-i Sultânî’de açılan Türkçe muallimliği imtihanını kazanarak bu okula tayin edildi. Ancak hükümetin memur maaşlarında kesintiye gitmesi üzerine istifa etti. Ardından hayatının sonuna kadar sürdüreceği Robert College’da Türkçe hocalığına başladı.

1896 yılı başlarında edebiyatta yenilik yapmaya hevesli gençlerle yeni bir edebî topluluk kurmayı arzu eden Recâizâde Mahmud Ekrem, öğrencisi Ahmed İhsan’ı (Tokgöz) yayımlamakta olduğu Servet dergisini Servet-i Fünûn adıyla edebî bir dergi haline getirmeye ve ardından Tevfik Fikret’i bu derginin başına geçmeye ikna etti. Servet-i Fünûn böylece Tevfik Fikret’in yönetiminde Şubat 1896 tarihli 256. sayısından itibaren edebiyatta ve özellikle şiirde yenilik yapmak isteyen gençlerin toplandığı bir edebiyat mahfili durumuna geldi. Topluluğa katılanlardan Cenab Şahabeddin, Hâlid Ziya (Uşaklıgil), Mehmed Rauf, Hüseyin Cahid (Yalçın), Hüseyin Suad, H. Nâzım (Ahmet Reşit Rey), A. Nâdir (Ali Ekrem Bolayır), Ahmed Şuayb, İbrâhim Cehdî (Süleyman Nazif), Süleyman Nesib, Fâik Âlî (Ozansoy) ve İsmâil Safâ’nın yanı sıra Sâmipaşazâde Sezâi ile Recâizâde Mahmud Ekrem ve Abdülhak Hâmid Servet-i Fünûncuları destekledi.

Türk edebiyatı tarihinde birinci ve ikinci Tanzimat neslinden sonra edebiyatta Batılı anlamda asıl yenilikleri gerçekleştiren Servet-i Fünûn (Edebiyât-ı Cedîde) topluluğunun bütün faaliyeti büyük ölçüde Tevfik Fikret’in yönetimindeki bu dergi etrafında gerçekleşti. Ancak bir süre sonra babasının görevle Hama’ya bir nevi sürgüne gönderilmesi, 1898’de İsmâil Safâ’nın evinde yaptıkları bir toplantı sebebiyle birkaç gün tutuklanması mizacı aşırı derecede hassas olan Tevfik Fikret’i büsbütün tedirgin etti. Başta kendisi olmak üzere istibdat idaresinden şikâyetçi olan Servet-i Fünûncular, Yeni Zelanda’ya göç ederek orada daha rahat yaşama hayaline kapıldılar; fakat hayallerini fiilen gerçekleştiremeyeceklerini anlayıp bu teşebbüsten vazgeçtiler. Bu defa Hüseyin Kâzım’ın Manisa civarında Sarıçam köyündeki çiftliğine gitmeyi düşündülerse de bu tasavvurlarını da gerçekleştiremediler. Fikret’in “Bir Mersiye” ve “Yeşil Yurt” adlı şiirleri hayalini kurduğu bu kaçma düşüncesiyle ilgilidir.

1900 yılında İngiltere’nin Güney Afrika’da Boerler’i mağlûp etmesi üzerine bu galibiyeti tebrik etmek, bu vesileyle ülkede hüküm süren istibdat idaresine karşı İngiltere’nin baskı uygulamasını sağlamak amacıyla hazırlanıp İngiliz sefâretine verilen bildiride Tevfik Fikret’in imzasının da bulunması dolayısıyla bir süre Mâbeyin Dairesi’nde sorgulandı. Tedirginliğini büsbütün arttıran bu olayların arkasından bir süre toplumdan uzaklaştı ve sadece şiirle uğraştı. Aynı yıl, ilk şiirleri dışında büyük ölçüde Servet-i Fünûn döneminde yazdığı şiirlerden meydana gelen Rübâb-ı Şikeste’yi yayımladı. Eser ilgi görünce hemen ikinci baskısı yapıldı. Ancak bütün bunlar onun huzursuzluğunu gidermeye yetmedi. Aynı günlerde, topluluk mensuplarından Ali Ekrem’in başta Cenab Şahabeddin olmak üzere diğer Servet-i Fünûn şairlerini ağır bir dille eleştirdiği “Şiirimiz” adlı makalesini bazı değişikliklerle Servet-i Fünûn’da neşretti ve bu davranışı büyük bir tepkiyle karşılandı. Tevfik Fikret’in makalede değişiklik yapmasına öfkelenen Ali Ekrem yazının aslını Baba Tâhir’in Musavver Ma‘lûmât dergisinde yayımlayınca topluluk içinde ilk çözülme başladı. H. Nâzım, Sâmipaşazâde Sezâi ve Menemenlizâde Tâhir, Ali Ekrem’i destekleyip Servet-i Fünûn’dan ayrıldılar. Bir süre sonra idarî bir mesele yüzünden Ahmed İhsan’la araları açılınca Tevfik Fikret de mecmuayı terk etti (1901). Hüseyin Cahid’in Fransızca’dan çevirdiği Fransız İhtilâli’ne dair “Edebiyat ve Hukuk” adlı yazısı yüzünden dergi hükümet tarafından kapatıldı; böylece topluluk fiilen dağılmış oldu.

Tevfik Fikret 1905 yılında kısa aralıklarla babasını ve kız kardeşini kaybetti. Görünürde bir sebep yokken babasının Anadolu’ya sürgün edilmesi ve orada ölmesi, Müftüoğlu Ahmed Hikmet’in kardeşi Refik Bey’le evli olan kız kardeşinin acıklı ölümü Tevfik Fikret’in ıstıraplarının daha da artmasına yol açtı. Aynı yıl Aksaray’daki konaklarını satıp Rumelihisarı’nda Robert College yakınlarında planlarını kendisinin çizdiği ve Âşiyan adını verdiği evi inşa ettirerek burada bir nevi inzivaya çekildi. 23 Ağustos 1908’de Tanin’de yayımlanan bir yazısında heyecanlı bir dille anlattığı Robert College’da edindiği yeni çevre Fikret için bir sığınak olmuştu. Özellikle Âşiyan’a yerleştikten sonra gerek istibdat rejimine gerekse içinde yaşadığı çevreye karşı giderek artan bir kin ve nefret duymaya başladı. Ülkede yaşanan siyasal ve sosyal olayları uzaktan takip ettiği bu günlerde II. Meşrutiyet’in ilânına kadar elden ele dolaşan “Sis” (1902), “Sabah Olursa” (1905), “Târîh-i Kadîm” (1905), “Mâzî-Âtî” ile (1906) II. Abdülhamid’e bombalı suikast hazırlayan Ermeni komitacılarını alkışladığı “Bir Lahza-i Teahhur” (1906) gibi manzumelerini yazdı. Bunlar arasında özellikle II. Abdülhamid dönemi İstanbul’una lânetler yağdıran üslûbuyla “Sis” edebî çevrelerde geniş yankılar uyandırdı. “Sabah Olursa”da oğlu Halûk’un şahsında gelecek nesillerin kurtuluşu ümidini besler. “Mâzî-Âti”de aynı fikir geliştirilirken doğrudan doğruya geçmişle geleceğin mukayesesi yapılır. Bu yılların en çok yankı uyandıran ve tenkit edilen başka bir şiiri de “Bir Lahza-i Teahhur”dur. 21 Temmuz 1905 günü cuma namazının ardından Ermeni komitacılarının II. Abdülhamid’e karşı giriştiği suikastın başarısızlıkla sonuçlanması üzerine bu şiiri yazan Fikret’in burada hain emeller peşindeki suikastçıları alkışlaması hem o yıllarda hem bu şiirin yayımlandığı II. Meşrutiyet sonrasında çok eleştirilmiştir.

24 Temmuz 1908’de II. Meşrutiyet’in ilânı üzerine büyük bir sevinçle inzivadan çıkan Fikret “Millet Şarkısı” adlı manzumeyi kaleme aldı. Daha önce dargın olduğu bir kısım arkadaşlarıyla barıştı ve yeni bir fikir hamlesine girişti. Eski arkadaşları Hüseyin Cahid ve Hüseyin Kâzım’la birlikte adını kendisinin koyduğu Tanin gazetesini yayımlamaya başladı. Kısa zamanda devlet yönetimini ele geçiren İttihat ve Terakkî Cemiyeti, Tevfik Fikret’i maarif nâzırı yapmak istediyse de o bunu kabul etmedi. Bir kısım öğrencileri ve yakın çevresinin ısrarı ile Galatasaray Mekteb-i Sultânîsi’ne müdür oldu (28 Aralık 1908). Aynı zamanda Dârülfünun ve Dârülmuallimîn’de ders verdi. Mekteb-i Sultânî’de o döneme göre modern eğitim sistemi için disipline dayalı yeni bir düzen kurdu. Yaptığı yenilikler dolayısıyla hakkında çıkan dedikoduların artması yüzünden dört ay sonra müdürlükten istifa etti ve Robert College’daki hocalığına döndü. Bu münasebetle Hüseyin Cahid’e yazdığı mektupta geçen, “Bugün sa‘y ü irfânım tebdîl-i tâbiiyyet etti” ifadesi ve bir süredir genel anlamda din karşısında olumsuz bir tavır takınması devrin muhafazakâr çevreleri tarafından aleyhinde bir kampanyanın başlatılmasına yol açtı. Tanin’in İttihat ve Terakkî Cemiyeti’nin yayın organı haline gelmesi üzerine 1910’da gazete ile bütün ilişkisini kesti; aynı yıl Dârülfünun ve Dârülmuallimîn’deki görevlerini de bıraktı. 1912’de Meclis-i Meb‘ûsan kapatılınca “Doksan Beşe Doğru” ve İttihatçılar aleyhine “Hân-ı Yağmâ” gibi manzumelerini kaleme aldı.

Mühendislik tahsili yapmak üzere 1909’da İskoçya’ya gönderdiği oğlu Halûk için yazdığı şiirleri Halûk’un Defteri adıyla yayımladı (1911). Aleyhinde bir kampanya yürüten bazı çevrelere karşı kendisini müdafaa eden eski arkadaşlarına hitaben Rübâb’ın Cevabı’nı neşretti (1911). Hece vezniyle ve sade bir dille çocuklar için kaleme aldığı manzumelerden meydana gelen Şermin ise (1914) Fikret’in öteden beri özlemini duyduğu yeni insan tipiyle yakından ilgilidir. Osmanlı Devleti’nin I. Dünya Savaşı’na girmesine şiddetle karşı çıkan Tevfik Fikret, cihâd-ı mukaddes ilân edilerek girilen bu savaş dolayısıyla ve ironik bir üslûpla “Fetâvâ-yı Şerîfeden Sonra Sancak-ı Şerîf Huzurunda” adlı manzumesini yazdı. İttihâd-ı İslâm taraftarı Mehmed Âkif’in [Ersoy], 1914’te yayımladığı Süleymaniye Kürsüsü’nde, edebiyat çevrelerinde elden ele dolaşan “Târîh-i Kadîm” manzumesi dolayısıyla Tevfik Fikret için, tahkir edici diğer sözlerle birlikte “zangoç” tabirini kullanması üzerine Fikret, kendisinin dinsizliğini ve genel anlamda bütün semavî dinlerin karşısında olduğunu açıkça ilân ettiği “Târîh-i Kadîm’e Zeyl”i kaleme aldı. Uzun süredir şeker hastalığına müptelâ olduğu anlaşılan Fikret, hastalığı zamanında teşhis ve tedavi edilmediğinden 1915 yılı başlarında âniden yatağa düştü ve 18-19 Ağustos gecesi öldü. Cenazesi aile mezarlığının bulunduğu Eyüpsultan’a gömüldü. Vasiyeti gereği mezarı daha sonra İstanbul Belediyesi tarafından Edebiyât-ı Cedîde Müzesi haline getirilen (1945) Rumelihisarı’ndaki Âşiyan’ın bahçesine nakledildi (1962).

Küçük yaştan beri şiirle ve resimle uğraşan Tevfik Fikret’in ilk şiir denemeleri divan edebiyatı tarzındadır. Gençlik yıllarında, eski şiir anlayışını sürdürmeye çalışan Muallim Nâci ve Muallim Feyzi’den etkilenmiş, bu etki Recâizâde Mahmud Ekrem ve Abdülhak Hâmid’i tanıdıktan sonra onların tarafına doğru yön değiştirmiştir. Fikret’in daha çok Mirsad, Ma‘lûmât, Maârif ve Mekteb dergilerinde çıkan bu döneme ait şiirlerinde bir yenilik görülmez. Daha ziyade romantik aşk ve tabiat konularını işlediği bu şiirlerden bir kısmını Rübâb-ı Şikeste’nin “Eski Şeyler” bölümüne dâhil etmiştir.

Tevfik Fikret bu taklit döneminin ardından kendi şahsiyetini bulma yolunda bazı denemelere girişmiş, tesadüfen bir antolojide şiirlerini okuduğu Charles Baudelaire, Sully Prudhomme ve özellikle François Coppée’yi tanıdıktan sonra asıl çizgisini belirlemiştir. Servet-i Fünûn’un başına geçtiği 1896 yılından itibaren topluluğun dağılışına kadar geçen beş yıl içinde daha çok sanat için sanat anlayışı doğrultusunda ferdi ön plana çıkaran şiirler yazmıştır. Bu tarihe kadar hayata ve insanlara iyimser bir gözle bakan, Allah’a inanan, dinî görevlerini yerine getiren, “Tevhid” ve “Sabah Ezanında” gibi şiirler yazan Fikret, devrin karamsar havasının da etkisiyle mizacında meydana gelen birtakım değişikliklerle giderek kötümser olmaya, hayattan ve çevresinden şikâyet etmeye, dine karşı kayıtsız, hatta düşmanca bir tavır almaya başlamış, özellikle aile hayatındaki mutsuzluk zamanla bütün yaşayışını karartmıştır. Hayata bakışındaki bu köklü değişikliği bazı edebiyat tarihçileri kısmen irsiyet, kısmen şeker hastalığından kaynaklanan ıstırap ve istibdat rejimine karşı duyduğu kin ve nefretle açıklamaya çalışmıştır.

Tevfik Fikret’in bu döneme ait “Verin Zavallılara”, “Ramazan Sadakası”, “Hasta Çocuk”, “Balıkçılar” ve “Sarhoş” gibi manzumelerinde insanî temaları işlediği dikkati çeker. Giderek kötümser bir ruh hali içine girdiği dönemde bu psikolojiyle yazdığı en dikkate değer şiiri “Gayyâ-yı Vücûd”dur. Burada hayatı böceklerle, solucanlarla, yılanlarla dolu bir bataklığa benzetir; insanı da bu bataklıktan kurtulmak istedikçe kendisini bir girdap gibi çeken hayatı yaşamak zorunda kalan zavallı ve bedbaht bir varlık olarak niteler. “Perde-i Tesellî” adlı manzumesinde de bu temayı işleyen şair dünyayı göremediği için kör bir dilenciye hayranlığını ifade eder.
1897 Türk-Yunan savaşı dolayısıyla devrin birçok şairi gibi Tevfik Fikret de bu konuda birkaç şiir kaleme almıştır. Yine François Coppée ve Sully Prudhomme etkisi görülen bu şiirlerin en tanınmışları “Asker Geçerken”, “Ken‘an”, “Hasan’ın Gazâsı” ve “Kılıç”tır. Dinî muhtevalı şiirleri arasında en çok bilineni olan gençlik dönemine ait “Sabah Ezanında” ezan sesinin tabiattaki yansıması üzerinde durur. Tevfik Fikret, Servet-i Fünûn dönemine ait şiirlerinde daha çok Fransız parnas şairi F. Coppée’nin etkisinde kalmış, duyuş tarzı bakımından romantik olmakla beraber örnek aldığı parnasyenler gibi şekil mükemmelliğine aşırı derecede önem vermiştir. 1900 yılından itibaren daha çok siyasal ve sosyal içerikli manzumeler yazmış, “Târîh-i Kadîm” dışında bunları Rübâb-ı Şikeste’nin 1908’den sonra yapılan baskısına dâhil etmiştir. Bu dönemin şiirleri arasında en çok dikkat çeken “Sis”tir. İstibdadın bütün ağırlığıyla hissedildiği 1902 yılının bir Şubat günü Boğaz’a sis çöker ve akşama kadar devam eder. Uzun zamandır evi hafiyelerin gözetimi altında bulunan Fikret, Boğaz’daki sis ile yaşanan hayattaki boğucu havayı şiirinde birleştirir. Burada nefret ettiği II. Abdülhamid devri İstanbul’una lânetler yağdırırken bir yandan da toplumun ahlâkî zaaflarını teker teker sayar. 1908’den sonra yazdığı “Rücû”da ise “Sis”te söylediklerinin bir kısmından vazgeçmiş görünür; orduyu ve vatanın seçkin evlâtlarını bir tür kurtarıcı olarak yüceltir.

Tevfik Fikret’in yaşanılan hayatın sürekli değişimden ibaret olduğunu dile getirdiği “Mâzî-Âtî”; istibdat rejiminin ardından İttihatçılar’la gelen hürriyet havasının kısa bir süre sonra zorbalığa dönüştüğü, kanun, hürriyet, adalet gibi kavramların ayaklar altına alındığı II. Meşrutiyet döneminin ağır bir hicvi olan “Hân-ı Yağmâ” ile “Târîh-i Kadîm” bu dönemin en dikkate değer örnekleridir. Fikret taraftarlarınca taassuba karşı müsbet ilim ve müsbet düşüncenin müdafaası gibi takdim edilmeye çalışılan “Târîh-i Kadîm”de tarihi baştanbaşa kanlı sahnelerden ve savaşlardan ibaret gören Tevfik Fikret burada açıkça dine ve Tanrı’ya karşı isyankâr bir tavır sergilemiştir. Kendisi gelenekten ve içinde yaşadığı toplumun değer hükümlerinden tamamen uzaklaşmış, mâziyi korkunç tablolardan ibaret görmüş, kahramanlığı da küçümsemiştir. Fikret mutlak anlamda barış ve adaletin hüküm sürdüğü bir dünya özler, kul ile Tanrı’yı ayıran bir dini kabul etmez. Hatta Allah’ın kendisine yaklaşılmaz olduğunu, yeryüzünden yükselen feryat ve şikâyetlerin cevapsız kaldığını söyleyecek kadar ileri gider. Mehmed Âkif’e cevap olarak yazdığı “Târîh-i Kadîm’e Zeyl”de ise dinî inançları tamamen reddeden Fikret, tarih ve din düşmanlığını açıkça dile getirerek kendisinin panteizm diye adlandırılabilecek bir nevi tabiat dinine inandığını söyler.

Fikret’in hayatında, mizacının değişmesinde ve hayata bağlanmasında oğlu Halûk’un önemli rolü vardır. 1895 yılında doğan Halûk, Fikret’in kısa bir süre de olsa hayata bakışını değiştirir ve özellikle II. Meşrutiyet’ten sonra yazacağı şiirlerde görülen geleceğe ümitle bakma düşüncesini uyandırır. Fikret Rübâb-ı Şikeste’de Halûk için beş şiire yer vermiştir. Çocuk sevgisi, ıstırap ve merhamet duygularının işlendiği “Halûk’un Bayramı”nda bayram dolayısıyla yeni elbiselerini giymiş, sevinç ve mutluluk içindeki oğlu ile sefalet içindeki fakir bir çocuğu mukayese eder ve oğluna üstündeki elbiseleri çıkarıp fakir çocuğa vermesini söyler. Halûk’u İskoçya’ya gönderdikten sonra onun için yazdığı manzumelerin bir kısmını bir araya getirdiği Halûk’un Defteri’nde oğlunu ülkede inkılâp yapacak gençliğin sembolü olarak görür ve burada ülkenin geleceği üzerinde düşünür. Halûk gittiği ülkede ilim ve fen tahsil edecek, öğrendiklerini memleketine getirecektir. Kitaptaki en çok tartışılan şiirlerden biri olan “Halûk’un Âmentüsü”nde, Âmentü’deki iman esaslarının yerini tamamen dünyevî inançlar almıştır. Burada idealleştirilen kişi akla ve bilgiye, gelişmeye, hakkın kuvvete üstün geleceğine, insanlar arasında kardeşliğe ve dünya birliği idealine inanan yeni bir insan tipidir. Hayatının son yıllarında yazdığı Şermin ise onun doğrudan doğruya özlemini çektiği yeni insan tipiyle ilgilidir. Bu kitaptaki şiirler yeni Türkiye için Amerikan terbiyesine göre yetiştirilmesini arzuladığı, pratik hayatta başarılı olabilecek insan tipinin idealize edilmesinden ibaret görünmektedir. Bu insan tipinin yeni bir eğitim metoduyla yetiştirilebileceğini düşünen Fikret, arkadaşı Sâtı Bey’le birlikte Yeni Mektep adıyla bir okul kurmak istemiş, bunu gerçekleştiremeyince burada ileri sürdüğü bazı düşünceleri Galatasaray Mekteb-i Sultânîsi müdürlüğü sırasında uygulamaya çalışmıştır.
Tevfik Fikret’in Türk şiirine getirmiş olduğu yeniliklerden biri şiirin yapısıyla ilgilidir. Şiirde beyit hâkimiyeti yerine daha önce Abdülhak Hâmid’in denediği, anlamın şiirin bütününe yayılması anlayışı Fikret tarafından büyük ölçüde uygulanmıştır. Özellikle onun anlatıma dayalı manzumelerinde artık cümle ve dolayısıyla anlam bütünlüğü tam bir serbestlik kazanır. Fikret, ayrıca başta “sone” olmak üzere Fransız nazım şekilleriyle birlikte eski şiirin müstezadlarını hatırlatan serbest müstezad örneklerini denemiştir.

Tevfik Fikret, edebiyat çevresine ilk adımlarını attığı tarihten itibaren edebî yazılarıyla dikkat çekmiştir. 1891 yılından başlayarak Mirsad, Ma‘lûmât ve Maârif dergilerinde yayımlanan bu tür yazılarını Tarîk gazetesinde “Hafta-i Edebî” başlıklı yazıları ile Servet-i Fünûn’daki “Musâhabe-i Edebiyye”leri takip eder. Bunlarda daha çok şiir dili, vezinler, nazîrecilik, Türk edebiyatında nesir meselesi ve roman okuyucusu gibi konuları ele almıştır. Bütün çalışmalarında titiz bir sanatkâr karakteri gösteren Tevfik Fikret, Halûk’un Defteri’ni kendi el yazısıyla bastırdığı gibi şiirleri arasına da birtakım desenler çizmiştir. Ayrıca portre, natürmort ve peyzaj tablolarıyla oldukça başarılı bir yağlı boya ressamıdır.



ESERLERİ: Rübab-ı Şikeste, Haluk’un Defteri, Rübabın Cevabı, Şermin, Tarih-i Kadîm


ŞİİRLERİNDEN ÖRNEKLER


TARİH-İ KADÎM’DEN (1905)
.......................
Her şeref yapma, her saadet piç.
Her şeyin ibtidası ahiri hiç.
Din şehid ister, asüman kurban,
Her zaman her tarafta kan, kan, kan!
.......................
Kahramanlık, esası kan vahşet,
Beldeler çiğne, ordular mahvet.
Kes, kopar, kır, sürükle, ez, yak, yık,
Ne "aman" bil, ne "ah" işit, ne "yazık"
.......................
İşte hürriyet-i hakikiyye:
Ne muharip, ne harb u istila,
Ne tasallut, ne saltanat, ne şeka
Ne şikâyet, ne zulm ü istibdad
Ben benim, sen de sen, ne Rab, ne ibad.



SÜLEYMANİYE KÜRSÜSÜ’NDEN (M. Akif Ersoy)
……………..
Serseri: Hiçbirinin mesleği yok, meşrebi yok;
Filozof hepsi; fakat pek çoğunun mektebi yok
Şimdi Allah'a söver... Sonra biraz bol para ver;
Hiç utanmaz, Protestanlara zangoçluk eder!





TARİH-İ KADİM'E ZEYL

Ben ki üç beş pulu tercîhinden
Protestanlara zangoçluk eden
Şâirim. Zîver-i kürsî-i yakîn,
Şâir-i müctehid-i dîn-i mübîn
Hazret-i Molla Sırat’a, edebî
İhtirâmâtımı takdîm ile
Bî-tereddüd diyorum: Zangoçluk
Lutf-ı tavsîfine şâyân olduk.
Lakin aldanma sakın üstâdım
Ben de bir parça muvahhid zâtım
Ana anlatma o rânâ dini
Bilirim ben de senin bildiğini
Okudum ben de kitâb-ı gaybi
Ben de zâtın gibi câmi câmi
Dolaşıp Hâlik’a oldum râki
Ben de âşıktım ezan nağmesine,
Bir koşardım ki o Allah sesine.
Ben de tesbih ü dua savm ü salât
Hepsini hepsini yaptım, heyhat!
Çünkü telkinlere aldanmıştım,
Kandığın şeylere hep kanmıştım.
Bilmeden görmeden imân ettim
Nefsimi dînime kurbân ettim
Sevdim Allah'ı da Peygamber'i de,
O alay kaldı bugün hep geride.
Saydığın hârikalar mucizeler
Birer efsun-ı zekâdır ki beşer
Muğfil ü muğfel o Îsâ, Mûsâ
Köhne bir kizb-i mutalsamdır âsâ
Beşerin böyle delaletleri var
Putunu kendi yapar kendi tapar
Ara git deyrini gez Kâbesini
Dinle tekbiri işit çan sesini
Göreceksin ki bütün boşluktur
Umduğun beklediğin şey yoktur
Düzme Allah’ı gibi şeytânı
Buda’sı Ehrimen’i Yezdân’ı
Ben ne mâ’bud ne mû’bid bilirim
Kendimi hilkate âbid bilirim
Bu sücûd işte benim taâtım
Bu ibâdette geçer saâtım
Bir minik kuşla biriz tapmakta
Ben de tehlil ederim ishak da
Doğruluk hubb ü vefa mahviyyet
Merhamet hayr ü hamiyyet nasfet
Sonra bir şâire zangoç dememek
İşte vicdanıma bunlar mahrek
Düşünüp işlemek âyinimdir
Mü’minim varlığa imânım var
Her kanat bir melek eyler ikrâr
Enbiyâdan yaşarım müstağni
Bir örümcek götürür Hakk’a beni
Kitabım sahn-ı tabiat kitabı
Bendedir hayr ü şerrin esbâbı
Varırım böylece der-i merkâde dek
Ba’s ü ukbâye mahâl görmem pek

Dîn-i hak bugün dîn-i hayat
Sen ne dersin buna ey Molla Sırat


SABAH OLURSA


Bu memlekette de bir gün sabâh olursa, Haluk,
Eğer bu memleketin sislenen şu nâsiye-i
Mukadderatı kavî bir elin, kavî, muhyî
Bir ihtizâz-ı temasiyle silkinip şu donuk,
Şu paslı çehre-i millet biraz gülerse...- O gün
Ben ölmemiş bile olsam, hayâta pek ölgün
Bir irtibâtım olur şüphesiz; - o gün benden
Ümidi kes, beni kötrüm ve boş muhitimde
Merâretimle unut; çünkü leng ü pejmürde
Nazarlarım seni mâziye çekmek ister; sen
Bütün hüviyet ü uzviyyetinde âtisin;
Terennüm eyliyor el'an kulaklarımda sesin!
Evet, sabah olacaktır, sabâh olur, geceler
Tulû-ı haşre kadar sürmez; âkıbet bu semâ,
Bu mai gök size bir gün acır; melul olma
Hayâta neş'e güneştir, melâl içinde beşer
Çürür bizim gibi... Siz, ey fezâ-yı ferdânın
Küçük güneşleri, artık birer birer uyanın!
Ufukların ebedi iştiyâkı var nûra.
Tenevvür... Asrımızın işte rûh-i âmâli;
Silin bulutları, silkin zılâl-i ehvâli,
Zîya içinde koşun bir halas-ı meşkûra.
Ümidimiz bu; ölürsek de biz, yaşar mutlak
Vatan sizinle şu zindan karanlığından uzak!


BANA KİMSİN DİYE SORMA MELEĞİM


Bana kimsin diye sorma meleğim
Pek güzel dinle de izah edeyim
Nam-ı naçizime `Fikret' derler
Şi're de nisbetimi söylerler
Kaldığım varsa da gâh ekmeksiz
Kalmadım şimdiye dek mesleksiz
Nur bekler gibi nısf-ı şebde
Bekledim on iki yıl mektebde
Sonra çıktım ne için bilmeyerek
Bu da bir cilve-i baht olsa gerek
Bab-ı Ali'ye müdavimlendim
Ehl-i namus diye mimlendim
Şimdi bir hayli eser sahibiyim
`Ahmed İhsan'da musahhih gibiyim
Saye-i lutf-i cihan-banide
Hocayım Mekteb-i Sultani'de...

HAN-I YAĞMA

Bu sofracık, efendiler- ki iltikaama muntazır
Huzurunuzda titriyor- şu milletin hayatıdır
Şu milletin ki mustarip, şu milletin ki muhtazır
Fakat sakın çekinmeyin, yiyin, yutun hapır hapır...

Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin

Efendiler pek açsınız, bu çehrenizde bellidir
Yiyin, yemezseniz bugün, yarın kalır mı kim bilir
Şu nadi-i niam, bakın kudumunuzla müftehir
Bu hakkıdır gazanızın, evet, o hak da elde bir...

Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı zi-safa sizin
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin

Bütün bu nazlı beylerin ne varsa ortalıkta say
Haseb, neseb, şeref, oyun, düğün, konak, saray
Bütün sizin, efendiler, konak, saray, gelin, alay
Bütün sizin, bütün sizin, hazır hazır, kolay kolay...

Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin
Büyüklüğün biraz ağır da olsa hazmı yok zarar
Gurur-ı ihtişamı var, sürur-ı intikaamı var
Bu sofra iltifatınızdan işte ab ü tab umar
Sizin bu baş, beyin, ciğer, bütün şu kanlı lokmalar...


Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı can-feza sizin
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin

Verir zavallı memleket, verir ne varsa, malini
Vücudunu, hayatını, ümidini, hayalini
Bütün ferağ-ı halini, olanca şevk-i balini
Hemen yutun düşünmeyin haramını, helalini...

Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin

Bu harmanın gelir sonu, kapıştırın giderayak
Yarın bakarsınız söner bugün çıtırdayan ocak
Bugünkü mideler kavi, bugünkü çorbalar sıcak
Atıştırın, tıkıştırın, kapış kapış, çanak çanak...

Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı pür-neva sizin
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin


BALIKÇILAR

- Bugün açız yine evlatlarım, diyordu peder
Bugün açız yine; lakin yarın, ümid ederim
Sular biraz daha sakinleşir... Ne çare, kader
- Hayır, sular ne kadar coşkun olsa ben giderim
Diyordu oğlu, yarın sen biraz ninemle otur
Zavallıcık yine kaç gündür işte hasta
- Olur
Biraz da sen çalış oğlum, biraz da sen çabala
Ninen baban, iki miskin, biz artık ölmeliyiz
Çocuk düşündü şikâyetli bir nazarla: - Ya biz
Ya ben nasıl yaşarım siz ölürseniz
Hâlâ
Dışarda gürleyerek kükremiş bir ordu gibi
Döğerdi sahili binlerce dalgalar asabi
- Yarın sen ağları gün doğmadan hazırlarsın
Sakın yedek biraz ip, mantar almadan gitme...
Açınca yelkeni hiç bakma, oynasın varsın
Kayık çocuk gibidir: Oynuyor mu kaydetme
Dokunma keyfine; yalnız tetik bulun, zira
Deniz kadın gibidir: Hiç inanmak olmaz ha

Deniz dışarda uzun sayhalarla bir hırçın
Kadın gürültüsü neşreyliyordu ortalığa

- Yarın küçük gidecek yalnız, öyle mi, balığa
- O gitmek istedi; "Sen evde kal!" diyor...
- Ya sakın
O gelmeden ben ölürsem
Kadın bu son sözle
Düşündü kaldı; balıkçıyla oğlu yan gözle
Soluk dudaklarının ihtizaz-ı hasirine
Bakıp sükut ediyorlardı, başlarında uçan
Kazayı anlatıyorlardı böyle birbirine
Dışarda fırtına gittikçe pür-gazab, cuşan
Bir ihtilac ile etrafa ra'şeler vererek
Uğulduyordu...
- Yarın yavrucak nasıl gidecek
Şafak sökerken o, yalnız, bir eski tekneciğin
Düğümlü, ekli, çürük ipleriyle uğraşarak
İlerliyordu; deniz aynı şiddetiyle şırak -
şırak döğüp eziyor köhne teknenin şişkin
Siyah kaburgasını... Ah açlık, ah ümid
Kenarda, bir taşın üstünde bir hayal-i sefid
Eliyle engini güya işaret eyleyerek
Diyordu: "Haydi nasibin o dalgalarda, yürü!"

Yürür zavallı kırık teknecik, yürür; "Yürümek
Nasibin işte bu! Hâlâ gözün kenarda... Yürü!"
Yürür, fakat suların böyle kahr-ı hiddetine
Nasıl tahammül eder eski, hasta bir tekne?
Deniz ufukta, kadın evde muhtazır... Ölüyor
Kenarda üç gecelik bar-ı intizariyle
Bütün felaketinin darbe-i hasariyle
Tehi, kazazede bir tekne karşısında peder
Uzakta bir yeri yumrukla gösterip gülüyor
Yüzünde giryeli, muzlim, boğuk şikâyetler...

HALUK’UN AMENTÜSÜ’nden

Bir kudret-i külliye var ulvi ve münezzeh,
Kudsi ve muallâ, ona vicdanla inandım.

Toprak vatanım; nev'-i beşer milletim...
İnsan olur ancak bunu iz'anla, inandım.

Şeytan da biziz cin de ne şeytan ne melek var;
Dünya dönecek cennete insanla, inandım.

Fıtratta tekâmül ezelidir; bu kemâle
Tevrât ile, İncil ile, Kur'an'la inandım.

Ebnâ-yı beşer birbirinin kardeşi... hülyâ!
Olsun, ben o hülyâya da bin canla inandım.



ŞERMİN’DEN

Bir yaz günü, sabah erken
İki yolcu aynı köyden
Kasabaya gidiyordu;
"Yolcu kısmı yolda gerek!"
Koşmasını söyleyerek.
İki yolcu gidiyorken
Yolun döneğinde birden
Biri durdu, biri sordu:
Niye durdun? Davran biraz;
"Yolcu kısmı yolda durmaz"
Durduğunun aslı vardı;
Birden gözleri karardı:
Yerde koca bir kestane...
Haydi yoldaş, ağır ağır;
Yol yürümekle alınır.
Açgözlüde kulak olmaz;
Gözü kestanede kurnaz,
Arıyordu bir bahane...
- Haydi kuzum, yürüyelim!
- Sen yürü, ben yetişirim.
Öteki işi anladı.
Koştu, kestaneyi aldı.
-Bırak onu, yoksa... - Niçin?
-Ben gördüm, aldım. - Önceden
Gören benim. - Alan da ben!
Birisi yer, biri bakar;
Hep gürültü bundan çıkar.

























MEHMET ZİYA GÖKALP
(23 Mart 1875 Çermik – 25 Ekim 1924 İstanbul)


23 Mart 1876'da Diyarbakır'da doğdu. 25 Ekim 1924'te İstanbul’da vefat etti. Asıl ismi Mehmet Ziya. Babası Mehmet Tevfik Efendi Diyarbakır Evrak Müdürlülüğü, Vilayet İdare Meclisi azalığı gibi görevlerde bulunmuş ve “Diyarbakır” gazetesinin başyazarlığını yapmıştır. Eğitimine Diyarbakır'da başladı, yakınlarındaki iki ayrı mahalle mektebinde üç yıl okuduktan sonra Diyarbakır Askerî Rüşdiyesi’ne girerek 1890 yılında buradan mezun oldu.

Bir yıl kadar özel öğrenim gördü; ardından yeni açılmış olan Diyarbakır Mülkî İdâdîsi’nin ikinci sınıfına kabul edildi. Amcası Hasip Efendiden Arapça ve Farsça ile İslam felsefesi dersleri alan öte yandan okulda Dr. Yorgi’den tabii ilim dersleri alan genç Ziya Gökalp, bu yıllarda kendisini intihara sürükleyen bir inanç buhranı geçirmiştir. Dördüncü sınıfa geçtiği zaman yedi yıla çıkarılan idâdî programında, daha önce gördüğü dersleri tekrar etmek zorunda kalacağı için öğrenimine İstanbul’da devam etmek düşüncesiyle tasdiknâme aldı (1894). Aile büyüklerinin İstanbul’a gitmesini engellemeleri diğer ruhî sıkıntılarına eklenince başına bir kurşun sıkarak intihar teşebbüsünde bulundu. Bu intihar teşebbüsünde Diyarbakır’a sürgün olarak bulunup burada Ziya Gökalp’i etkileyen Dr. Abdullah Cevdet’in fikirleriyle Dr. Yorgi’den alınan felsefe derslerinin etkili olduğu ileri sürülmüştür.

Sağlığına kavuştuktan sonra ailesinden habersizce İstanbul’a gitti ve Mülkiye Baytar Mekteb-i Âlîsi’ne kaydoldu (1895). Bu mektebin dördüncü sınıfına geçtiği yılın yaz tatilinde Diyarbakır’da iken gizli toplantılara katılmak, izinsiz cemiyet kurmak ve zararlı yayınları okumakla suçlanarak tevkif edildi (1898). Bir müddet sonra serbest bırakılıp İstanbul’a döndüyse de okula alınmadı; ayrıca muhakeme edilmeden on ay Taşkışla’da, iki ay da Mehterhâne Hapishanesi’nde yattı. Böylece baytarlık eğitimi tamamlanmadan sona ermiş oluyordu. 1900 yılı baharında Diyarbakır’da ikamete mecbur edildi. Aynı yıl, geleneksel ilimlerde kendisinden faydalandığı amcası Hacı Hasib Efendi’nin kızı Vecihe Hanım’la evlendi. Kısa süreli memuriyetlerde bulundu; bir ara askerî rüşdiyede Fransızca muallimliği yaptı.

Meşrutiyetin ilânından sonra, esasen öteden beri ilgilendiği ve taraftarı olduğu İttihat ve Terakkî’nin Diyarbakır şubesini kuran (22 Ekim 1908) Mehmed Ziya aynı yıl fırkanın bölge müfettişi oldu. 18 Eylül 1909’da Selânik’te toplanan kongreye Diyarbakır delegesi olarak katıldı ve merkez heyeti üyeliğine seçildi. 1910’da Diyarbakır maarif müfettişi oldu. Daha sonra ailesini de alarak Selânik’e giden Gökalp, burada yeni açılan Selanik İttihat ve Terakkî Mekteb-i Sultânîsi’nde kendi teklif ettiği programa göre Türkiye’de ilk defa sosyoloji dersleri vermeye başladı (1911). Ancak Balkan savaşları başlayınca İstanbul’a dönmek zorunda kaldı.

1912 Martında yenilenen Meclis-i Meb‘ûsan seçimlerinde Ergani Madeni mebusu oldu. Aynı yılın ağustosunda meclis feshedilince önce Dârü’l-hilâfeti’l-aliyye Medresesi’nde ve Dârü’l-muallimât’ta, ardından Dârülfünun’da içtimaiyat dersleri verdi (1913-1919). Bu arada Maarif Vekâleti Fenn-i Terbiye Encümeni üyesi oldu. I. Dünya Savaşı mağlûbiyeti ve İstanbul’un İngilizler tarafından işgali üzerine tevkif edildi (28 Ocak 1919). Bir süre Bekir Ağa Bölüğü’nde tutuklu kaldı; arkasından savaş ve katliam suçlarından yargılanarak birçok Osmanlı aydını ve subayı ile birlikte önce Limni adasına, daha sonra Malta’ya sürüldü. İki yıl dört ay devam eden sürgün hayatının 19 Mayıs 1921’de sona ermesi üzerine Türkiye’ye dönen Ziya Gökalp, bir süre Diyarbakır’da kaldıktan sonra Ankara hükümetinin Maarif Vekâleti İlim Encümeni üyesi (1921), ardından da Telif ve Tercüme Heyeti reisi oldu. 11 Ağustos 1923’te toplanan II. Büyük Millet Meclisi’ne Diyarbakır mebusu olarak katıldı. Bu arada sağlığının bozulması ve Ankara’da tedavisinin güçleşmesi üzerine kaldırıldığı İstanbul Fransız Hastanesi’nde 25 Ekim 1924’te öldü. Resmî cenaze töreninden sonra Divanyolu’nda Sultan Mahmud Türbesi’nin hazîresine defnedildi.

Son devir fikir hayatının önemli şahsiyetlerinden olan Gökalp, bilgisini ve kültürünü çocuk yaşlarından başlayarak aile içinden, okullardan, hocalarından, siyasî çevresinden ve nihayet Doğulu ve Batılı fikir adamlarının eserlerinden elde etmiştir. Geniş ve münevver bir aile içinde yetişmiştir. Hem anne hem baba tarafında kadılık ve müftülük yapmış, şiir yazmış, divan sahibi erkekler, okumaya meraklı kadınlar vardı. Babası Tevfik Efendi, memuriyetinin yanı sıra Diyarbakır vilâyet gazetesinin başmuharrirliğini yapmış, Diyarbakır Salnâmesi’nin neşrinde hizmetleri geçmiş ve buraya şehirle ilgili yazılar yazmıştır. Dönemindeki fikir hareketlerini yakından takip eden Tevfik Efendi, Nâmık Kemal’in öldüğünü haber aldığı gün örnek bir vatanperverin kaybından duyduğu acıyı on üç yaşındaki oğlu ile paylaşmak, ona da hissettirmek istemiştir. Ayrıca oğluna hem Doğu hem Batı ilimlerini ve dillerini öğrenmesini, bunları mukayese ve telif etmesini telkin etmiştir.

Ziya Gökalp’in medrese kültürüyle yetişmiş amcası Hacı Hasib Efendi de ona Arapça ve Farsçanım yanında tasavvuf ve kelâm dersleri okutmuştur. Eski bir Diyarbakır taş konağı olan evlerinde basma, yazma divan ve halk şiiri, halk hikâyeleriyle diğer kitap, gazete ve dergilerden oluşan oldukça zengin bir kütüphaneyi de hazır bulan Gökalp küçük yaşta kitap meraklısı olmuştu. İdâdîde bir taraftan Gazzâlî, Fârâbî, İbn Rüşd, Muhyiddin İbnü’l-Arabî, Mevlânâ gibi İslâm düşünürlerini ve ilerletmeye çalıştığı Fransızcası ile Batı kültürünün önemli kitaplarını okurken bir taraftan da Léon Cahon, Süleyman Paşa ve Ahmed Vefik Paşa’nın Orta Asya Türk tarihiyle ilgili kitaplarını inceliyordu. Böylece Doğu ve Batı kültürüne milliyetçilik duyguları da eklenirken, kendisinden yaşça daha büyük olan ve şehirdeki kolera salgını sebebiyle o sıralarda geçici görevle Diyarbakır’da bulunan (Kasım 1894-Şubat 1895) Doktor Abdullah Cevdet, Gökalp’in düşüncelerine farklı bir istikamet vermiştir. Aile büyüklerinin materyalist ve ateist olarak bildikleri Abdullah Cevdet’le görüşmesini yasaklamalarına rağmen onunla yakınlık kuran Ziya Gökalp, böylece Fransız pozitivistlerini ve sosyologlarını onun tavsiye ettiği eserlerden tanımış, Athéisme adlı bir kitap ise zihnini iyice bulandırmıştır. Abdullah Cevdet kendisine ayrıca siyasî düşünceler de aşılıyor, İstanbul’da istibdada karşı meşrutiyetçi faaliyetlerin bulunduğunu haber veriyordu. Hatta Abdullah Cevdet onu, henüz gelişme halinde bulunan gizli İttihat ve Terakkî Cemiyeti’ne üye kaydetmiştir.

Aynı yıllarda Diyarbakır belediye tabibi olan ve idâdîde târih-i tabiî dersleri veren Yorgi Efendi de genç Ziya üzerinde tesir bırakan diğer bir mühim şahsiyettir. Bir Ortodoks Rum olan Yorgi, ona milliyetçilik fikirleri aşılaması, sosyolojinin önemini kavratması ve Yunan filozoflarını tanıtması yanında hayatı ve kâinatı mekanik bir sistemden ibaret gösteren ilkel materyalist fikirler de telkin etmişti. Gökalp’in, “Ben neyim? Bir hayat makinesi / Beni tahrîke zenberek lâzım / Odur ancak hayâtıma nâzım / Zenberek: Kâinat makinesi” gibi o yıllarda yazıp yayımlamadığı şiirleri bu düşüncelerin mahsulüdür. Böylece Ziya Gökalp, devrin birçok Osmanlı aydını gibi memleketin fikrî ve içtimaî hayatında bir inkılâp yapılmasının zorunlu olduğu şeklinde radikal düşüncelere sahip olmuştu. Ancak bu arada bir taraftan da materyalist-pozitivist fikirlerin sürüklediği çıkmazdan kurtulmak için kelâm ve tasavvuf kitaplarına sarılıyor, bunları da tatmin edici bulamıyordu İntihar teşebbüsü bu buhranlı yılın sonuna doğru vuku bulmuş, tedavisi de Abdullah Cevdet tarafından yapılmıştı.

İstanbul’da Baytar Mektebi’nde yatılı öğrenci olunca hem okumak hem de fikrî ve siyasî faaliyetlerde bulunmak için daha verimli bir zemin bulmuştu. Çoğu Fransızca olmak üzere felsefe, psikoloji, sosyoloji ve pedagoji kitapları okuyor, bunlardaki bilgileri İslâmî müktesebatıyla karşılaştırıyordu. Kendisinden bir müddet sonra İstanbul’a gelen Doktor Yorgi Efendi’yi bulmuş ve onunla sık sık görüşmeye başlamıştı. Doktor Yorgi’nin tavsiyeleri doğrultusunda, Türkiye’de yapılacak bir inkılâbın Türk milletinin içtimaî hayatına, millî ruhuna uygun olması, Kânûn-i Esâsî’nin de ‘Türk milletinin içtimaî bünyesine tevâfuk etmesi”, bütün bunlar için de halkın yapısının sosyolojik ve psikolojik açıdan iyi tanınması gerektiğine inanan Gökalp okumalarını bu alanlarda yoğunlaştırmaya başladı. Rusyalı Türklerden Hüseyinzâde Ali, İttihatçı İshak Sükûtî ve Doktor İbrahim Temo ile tanışması da bu yıllarda olmuştur.

Gökalp’in hapishane hayatını takip eden Diyarbakır’daki dokuz yıllık mecburi ikameti daha disiplinli bir okuma programı ile geçer ve yazı hayatına da bu yıllarda başlar. Tespit edilen ilk yazıları, Diyarbakır vilâyet gazetesinde “Küçük Seyahat” umumi başlığı altında şehrin semtlerini tanıtan beş yazılık bir seridir (2 Mayıs-20 Haziran 1904). Aynı gazetede ve daha sonra Peyman’da makaleleri ve şiirleri çıkar (1909).

Ziya Gökalp, İttihat ve Terakkî kongresi için gittiği Selânik’te kaldığı süre içinde yazılarına Genç Kalemler dergisinde devam eder. İttihat ve Terakkî İdâdîsi’nde ve Beyaz Kule’de toplanan gençlere “yeni lisan” akımı hakkında bilgi verir; ayrıca adlarını ilk defa duydukları Durkheim, Fouillée, Tarde, le Bon gibi Fransız sosyologlarını tanıtır; bunları Muhyiddin İbnü’l-Arabî ile karşılaştırır.

Gökalp İstanbul’a döndüğü zaman fikirlerine değer verilen, itibarlı bir hoca olmuş, iktidarda bulunan İttihat ve Terakkî’nin uzun zaman ideologu olarak kalmıştır. Bu sırada fırkaya medreseler, evkaf ve meşihat dairelerinin ıslahı hakkında rapor ve lâyihalar vermiş; Yusuf Kemal’le beraber İktisad Cemiyeti’ni kurmuş; Türk Yurdu, Halka Doğru, Türk Sözü, İslâm Mecmuası, İktisâdiyyat Mecmuası, İçtimâiyyat Mecmuası, Millî Tetebbûlar Mecmuası, Muallim, Yeni Mecmua gibi yayın organlarında yazılar yazmış; Kızıl Elma ve Yeni Hayat adlı şiir kitaplarıyla Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muâsırlaşmak başlıklı kitabının nüvesi olan makaleleri de tefrika halinde bu yıllarda çıkmıştır. Bu yoğun yazı hayatı Gökalp’in Malta’ya sürülmesiyle sekteye uğrar. Bununla beraber Malta’da ikamet ettiği Polverista Kışlası’nda ve diğer karargâh mekânlarında nispeten serbest imkânlardan faydalanarak sürgünlerin isteği üzerine Türk tarihi, Türk medeniyeti, devlet teşkilâtı gibi konular üzerinde konferanslar verir.

Dârülfünun’daki odasından alınarak tevkif edilen Gökalp’e, İstanbul’a dönüşünde eski kürsüsünü teklif eden olmamış, İttihatçılar’ı bertaraf etme düşüncesinde olan Ankara hükümeti de onu sıcak karşılamamıştır. Diyarbakır’a gitmek mecburiyetinde kalan Gökalp burada Küçük Mecmuayı neşre başladı. Otuz üç sayı çıkan dergide fikrî, felsefî yazıları ve şiirleri yanında yeni rejimi destekleyen makaleler de yazdı. Diyarbakır Gençlik Derneği’nde ve mekteplerde dersler, konferanslar verdi. Ankara’da çıkan Hâkimiyet-i Milliye gazetesine de yazılar yazıyordu. 1923 yılı Mart ayında Maarif Vekâleti Telif ve Tercüme Encümeni reisi olunca Küçük Mecmua’yı bıraktı ve Ankara’ya gitti. “Türk Töresi” ve “Türkçülüğün Esasları” bu kısa döneminin mahsulüdür. Ölümünden sonra yayımlanacak olan “Türk Medeniyeti Tarihi”nin çalışmalarını da bu sırada yürüttü.

Birinci meclisin feshedilip yeni seçimlere gidileceği aylarda Gökalp, Atatürk’ün isteği üzerine Hâkimiyet-i Milliye gazetesine bir seri yazı yazdı. Bu makaleler Halk Fırkası’nın (Cumhuriyet Halk Partisi) kuruluşunda ve hazırlık çalışmalarında yararlı olmuştur. Ayrıca Atatürk’ün dokuz umde olarak tespit ettiği parti programını Gökalp “Doğru Yol “adlı bir el kitabıyla desteklemiş ve bu umdelerin sosyolojik açıklamalarını yapmıştır. İkinci meclise Diyarbakır mebusu olarak giren Gökalp, ölümüne kadar geçen kısa sürede Türkiye Büyük Millet Meclisi Maarif Encümeni’nde çalışmıştır.

Ziya Gökalp ölümünden sonra da ilgi odağı olma özelliğini korumuştur. Hususi veya resmî çevrelerce kendisi için çeşitli vesilelerle ihtifaller düzenlenmiş, konferans ve ilmî seminerlerde fikirleri ele alınmış, dergiler özel sayılar çıkarmış, böylece hakkında en çok yayın yapılan fikir adamlarından biri olmuştur. Doğumunun 100. yılında (1976) Kültür Bakanlığı bütün kitaplarını, gazete ve dergilerde kalmış yazılarını gerekli açıklama, fihrist ve sözlüklerle beraber bir koleksiyon halinde yayımlamıştır. Diyarbakır’daki doğduğu ev, 23 Mart 1956’da kendisinden ve ailesinden kalan bazı eşya ve belgelerin sergilendiği bir müze (Ziya Gökalp Müzesi) haline getirilmiştir.

II. Meşrutiyet sonrası siyaset ve fikir akımları arasında önemli bir yere sahip olan Ziya Gökalp aynı dönem edebiyatı için de dikkate değer bir isimdir. Kendisinin de belirttiği gibi “şiirin değil şuurun hâkim olduğu” bir devri yaşadığı için Gökalp’in şiirlerini bir ideolojinin, bir fikir sisteminin programını aksettiren metinler olarak görmek gerekir. Ziya Gökalp de şiirlerini ileri sürülen fikirlerin okuyucu üzerinde daha güçlü bir tesir bırakacağı düşüncesiyle kaleme almıştır. Aralarında destan, manzum hikâye ve halk masalları tarzında uzun parçaların da bulunduğu bütün şiirlerinin sayısı 130 kadardır. Bunlardan aruzla yazılmış olanları on beşi bulmaz. 1911 tarihli “Turan” manzumesinden sonra aruz veznini tamamen bırakmış olduğu bilinmektedir. Böylece şiirlerinin büyük kısmını “Türk millî vezni” dediği heceyle yazmıştır. Konu veya tema olarak şiirleri Turan mefkûresini, Orta Asya Türk tarihini anlatanlar, savaş gücünü, millî dayanışmayı güçlendirmek için kaleme alınmış hamâsî karakterde olanlar, toplumun çeşitli meslek ve kesimlerinden bahsedenler, makale ve kitaplarındaki Türkçülük fikirlerini tekrarlayan ve açıklayanlar olmak üzere birkaç grupta toplanabilir.

“Yeni lisan” ve dilde sadeleşme hareketinin içinde yer almış olan Ziya Gökalp’in bu konudaki fikirleri daha istikrarlı ve ılımlıdır. Ona göre kavramların Türkçede bilinen karşılıkları varsa bunlar tercih edilmeli, yoksa Arapça veya Farsçasını kullanmaya devam etmelidir. Batı’dan gelen ilmî ve teknik terimler ya aynen alınabilir veya Arapça türetme şekillerinden faydalanılarak yeni kelimeler yapılabilir. Bu usulle Gökalp kendisinden önce başlamış olan bir yoldan giderek felsefe, antropoloji, etnoloji, sosyoloji, folklor gibi alanlarda Batı kaynaklı terminolojiye Arapça karşılıklar bulmuştur. “Hars, mefkûre, halkıyat, kavmiyat” gibi pek çok kelime Gökalp’in o dönemde Türkçeye kazandırdıklarındandır. Onun dil ve edebiyat alanındaki Türkçülüğü, eksiklerine ve hakkında yapılan tenkitlere rağmen yenileşmekte olan Türk dilinin ve edebiyatının gelişmesine hizmet etmiş, millî edebiyat akımının ortaya çıkmasında önemli rol oynamıştır.

ESERLERİ

1. Şakî İbrâhim Destanı Gökalp’in şahit olduğu yakın tarihe ait bir olayın hikâyesidir. Diyarbekir’e hâkim Hamidiye Alayı’nın kumandanı İbrahim Paşa görevini kötüye kullanarak şehir ve köyleri yağmalayıp insanlara zulmetmektedir. Bunun üzerine halk sarayı zorlamak için 1905 ve 1907’de olmak üzere iki defa telgrafhâneyi işgal eder. Neticede zalimlerin cezalandırılması vaadiyle ayaklanma sona erer. Her biri üçer mısralık 110 bendden meydana gelen destan hece vezniyle yazılmıştır.

2. Rusya’daki Türkler Ne Yapmalı? On altı sayfalık bu küçük risâle aynı yıl Yeni Mecmua’nın otuz sekizinci sayısında yayımlanmıştır.

3. İlm-i İctimâ Dersleri Gökalp’in Dârülfünun’da verdiği derslerin öğrenciler için forma forma basılmasıyla oluşan bu eserde genel sosyoloji konuları, sosyal olaylar ve tarifler verilmiştir.

4. Kızıl Elma Aralarında “Turan”, “Kızıl Elma”, “Alageyik”, “Altın Destan’ın da bulunduğu yirmi yedi şiir “Turan”, “Masallar”, “Koşmalar” ve “Destanlar” olmak üzere dört bölümde verilmiştir.

5. İlm-i İctimâ Sosyoloji ilminin kuruluşundan ve bazı sosyologlardan bahsedilmektedir.

6. Yeni Hayat Gökalp’in Türkçülük programına dâhil din, ilim, vatan, millet, ahlâk, vazife, dil, kadın, medeniyet, sanat, İslâm birliği, aile, devlet gibi konu ve kavramları açıklayan didaktik karakterde otuz iki parça manzumesini ihtiva etmektedir.

7. Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muâsırlaşmak Türk Yurdu dergisinde sekiz sayı tefrika edildikten sonra kitap haline getirilen eserde Türkçülük programının önemli konuları bulunmaktadır. Gökalp’in doktrininde yer alan hars, medeniyet, Türklük, mefkûre, millet, Turan, İslâmiyet gibi kavramlar felsefe ve sosyoloji açısından ele alınmış, sonuçta Türklük, Müslümanlık ve çağdaş olma kavramlarının birbiriyle çelişmediği belirtilmiş, bunların telifi halinde Türk milletinin yüceleceği ümidi telkin edilmiştir.

8. Türk Töresi Töre kavramının mânası ve Türk töresinin ne olması gerektiği üzerine tarif ve açıklamalarla başlayan kitap eski Türklerde din, il dini, ilhanlık dini, eski Türk kozmogonisi ve menkıbeleri, aşk masalları ve Türk destanlarında çeşitli bilgiler bölümleriyle devam eder.

9. Altın Işık Yedisi mensur, sekizi manzum olmak üzere on beş halk masalı ile “Alparslan” adlı kısa manzum bir piyesi ihtiva eden kitap, halk kültürünün işlenmesiyle millî bir edebiyatın meydana getirilebileceğini göstermek için kaleme alınmıştır.

10. Doğru Yol Halk Fırkası’nın kuruluşu sırasında ortaya atılan dokuz umde programını ve bunların alt konularını teşkil eden otuz sekiz umdeyi açıklayan kitap bir siyasî parti programı hüviyetindedir.

11. Ala Geyik Çocuk Dünyası mecmuası yayını olarak çıkan ve çocuklar için resimlendirilen kitapta Kızıl Elma’da yer alan “Alageyik” ve “Kurt ile Ayı” manzumeleri bulunmaktadır.

12. Türkçülüğün Esasları Gökalp’in başından beri tasavvur ettiği ve önceki kitap ve makalelerinde yer yer ortaya koyduğu Türkçülük düşüncesinin yeni Türkiye Cumhuriyeti ve ilk inkılâp teşebbüsleri karşısında az çok değiştirilmiş ve tekâmül etmiş programı olarak onun en önemli kitaplarının başında gelir. “Türkçülüğün Mahiyeti” başlıklı nazarî bölümle “Türkçülüğün Programı” başlıklı amelî bölüm olmak üzere iki kısımda Türkçülüğün tarihi, tarifi, hars ve medeniyet, millî vicdan, millî tesânüd meseleleriyle dilde, estetikte, ahlâkta, hukukta, dinde, iktisatta, siyasette, felsefede Türkçülük konuları ayrıntılarıyla işlenmiştir.


13. Türk Medeniyeti Tarihi Gökalp’in son yıllarında meşgul olduğu, ölümünden sonra basılabilen bu kitap onun en ciddi çalışmalarındandır ve dönemi için olduğu kadar günümüzde de bazı konuları ile önemini korumaktadır. Uzunca bir girişten sonra İslâmiyet’ten önce Türk dini, ilim ve felsefesi, devlet teşkilâtı, ailesi ve iktisadî yapısı olmak üzere beş ana bölüme ayrılan kitap, kapağındaki nota göre lise sınıflarında okutulmak üzere hazırlanmıştır. “Birinci Kısım” kaydından, kitabın İslâmiyet’ten sonraki bölümlerinin de düşünüldüğü anlaşılmaktadır.

Bu eserler, Gökalp’in sağlığında kendisi tarafından tertip ve tanzim edilerek yayımlanmış veya yayıma hazır hale getirilmiştir. Ölümünden sonra ise halk masallarıyla beraber bütün şiirleri Fevziye Abdullah Tansel tarafından notlar ve açıklamalarla birlikte Ziya Gökalp Külliyâtı-I: Şiirler ve Halk Masalları adıyla yayımlanmıştır (Ankara 1952). Tansel ayrıca Gökalp’in sürgünde iken eşine ve kızlarına yazdığı 572 mektubu Ziya Gökalp Külliyâtı-II: Limni ve Malta Mektupları adı altında neşretmiştir (Ankara 1965). Şevket Beysanoğlu, kitapları dışında kalan şiirlerini Şakî İbrâhim Destanı ve Bir Kitapta Toplanmamış Şiirler başlığı altında neşretmiş (İstanbul 1976), Dârülfünun’da verdiği ders notlarıyla diğer notlarını Tamamlanmamış Eserler adıyla bir araya getirerek yayımlamıştır (Ankara 1985). Gökalp’in Malta adasında iken verdiği konferansların muhtemelen sürgünlerden biri tarafından tutulan notları da Fahrettin Kırzıoğlu tarafından düzenlenerek Malta Konferansları adıyla neşredilmiştir (Ankara 1977). Kitaptaki dört konferans metni, Gökalp’in basılı eserlerinde işlemediği konuları da ihtiva etmesi bakımından önemlidir.



ŞİİRLERİNDEN ÖRNEKLER

VATAN

Bir ülke ki camiinde Türkçe ezan okunur,
Köylü anlar manasını namazdaki duanın...
Bir ülke ki mektebinde Türkçe Kuran okunur
Küçük büyük herkes bilir buyruğunu Huda'nın...
Ey Türkoğlu, işte senin orasıdır vatanın!


Bir ülke ki toprağında başka ilin gözü yok,
Her ferdinde mefkûre bir, lisan, âdet, din birdir
Mebusânı temiz, orda Boşo'ların sözü yok,
Hududunda evlâtları seve seve can verir,
Ey Türkoğlu, işte senin orasıdır vatanın!


Bir ülke ki çarşısında dönen bütün sermâye
Sanatında yol gösteren ilimle fen Türkündür
Hirfetleri birbirini dâim eder himâye
Tersâneler, fabrikalar, vapur, tren Türkündür
Ey Türkoğlu işte senin orasıdır vatanın!


LİSAN

Güzel dil Türkçe bize,
Başka dil gece bize.
İstanbul konuşması
En sâf, en ince bize.

Lisanda sayılır öz
Herkesin bildiği söz;
Ma’nâsı anlaşılan
Lûgate atmadan göz.

Uydurma söz yapmayız,
Yapma yola sapmayız,
Türkçeleşmiş, Türkçedir;
Eski köke tapmayız.

Açık sözle kalmalı,
Fikre ışık salmalı;
Müterâdif sözlerden
Türkçesini almalı.

Yeni sözler gerekse,
Bunda da uy herkese,
Halkın söz yaratmada
Yollarını benimse.

Yap yaşayan Türkçeden,
Kimseyi incitmeden.
İstanbul’un Türkçesi
Zevkini olsun yeden.



Arapçaya meyletme,
İran’a da hiç gitme;
Tecvîdi halktan öğren,
Fasîhlerden işitme.

Gaynlı sözler emmeyiz,
Çocuk değil, memeyiz!
Birkaç dil yok Tûran’da,
Tek dilli bir kümeyiz.

Tûran’ın bir ili var
Ve yalnız bir dili var.
Başka dil var diyenin,
Başka bir emeli var.

Türklüğün vicdânı bir,
Dîni bir, vatanı bir;
Fakat hepsi ayrılır
Olmazsa lisânı bir.

TURAN

Nabızlarımda vuran duygular ki tarihin
Birer derin sesidir, ben sahifelerde değil
Güzide, şanlı, necip ırkımın uzak ve yakın
Bütün zaferlerini kalbimin tanininde
Nabızlarımda okur, anlar, eylerim tebcil.

Sahifelerde değil, çünkü Atilla, Cengiz
Zaferle ırkımın tetviç eden bu nasiyeler,
O tozlu çerçevelerde, o iftira amiz
Muhit içinde görünmekte kirli, şermende;
Fakat şerefle nümayan Sezar ve İskender!

Nabızlarımda evet, çünkü ilm için müphem
Kalan Oğuz Han'ı kalbim tanır tamamiyle
Damarlarımda yaşar şan ü ihtişamiyle
Oğuz Han, işte budur gönlümü eden mülhem:

Vatan ne Türkiye’dir Türklere ne Türkistan
Vatan, büyük ve müebbet bir ülkedir: Turan




CENK TÜRKÜSÜ

Türk Oğullarına

Düşman yine öz yurduna el attı,
Mezarından ata'n kılıç uzattı,
Yürü diyor, hakkı zulüm kanattı,

Attilâ'nın oğlusun sen unutma!
Medeniyet deme, duymaz o sağır;
Taş üstünde taş kalmasın durma kır:
Kafalarla düz yol olsun her bayır,
Attilâ'nın oğlusun sen unutma!

Koş, Pilevne yine al bayrak taksın,
Gece gündüz Tuna suyu kan aksın,
Yaksın kahrın, bütün Balkan'ı yaksın;
Attilâ'nın oğlusun sen unutma!



ALTIN DESTAN

Sürüden koyunlar hep takım takım
Ayrılmış, sürüde kalmamış bakım;
Asmanın üzümü dağılmış; salkım
Olmak ister, fakat bağban nerede?
Gideyim, arayım: çoban nerede?

Yüce dağlar çökmüş, belleri kalmış,
Coşkun ırmakların selleri kalmış,
Hanlar yok meydanda, illeri kalmış,
Düşenler çok ama kalkan nerede?
Gideyim arayım: Hakan nerede?

Türk yurdu uykuda ey düşman sakın!
Uyuyan ülkeye yapılmaz akın.
Tan yeri ağardı, yiğitler kalkın.
Bakın yurd ne halde, vatan nerede?
Gideyim arayım, yatan nerede?




ALİ KEMAL’E

Ben Türküm diyorsun, sen Türk değilsin!
Ve İslam’ım diyorsun, değilsin İslam!
Ben, ne ırkım için senden vesika,
Ne de dinim için istedim ilam!

Türklüğe çalıştım sırf zevkim için,
Ummadım bu işten asla mükâfat!
Bu yüzden bin türlü felaket çektim,
Hiç bir an esefle demedim: Heyhat!

Hatta ben olsaydım: Kürd, Arap, Çerkes;
İlk gayem olurdu Türk milliyeti
Çünkü Türk kuvvetli olursa, mutlak,
Kurtarır her İslam olan milleti!

Türk olsam olmasam ben Türk dostuyum,
Türk olsan olmasan sen Türk düşmanı!
Çünkü benim gayem Türkü yaşatmak,
Seninki öldürmek her yaşatanı!


Türklük hem mefkûrem, hem de kanımdır:
Sırtımdan alınmaz, çünkü kürk değil!
Türklük hâdimine 'Türk değil! ' diyen
Soyca Türk olsa da 'piçtir', Türk değil!


ASKER DUASI

Elimde tüfenk, gönlümde iman,
Dileğim iki: Din ile vatan...
Ocağım ordu, büyüğüm Sultan,
Sultan'a imdâd eyle Yârabbi!
Ömrünü müzdâd eyle Yârabbi!

Yolumuz gaza, sonu şehâdet,
Dinimiz ister sıdk ile hizmet,
Anamız vatan, babamız millet,
Vatanı ma'mur eyle Yârabbi!
Milleti mesrur eyle Yârabbi!

Sancağım tevhid, bayrağım hilâl,
Birisi yeşil, ötekisi al,
İslâm'a acı, düşmandan öc al,
İslâm'ı âbâd eyle Yârabbi!
Düşmanı berbâd eyle Yârabbi!

Kumandan, zabit, babalarımız.
Çavuş, onbaşı, ağalarımız.
Sıra ve saygı, yasalarımız.
Orduyu düzgün eyle Yârabbi!
Sancağı üstün eyle Yârabbi!

Cenk meydanında nice koç yiğid,
Din ve yurd için oldular şehid,
Ocağı tütsün, sönmesin ümid,
Şehidi mahzun etme Yârabbi!
Soyunu zebun etme Yârabbi!

Minareler süngü, kubbeler miğfer,
Camiler kışlamız, müminler asker,
Bu ilahi ordu dinimi bekler,
Allahu Ekber, Allahu Ekber.


1912




















NAZIM HİKMET RAN

OTOBİYOGRAFİ

1902'de doğdum
doğduğum şehre dönmedim bir daha
geriye dönmeyi sevmem
üç yaşında Halep'te paşa torunluğu ettim
on dokuzumda Moskova komünist üniversite öğrenciliği
kırk dokuzumda yine Moskova'da Tseka-Parti konukluğu
ve on dördümden beri şairlik ederim
kimi insanlar otların kimi insan balıkların çeşidini bilir
ben ayrılıkların
kimi insan ezbere sayar yıldızların adını
ben hasretlerin
hapislerde de yattım büyük otellerde de
açlık çektim açlık grevi de içinde ve tatmadığım yemek yok gibidir
otuzumda asılmamı istediler
kırk sekizimde Barış madalyasının bana verilmesini
verdiler de
otuz altımda yarım yılda geçtim dört metrekare betonu
elli dokuzumda on sekiz saatte uçtum Prag'dan Havana'ya
Lenin'i görmedim nöbetini tuttum tabutunun başında 924'te
961'de ziyaret ettim anıt kabri kitaplarıdır
partimden koparmağa yeltendiler beni
sökmedi
yıkılan putların altında da ezilmedim
951'de bir denizde genç bir arkadaşla yürüdüm üstüne ölümün
52'de çatlak bir yürekle dört ay sırtüstü bekledim ölümü

sevdiğim kadınları deli gibi kıskandım
şu kadarcık haset etmedim Şarlo'ya bile
aldattım kadınlarımı
konuşmadım arkasından dostlarımın

içtim ama akşamcı olmadım
hep alnımın teriyle çıkardım ekmek paramı ne mutlu bana

başkasının hesabına utandım yalan söyledim
yalan söyledim başkasını üzmemek için
ama durup dururken de yalan söyledim
bindim tirene uçağa otomobile
çoğunluk binemiyor
operaya gittim
çoğunluk gidemiyor adını bile duymamış operanın
çoğunluğun gittiği kimi yerlere de ben gitmedim 21'den beri
camiye kiliseye tapınağa havraya büyücüye
ama kahve falına baktırdığım oldu
yazılarım otuz kırk dilde basılır
Türkiye'mde Türkçemle yasak
kansere yakalanmadım daha
yakalanmam de şart değil
başbakan falan olacağım da yok
meraklısı da değilim bu işin
bir de harbe girmedim
sığınaklara da inmedim gece yarıları
yollara da düşmedim pike yapan uçakların altında
ama sevdalandım altmışıma yakın
sözün kısası yoldaşlar
bugün Berlin'de kederden gebermekte olsam da
insanca yaşadım diyebilirim
ve daha ne kadar yaşarım
başımdan neler geçer daha
kim bilir
(11.9.'61 - Doğu Berlin)

15 Ocak 1902’de Selanik’te doğdu. 3 Haziran 1963′te Moskova’da vefat etti. Babası, Matbuat Umum müdürlüğü ve Hamburg konsolosluğu yapmış olan Hikmet Bey, annesi Ayşe Celile Hanım'dır. Celile Hanım piyano çalan, resim yapan, Fransızca bilen bir kadındır. Celile Hanım, bir dilci ve eğitimci de olan Hasan Enver Paşa'nın kızıdır.

Hasan Enver Paşa, Polonya'dan 1848 Ayaklanmaları sırasında Osmanlı İmparatorluğu'na göç eden ve Osmanlı vatandaşı olunca Mustafa Celalettin Paşa adını alan Konstantin Borzecki'nin oğludur. Mustafa Celaleddin Paşa Osmanlı Ordusu'nda subay olarak görev yapmış ve Türk tarihi üzerine önemli bir eser olan "Les Turcs anciens et modernes" (Eski ve yeni Türkler) kitabını yazmıştır.

Celile Hanım'ın annesi ise Alman kökenli Osmanlı generali Mehmet Ali Paşa'nın yani Ludwig Karl Friedrich Detroit'in kızı olan Leyla Hanım'dır. Celile Hanım'ın kız kardeşi Münevver Hanım, şair Oktay Rifat'ın annesidir. Babası Hikmet Bey, Selanik'te, Hariciye Nezareti'nde (Dışişleri Bakanlığı) çalışan bir memurdur. Diyarbakır, Halep, Konya ve Sivas valilikleri yapmış olan Nazım Paşa'nın oğludur. Mevlevi tarikatından olan Nazım Paşa aynı zamanda bir özgürlükçüdür. Kendisi Selanik'in son valisidir. Hikmet Bey henüz Nazım'ın çocukluğunda memuriyetten ayrılır ve ailece Halep'e, Nazım'ın dedesinin yanına giderler. Orada yeni bir iş ve hayat kurmaya çalışırlar. Başarısız olunca İstanbul'a gelirler. Hikmet Bey'in İstanbul'daki iş kurma denemeleri de iflasla neticelenir ve hiç hoşlanmadığı memuriyet hayatına geri döner. Fransızca bildiği için yeniden Hariciye'ye atanır.

İlkokuldan sonra arkadaşı Vâlâ Nurettin’le birlikte Mekteb-i Sultani’nin hazırlık sınıfına yazıldı. Ailesi maddi sıkıntıya düşünce ertesi yıl Nişantaşı Sultanisi’ne devam etti. Dedesi Nâzım Paşa’nın etkisiyle şiir yazmaya başladı. 1917′de Heybeliada Bahriye Mektebi’ne girdi. 1919′da mezun oldu, Hamidiye Kruvazörü’ne güverte subayı olarak atandı. Aynı yıl kış aylarında daha önce yakalandığı zatülcenp hastalığı tekrar etti. Sağlık kurulu raporuyla 1920′de askerlikten çıkarıldı. Bu sırada hececi şairler arasında genç bir ses olarak ünlendi. Bahriye Mektebi’nden öğretmeni olan Yahya Kemal Beyatlı ‘ya hayrandı. Yazdığı şiirleri gösterip eleştirilerini alıyordu. 1920′de Alemdar Gazetesi’nin düzenlediği yarışmada birincilik kazandı. Bu ödül ününü artırdı. İstanbul’un işgal altında olduğu günlerde heyecanlı direniş şiirleri yazdı. 1921′de arkadaşı Vâlâ Nurettin ile birlikte Ankara’ya gitti. İstanbul gençliğini milli mücadeleye katılmaya çağıran bir şiir yazdılar. Şiir çok beğenilince Bolu’ya öğretmen olarak atandılar. Bolu’da kalpaklı bu iki genç tepki gördü. Peşlerine gizli polis takıldı. Nâzım ile Vâlâ Nurettin Moskova’ya gitmeye karar verdiler. Batum üzerinden Moskova’ya ulaşıp “Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi”ne kaydoldular. Nâzım burada “serbest şiirle” tanıştı. İlk serbest şiirlerini yazdı. Bunlardan bazıları 1923′te Yeni Hayat, Aydınlık gibi dergilerde yayınlandı.

Üniversiteyi bitirince 1924′te sınırdan gizlice geçerek Türkiye’ye girdi. Aydınlık dergisinde çalışmaya başladı. İzlendiğini anlayınca İzmir’e geçti. 1925′te Şeyh Sait isyanı nedeniyle başlatılan soruşturmalar sırasında gıyabında 15 yıla mahkûm edildi. Tekrar yurt dışına kaçtı. 1926′da çıkan aftan yararlandırılmadı. Gizli örgüt üyesi olmak suçlamasıyla 3 ay daha hapse mahkûm edildi. 1928′de Bakü’de ilk şiir kitabı “Güneşi İçenlerin Türküsü” basıldı. Aynı yıl yine gizlice Türkiye’ye döndü. Yakalanıp Ankara’ya götürüldü. Kısa bir tutukluluğun ardından serbest kaldı. İstanbul’da Zekeriya Sertel’in yayınladığı Resimli Ay dergisinin yazarları arasına katıldı. 1929′da “Putları Yıkıyoruz” başlığıyla bir yazı hazırlayıp Abdülhak Hamid Tarhan, Mehmet Emin Yurdakul gibi dönemin etkili şairlerine yönelttiği saldırılar büyük ilgi gördü. “1929′da “835 Satır”, “Jokond ile Sİ-YA-U”, ertesi yıl “Varan 3+1+1=1″ kitapları yayımlandı. 1930′da “Salkımsöğüt” ile “Bahr-i Hazer” şiirlerini Columbia firmasının girişimiyle plağa okudu. Plak halktan büyük ilgi görünce hakkında şiir kitapları nedeniyle dava açıldı. 1932′de “Benerci Kendini Niçin Öldürdü” ile “Gece Gelen Telgraf” kitapları basıldı. 1932′de “Kafatası”, 1933′te “Bir Ölü Evi” adlı oyunları İstanbul Şehir Tiyatrosu’nda sahnelendi.

1932′de bir bildiri nedeniyle başlatılan tutuklamalar sırasında gözaltına alındı. 1933′te Bursa Cezaevi’ne gönderildi. 5 yıl hapse mahkûm oldu. Kısa bir süre tutuklu kalıp salıverildi. 1935′de Piraye Altınoğlu ile evlendi. Akşam gazetesinde “Orhan Selim” takma ismiyle fıkralar yazmaya başladı. Yine farklı isimlerle romanlar, oyunlar, operetler yazdı. 1935′te “Taranta Babu’ya Mektuplar” kitabı yayınlandı. “Unutulan Adam” oyunu şehir tiyatrolarında sahneye kondu. “Simavna Kadısı Oğlu Şeyh Bedrettin Destanı” kitabı 1936′da yayınlandı.

1938′de Harp Okulu öğrencilerini isyana teşvik suçlamasıyla bir kez daha tutuklandı. Ankara Cezaevi’ne kondu. 15 yıl hapse mahkûm edildi. İstanbul Cezaevi’ne getirildi. Askeri Mahkeme’de de ayrıca yargılanıp bir 20 yıl hapse daha mahkûm oldu. 1940′ta önce Çankırı ve sonra Bursa Cezaevi’ne kondu. 10 yılı aşkın cezaevlerinde kaldı. Yayınlatamamasına rağmen sürekli yazdı. Serbest bırakılması için başlatılan çabalar sonuç vermedi. 1950′de açlık grevine başladı. Sağlık durumu iyi olmadığı için İstanbul’da Cerrahpaşa Hastanesi’ne kaldırıldı. 1950′de yürürlüğe giren af yasasıyla tekrar özgürlüğüne kavuştu. Piraye Hanım’dan ayrılıp cezaevinde sürekli ziyaretine gelen dayısının kızı Münevver Andaç ile evlendi. Doğan oğullarına Mehmed adını verdiler.


Nazım Hikmet, 12 sene süren tutukluluktan sonra askere alınacağı ve öldürüleceği endişesiyle 1951′de Karadeniz yoluyla Bulgaristan ve Romanya üzerinden Stalin yönetimindeki Sovyetler Birliği'ne kaçar. Moskova havaalanında verdiği beyanat, 30 Haziran 1951 tarihli Cumhuriyet gazetesinde şu satırlarla haber olur:

“Moskova radyosu dün akşamki yayınlarında kızıl şair Nazım Hikmet’in Moskova’ya vardığını ve havaalanında beyanatta bulunurken, “Beni yaratan Stalin’dir!” diye bağırdığını bildirmiştir. Gene Moskova radyosuna göre Kızıl şair, Stalin’i göklere çıkaran şu sözleri de sarf etmiştir: “Gözlerimin ışığını Stalin’e borçluyum, her şeyimi ona borçluyum, beni o yarattı, beni o yaşatıyor.”

25 Temmuz 1951 tarihinde Bakanlar Kurulunca Türkiye vatandaşlığından çıkarılmasının ardından, büyük dedesi Mustafa Celaleddin Paşa(Konstantin Borzecki)'nın memleketi olan Polonya'nın vatandaşlığına geçerek Borzecki soyadını aldı. 25 Temmuz 1951′de Bakanlar Kurulu kararıyla Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığından çıkarıldı. Yurt dışında birçok uluslararası kongreye katıldı. Kitapları birçok dile çevrildi. 1959′da kendisinden 30 yaş küçük olan Rus Vera Tulyakova ile evlendi. 1963′te bir kalp krizi sonucu vefat etti. Moskova’da Novodeviçiy Mezarlığı’nda toprağa verildi. Türkiye'de, ölümünden iki yıl sonra 1965'te şiirleriyle yeniden önem kazandı. Mezarı Moskova'da bulunmaktadır. 5 Ocak 2009 tarihli Bakanlar Kurulu kararı ile yeniden Türkiye vatandaşlığına alındı.

İlk şiirlerini hece vezniyle yazdı. Ama içerik bakımından diğer hececi şairlerden uzaktı. Toplumsal içerikli bir şiir kurdu. Moskova’daki yıllarında özellikle gelecekçiliğin önemli isimlerinden Mayakovski’nin etkisiyle hece veznini bırakıp serbest şiire yöneldi. “835 Satır” kitabı yayınlandığında büyük şaşkınlık yarattı. Ama Ahmet Haşim, Yakup Kadri gibi şairler ondan övgüyle söz etti. Kendisini izleyen genç şairler de serbest şiire yöneldi. 1936′ya kadar yayınlanan kitaplarıyla Cumhuriyet dönemi şiirinin değerlerini kökünden sarstı. “Şeyh Bedrettin Destanı”nda ise şiirini tam anlamıyla bir millî birleşime ulaştırdı. Divan ve halk şiiri söyleyişlerini, çağdaş bir şiir anlayışı içinde eritti. En önemli eserlerinden “Memleketimden İnsan Manzaraları”nı 1941′de cezaevinde yazmaya başladı. 2′nci Meşrutiyet’ten 2′nci Dünya Savaşı’na kadar uzanan geniş bir zaman diliminin öyküsünü bu eserinde destanlaştırdı. Düz yazı, şiir, senaryo tekniklerinin iç içe kullanıldığı bu eser, yeni bir türün habercisi oldu. Şiir kitapları 1938′den 1965′e kadar Türkiye’de basılamadı. Ancak, ölümünden iki yıl sonra 1965′ten itibaren yayınlanabildi.



KİTAPLARI

Şiir: 835 Satır, Jokond ile Si-Ya-U, Varan 3, 1+1=1, Sesini Kaybeden Şehir, Benerci Kendini Niçin Öldürdü, Gece Gelen Telgraf, Portreler, Taranta Babu'ya Mektuplar, Kurtuluş Savaşı Destanı, Saat 21-22 Şiirleri, Şu 1941 Yılında, Memleketimden İnsan Manzaraları, Rubailer, Dört Hapishaneden, Yeni Şiirler, İlk Şiirleri, Son Şiirleri, Yatar Bursa Kalesinde

Roman: Kan Konuşmaz, Yeşil Elmalar, Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim
Hikâye: Hikâyeler, Çeviri Hikâyeler
Oyun : Kafatası, Bir Ölü Evi Yahut Merhumun Hanesi, Unutulan Adam, İnek, Ferhat ile Şirin, Enayi, Sabahat, Yusuf ile Menofis, İvan İvanoviç Var mıydı, Yok muydu?
Yazılar: İt Ürür Kervan Yürür, Alman Faşizmi ve Irkçılığı, Millî Gurur, Sovyet Demokrasisi
Mektuplar: Kemal Tahir'e Hapishaneden Mektuplar, Cezaevinden Memet Fuat'a Mektuplar, Bursa Cezaevinden Vâ-Nû'lara Mektuplar, Nâzım'ın Bilinmeyen Mektupları, Pirâye'ye Mektuplar
Masal : La Fontaine'den Masallar, Sevdalı Bulut










ŞİİRLERİNDEN ÖRNEKLER


DAVET

Dörtnala gelip Uzak Asya'dan
Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan
bu memleket bizim.
Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak
ve ipek bir halıya benziyen toprak,
bu cehennem, bu cennet bizim.

Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın,
yok edin insanın insana kulluğunu,
bu davet bizim...

Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
ve bir orman gibi kardeşçesine,
bu hasret bizim...


VASİYET

Yoldaşlar nasip olmazsa görmek o günü,
ölürsem kurtuluştan önce yani,
alıp götürün
Anadolu’da bir köy mezarlığına gömün beni.

Hasan beyin vurdurduğu
ırgat Osman yatsın yanımda
ve çavdarın dibinde toprağa çocuklayıp
kırkı çıkmadan ölen şehit Ayşe öbür yanımda.

Traktörlerle türküler geçsin alt başından mezarlığın,
seher aydınlığında taze insan, yanık benzin kokusu,
tarlalar orta malı, kanallarda su,
ne kuraklık, ne jandarma korkusu.

Biz bu türküleri elbette işitecek değiliz,
toprağın altında yatar upuzun,
çürür kara dallar gibi ölüler,
toprağın altında sağır, kör, dilsiz.

Ama bu türküleri söylemişim ben
daha onlar düzülmeden,
duymuşum yanık benzin kokusunu
traktörlerin resmi bile çizilmeden.

Benim sessiz komşularıma gelince,
şehit Ayşe'yle ırgat Osman
çektiler büyük hasreti sağlıklarında
belki de farkında bile olmadan.

Yoldaşlar, ölürsem o günden önce yani,
-öyle gibi de görünüyor-
Anadolu’da bir köy mezarlığına gömün beni
ve de uyarına gelirse,
tepemde bir de çınar olursa
taş maş da istemez hani...
24 Eylül 1945

En güzel deniz
henüz gidilmemiş olanıdır.
En güzel çocuk
henüz büyümedi.
En güzel günlerimiz
henüz yaşamadıklarımız.
Ve sana söylemek istediğim en güzel söz
henüz söylememiş olduğum sözdür...


*
30 Eylül 1945

Seni düşünmek güzel şey
ümitli şey
dünyanın en güzel sesinden en güzel şarkıyı dinlemek gibi bir şey.
Fakat artık ümit yetmiyor bana,
ben artık şarkı dinlemek değil
şarkı söylemek istiyorum...


*
18 Ekim 1945

Kale kapısından çıkarken ölümle buluşmak üzre,
son defa dönüp baktığımızda şehre,
sevgilim, şu sözleri söyleyebileceğiz:
"- Pek de öyle güldürmedinse de yüzümüzü,
çalıştık gücümüzün yettiği kadar
seni bahtiyar
kılalım diye.

Devam ediyor bahtiyarlığa doğru gidişin,
devam ediyor hayat.
İçimiz rahat,
gönlümüzde hak edilmiş ekmeğine doymuşluk,
gözümüzde ışığından ayrılmanın kederi,
işte geldik gidiyoruz
şen olasın Halep şehri..."


*
8 Kasım 1945

Uzaktaki şehrimin damları üzerinden
ve Marmara denizinin dibinden geçip
sonbahar topraklarını aşarak
olgun ve ıslak
geldi sesin.
Bu, üç dakikalık bir zamandı.
Sonra, telefon simsiyah kapandı...






CEVİZ AĞACI

Başım köpük köpük bulut, içim dışım deniz,
ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı'nda,
budak budak, şerham şerham ihtiyar bir ceviz.
Ne sen bunun farkındasın, ne polis farkında.

Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı'nda.
Yapraklarım suda balık gibi kıvıl kıvıl.
Yapraklarım ipek mendil gibi tiril tiril,
koparıver, gözlerinin, gülüm, yaşını sil.
Yapraklarım ellerimdir, tam yüz bin elim var,
Yüz bin elle dokunurum sana, İstanbul'a.
Yapraklarım gözlerimdir, şaşarak bakarım.
Yüz bin gözle seyrederim seni, İstanbul'u.
Yüz bin yürek gibi çarpar, çarpar yapraklarım.

Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı'nda.
Ne sen bunun farkındasın, ne polis farkında.



ŞEHİTLER

Şehitler, Kuvâyi Milliye şehitleri,
mezardan çıkmanın vaktidir!
Şehitler, Kuvâyi Milliye şehitleri,
Sakarya'da, İnönü'nde, Afyon'dakiler
Dumlupınar'dakiler de elbet
ve de Aydın'da, Antep'te vurulup düşenler,
siz toprak altında ulu köklerimizsiniz
yatarsınız al kanlar içinde.
Şehitler, Kuvâyi Milliye şehitleri,
siz toprak altında derin uykudayken
düşmanı çağırdılar,
satıldık, uyanın!
Biz toprak üstünde derin uykulardayız,
kalkıp uyandırın bizi!
Uyandırın bizi!
Şehitler, Kuvâyi Milliye şehitleri,
mezardan çıkmanın vaktidir. (1959)

KARIMA MEKTUP

Bir tanem!
Son mektubunda:
"Başım sızlıyor
yüreğim sersem!"
diyorsun.
"Seni asarlarsa
seni kaybedersem;"
diyorsun;
"yaşayamam!"
Yaşarsın karıcığım,
kara bir duman gibi dağılır hatıram rüzgârda;
yaşarsın, kalbimin kızıl saçlı bacısı
en fazla bir yıl sürer
yirminci asırlarda
ölüm acısı.
Ölüm
bir ipte sallanan bir ölü.
Bu ölüme bir türlü
razı olmuyor gönlüm.
Fakat
emin ol ki sevgili;
zavallı bir çingenenin
kıllı, siyah bir örümceğe benzeyen eli
geçirecekse eğer
ipi boğazıma,
mavi gözlerimde korkuyu görmek için
boşuna bakacaklar
Nâzım'a!
Ben,
alaca karanlığında son sabahımın
dostlarımı ve seni göreceğim,
ve yalnız
yarı kalmış bir şarkının acısını
toprağa götüreceğim...
Karım benim!
İyi yürekli,
altın renkli,
gözleri baldan tatlı arım benim;
ne diye yazdım sana
istendiğini idamımın,
daha dava ilk adımında
ve bir şalgam gibi koparmıyorlar
kellesini adamın.
Haydi bunlara boş ver.
Bunlar uzak bir ihtimal.
Paran varsa eğer
bana fanila bir don al,
tuttu bacağımın siyatik ağrısı,
Ve unutma ki
daima iyi şeyler düşünmeli



BU VATANA NASIL KIYDILAR?

İnsan olan vatanını satar mı?
Suyun içip ekmeğin yediniz,
Dünyada vatandan aziz şey var mı?
Beyler bu vatana nasıl kıydınız?

Onu didik didik didiklediler,
saçlarından tutup sürüklediler,
götürüp kâfire: "Buyur..." dediler.
Beyler bu vatana nasıl kıydınız?
Eli kolu zincirlere vuruluş,
vatan çırıl çıplak yere serilmiş.
Oturmuş göğsüne Teksaslı çavuş.
Beyler bu vatana nasıl kıydınız?

Gün gelir çark düzüne çevrilir,
günü gelir hesabınız görülür.
Günü gelir sualiniz sorulur :
Beyler bu vatana nasıl kıydınız?

(1959)

KORE'DE ÖLEN BİR YEDEK SUBAYIMIZIN MENDERES'E SÖYLEDİKLERİ

DİYET

Gözlerinizin ikisi de yerinde, Adnan Bey,
iki gözünüzle bakarsınız,
iki kurnaz,
iki hayın,
ve zeytini yağlı iki gözünüzle
bakarsınız kürsüden Meclis'e kibirli kibirli
ve topraklarına çiftliklerinizin
ve çek defterinize.
Ellerinizin ikisi de yerinde, Adnan Bey,
iki elinizle okşarsınız,
iki tombul,
iki ak,
vıcık vıcık terli iki elinizle
okşarsınız pomadlı saçlarınızı,
dövizlerinizi,
ve memelerini metreslerinizin.
İki bacağınızın ikisi de yerinde, Adnan Bey,
iki bacağınız taşır geniş kalçalarınızı,
iki bacağınızla çıkarsınız huzuruna Eisenhower'in,
ve bütün kaygınız
iki bacağınızın arkadan birleştiği yeri
halkın tekmesinden korumaktır.
Benim gözlerimin ikisi de yok.
Benim ellerimin ikisi de yok.
Benim bacaklarımın ikisi de yok.
Ben yokum.
Beni, Üniversiteli yedek subayı,
Kore'de harcadınız, Adnan Bey.
Elleriniz itti beni ölüme,
vıcık vıcık terli, tombul elleriniz.
Gözleriniz şöyle bir baktı arkamdan
ve ben al kan içinde ölürken
çığlığımı duymamanız için
kaçırdı bacaklarınız sizi arabanıza bindirip.
Ama ben peşinizdeyim, Adnan Bey,
ölüler otomobilden hızlı gider,
kör gözlerim,
kopuk ellerim,
kesik bacaklarımla peşinizdeyim.
Diyetimi istiyorum Adnan Bey,
göze göz,
ele el,
bacağa bacak,
diyetimi istiyorum,
alacağım da.
(25 Haziran 1959)







SALKIMSÖĞÜT

Akıyordu su
gösterip aynasında söğüt ağaçlarını.
Salkımsöğütler yıkıyordu sularda saçlarını!
Yanan yalın kılıçları çarparak söğütlere
koşuyordu kızıl atlılar güneşin battığı yere!


Birdenbire kuş gibi
vurulmuş gibi
kanadından
Yaralı bir atlı yuvarlandı atından!
Bağırmadı,
gidenleri geri çağırmadı,
baktı yalnız dolu gözlerle
uzaklaşan atların parıldayan nallarına!

Ah ne yazık!
Ne yazık ki ona
dört nala giden atların köpüklü boynuna bir daha yatamayacak,
beyaz orduların ardında kılıç oynatamayacak!

Nal sesleri sönüyor perde perde,
Atlılar kayboluyor güneşin batığı yerde!

Atlılar atlılar kızıl atlılar,
atları rüzgâr kanatlılar!
Atları rüzgâr kanat...
Atları rüzgâr.
Atları...
At...
Rüzgâr kanatlı atlılar gibi geçti hayat!
Akar suyun sesi dindi.
Gölgeler gölgelendi
renkler silindi
Siyah örtüler indi
mavi gözlerine
sarktı salkımsöğütler
sarı saçlarının
üzerine!
Ağlama salkımsöğüt
ağlama,
Kara suyun aynasında el bağlama!
el bağlama!














ORKESTRA

Bana bak!
Hey!
Avanak!
Elinden o zırıltıyı bıraksana!
Sana,
üç telinde üç sıska bülbül öten
üç telli saz
yaramaz!
Bana bak!
Hey!
Avanak!
Üç telinde üç sıska bülbül öten
üç telli saz
dağlarla dalgalarla kütleleri
ileri
atlatamaz!

Üç telli saz
yatağını değiştirmek isteyen
nehirlerden:-
köylerden, şehirlerden
aldığı hızla,
milyonlarla ağzı
bir tek
ağızla
güldüremez!
Ağlatamaz!
hey!
hey!
üç telli sazın
üç telinde öten üç sıska bülbül öldü acından.
Onu attım
köşeye!
hey!
hey!
üç telli sazın
ağacından
deli tiryakilere
içi afyon lüleli
bir çubuk
yaptılar!
Hey!
Hey!
Dağlarla dalgalarla, dağ gibi dalgalarla, dalga gibi
dağ-lar-la
başladı orkestram!
Hey!
Hey!
Ağır sesli çekiçler
sağır
örslerin kulağına
Hay-kır-dı!.
Sabanlar güleşiyor tarlalarla,
tarlalarla!
Coştu çalgıcı başı,
esiyor orkestram
dağlarla dalgalarla, dağ gibi dalgalarla, dalga gibi dağ-lar-la.
KURTULUŞ SAVAŞI DESTANI’ndan
….
Dağlarda tek tek ateşler yanıyordu.
Ve yıldızlar öyle ışıltılı, öyle ferahtılar ki kalpaklı adam
Nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden
güzel, rahat günlere inanıyordu ve
gülen bıyıklarıyla duruyordu ki mavzerinin yanında, birdenbire beş adım sağında onu gördü.
Paşalar onun arkasındaydılar.
O, saati sordu.
Paşalar “Üç” dediler.
Sarışın bir kurda benziyordu.
Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı.
Yürüdü uçurumun başına kadar,
eğildi, durdu.
Bıraksalar
ince, uzun bacakları üstünde yaylanarak
ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak
Kocatepe’den Afyon Ovası’na atlayacaktı.
________________________________________

"Trabzon'dan bir motor açılıyor
Sahilde kalabalık!
Motoru taşlıyorlar
Son perdeye başlıyorlar!
Burjuva Kemal'in omzuna binmiş
Kemal kumandanın kordonuna
Kumandan kâhyanın cebine inmiş
Kâhya adamların donuna
Uluyorlar.
Hav.. hav.. hav.. tu
Yoldaş unutma bunu
Burjuva ne zaman aldatsa bizi
Böyle haykırır
Hav.. hav.. hav.. tu"



1883 doğumlu Mustafa Suphi, Paris’te siyaset ve iktisat eğitimi görür, üniversiteyi bitirip Türkiye’ye döndükten sonra siyasal hareketlere katılır. Bu tür etkinlikleri ve Mahmut Şevket Paşa’nın öldürülmesiyle ilgili suçlamalar nedeniyle İttihat ve Terakki idaresince Sinop’a sürülür. Serbest bırakılıp İstanbul’a dönmesinin ardından Rusya’ya gider. İmparatorluğun kurtuluşunun ancak sosyalizmle mümkün olacağı düşüncesiyle TKP’yi kurar ve partinin ilk genel başkanı olur. III. Enternasyonal’de Türk delegasyonunun başkanlığını yapar. Bir an önce Türkiye’ye dönüp Milli Mücadele’ye katılmak ve yeni dönemde sosyalist anlayışı hâkim kılmak istemektedir. Bu amaçla, arkadaşlarıyla önce Bakü’ye gelir. Orada Ankara ile yazışarak Anadolu’ya geçer. Kars’tan Erzurum’a yönelen grup, birden protesto gösterileriyle hatta linç girişimleriyle karşılaşır ve kente sokulmaz. Mustafa Suphi yanındakilerle birlikte Trabzon’a geçer. Trabzon’da ortalık karışır. Bu gelişmeler üzerine Rusya’ya tekrar dönmek için bir motor tutarlar. 39 yaşındaki Mustafa Suphi, Ocak 1921’de Trabzon açıklarında, arkadaşlarıyla birlikte öldürülerek denize atılır. 15 kişinin, yöredeki kayıkçıların kâhyası konumundaki Yahya adlı bir adamın tertibiyle pusuya düşürülüp bıçaklanarak öldürülüşünden Nazım Hikmet büyük bir üzüntü duymuş ve bunu şiirine yansıtmıştır.









MEHMET AKİF ERSOY
(1873- 27 ARALIK 1936)

Mehmet Akif Ersoy, 1873 yılının Aralık ayında, İstanbul’un Fatih ilçesinin Sarıgüzel semtinde doğmuştur. Bir medrese hocası olan babası doğumuna ebced hesabı ile tarih düşerek ona "Rağıyf" adını vermiş, ancak bu yapay kelime anlaşılmadığı için çevresi onu "Âkif" diye çağırmıştır. Babası Arnavutluk'un Şuşise köyündendir, annesi ise aslen Buharalı'dır.

Mehmet Âkif ilköğrenimine Fatih'te Emir Buharî mahalle mektebinde başladı. Maarif Nezareti'ne bağlı iptidaîyi ve Fatih Merkez Rüştiyesi'ni bitirdi. Bunun yanı sıra Arapça ve İslami bilgiler alanında babası tarafından yetiştirildi. Rüştiye'de hürriyetçi öğretmenlerinden etkilendi. Fatih Camii'nde İran edebiyatının klasik eserlerini okutan Esad Dede'nin derslerini izledi.

Mekteb-i Mülkiye'nin idadi (lise) bölümünde okurken şiirle uğraştı. Edebiyat hocası İsmail Safa'nın izinden giderek yazdığı mesnevileri şair Hersekli Arif Hikmet Bey övgüyle karşıladı.

Babasının ölümü ve evlerinin yanması üzerine mezunlarına memuriyet verilen bir yüksekokul seçmek zorunda kaldı. 1889'da girdiği Mülkiye Baytar Mektebi'ni 1893'te birincilikle bitirdi. Türkçe, Arapça, Farsça ve Fransızca bilgisiyle çevresindekilerin dikkati çekti. Akif; Arapça, Farsça ve Fransızcayı, edebiyatlarını takip edecek ve tercümeler yapacak kadar iyi öğrenmiştir. Mehmet Akif, aynı zamanda çeşitli sporlarla ilgilenmiş; güreş, gülle atma; ata binme ve yüzme sporlarında oldukça başarılı olmuştur.

Ziraat Vekâleti Baytarlık Şubesinde göreve başladı. İlk dört sene Rumeli, Anadolu ve Arap bölgelerinde dolaşarak baytarlık yaptı. Yirmi yıllık bir memuriyetten sonra istifa etti.
Bu seyahatler Akif’in gözlem gücünü, toplumu daha yakından tanımasını sağlamış olmalıdır. Akif bu dönemdeki gözlemlerini şiirlerinde son derece gerçekçi bir şekilde kullanır. Yine bu ve bundan sonraki seyahatler Akif’in hem düşünce tarzını hem de şiir anlayışını temellendirir.

Öğretmenlik hayatına 1906’da Halkalı Baytar Mektebi’ne “kitâbet-i resmiye” (resmî yazışma usulü) dersi muallimliği ile başladı. 1908’den sonra ise Edebiyat Fakültesi ile Dârü’l-Hilâfe Medresesi’nde “Osmanlı Edebiyatı” müderrisliğinde bulundu.

İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne girdiyse de cemiyetin bütün emirlerine değil, sadece olumlu bulduğu emirlerine uyacağına dair ant içti. I.Dünya Savaşı sırasında istihbarat teşkilatı Teşkilât-ı Mahsusa tarafından Berlin'e gönderildi. Burada Almanların eline esir düşmüş Müslümanlar için kurulan kampta incelemeler yaptı. Çanakkale Savaşı'nın akışını Berlin'e ulaşan haberlerden izledi.

Yine Teşkilât-ı Mahsusa'nın bir görevlisi olarak çöl yoluyla Necid'e ve savaşın son yılında Lübnan'a gitti. Dönüşünde yeni kurulan Dâr’ül-Hikmetü’l-İslâmiye adlı kuruluşun başkâtipliğine getirildi.

Savaş sonrasında Anadolu'da başlayan direniş hareketini desteklemek üzere Balıkesir'de etkili bir konuşma yaptı. Bunun üzerine 1920'de Dârü’l-Hikmet'deki görevinden alındı. İstanbul Hükümeti Anadolu'daki direnişçileri yasa dışı ilan edince Sebillürreşad dergisi Kastamonu'da yayımlanmaya başladı ve Mehmet Âkif bu vilayette Milli Mücadele hareketine katkısını hızlandıran çalışmalarını sürdürdü.

Birinci Millet Meclisi’nde Burdur milletvekili olarak görev aldı. Mısır’da Kahire Üniversitesi’nde Türkçe hocalığı yaptı (1929–1936).

Akif’in hemen hiçbir dönemde siyasetle doğrudan ilişkisi olmamakla beraber toplumsal sorunlarla ciddi ve yoğun bir ilgisi olmuştur. Dönemin bütün aydınları gibi çöküş şartlarının yol açtığı acıları derin bir şekilde yüreğinde hissediyor ve bir çıkış yolu arıyordu.


Mütareke devrinde Sebilürreşad’da yazdığı yazılarla Millî Mücadeleyi destekledi. Bazı kaynaklarda aktarıldığına göre, Millî Mücadelenin Ankara etrafında güçlenmeye başladığı zamanlarda, Akif’i yürüyüşünden asker olduğu anlaşılan sivil giyimli birisi Çengelköy’deki evinde ziyaret eder. 25 dakika süren bu görüşmeden sonra Akif düşünceli bir hâl alır. Dört gün sonra arkadaşı Eşref Edip’i Sebilürreşad idarehanesinde bir kenara çekerek kendisinin Ankara’dan çağrıldığını söyler ve “Mutlaka gitmeliyim.” diyerek veda eder.

Büyük Millet Meclisi’nin açılışının ertesi günü, 24 Nisan 1920’de Ankara’ya gitmiş, yaptığı çeşitli konuşmalarla Millî Mücadeleye destek vermiştir. Ardından Eskişehir, Konya, Kastamonu, Burdur, Sandıklı, Dinar, Afyon, Antalya ve çevrelerini dolaşmış, halkı ciddi olarak bilgilendirmiş, böylece millî bilincin gelişmesini sağlamıştır.

Kurtuluş Savaşı, yalnızca bir Türk-Yunan savaşı değildir. Yayılmacı güçler Anadolu’yu paylaşmaya girişmişti. Düzenli ordu kurmak kolay olmadı. Düzenli ordudan kopan dağınık güçler vardı. İç isyanlar, asker kaçakları millî güçleri uğraştıran olaylardı. Üstelik bir de Halife Ordusu vardı. Bütün bu oluşumlar, Kuvayi Milliye’nin birkaç cephede çarpışması gerektiğini düşündürüyordu. Daha önemlisi Anadolu’da bir “tefrika” anlayışı vardı. Bu “tefrika” anlayışı Kuvayı Milliye’nin başarıya ulaşmasındaki en büyük engeldi. İşte Mehmet Akif’in Kurtuluş Savaşı’ndaki en büyük hizmeti, bu “tefrika” anlayışının düzeltilmesi için, ünlü camilerde yaptığı konuşmalardır. Mehmet Akif gerek Zağanos Paşa, gerek Nasrullah Camisi kürsüsünden Anadolu insanını birliğe çağırıyordu. Birliğin önemini belirten ayetleri yorumluyor, konuşmalarını şiirleriyle daha etkili hâle getiriyordu:

Girmeden tefrika bir millete düşman giremez
Toplu vurdukça yürekler onu top sindiremez

Şu vahdet tarumar olsun deyip saldırma İslam’a
Uzaklaşsan da imandan, cemaatten uzaklaşma.
Cemaatten uzaklaşmak, uzaklaşmaktır Allah’tan.

Mehmet Akif’in Nasrullah kürsüsünde okuduğu hutbe öylesine etkili olmuştu ki, Mustafa Kemal Paşa bu konuşmanın çoğaltılarak bütün camilerde okutulmasını istemişti. Anadolu birliğinin sağlanmasına yardımcı olduğu için Mustafa Kemal Paşa Mehmet Akif’i kutlamıştır.

Mehmet Akif’in Burdur’dan mebus seçilmesine, Mustafa Kemal Paşa’nın Akif Bey’i istemesi sebep olmuştur. Ankara’ya 24 Nisan’da gelmiş olan Akif Bey’in seçilmesi, Paşa’nın 29 Nisan 1920 tarihli bir telgrafı ile Burdur’un bağlı bulunduğu Konya vilâyetinin vali vekili ve kolordu kumandanı olan Albay Fahreddin (Altay) Bey’e bildirilmiştir. Burada yapılan seçim sonucunda en fazla oyu Akif Bey almıştır. Bu sırada Sebîlü’r-Reşad’ın üç sayısı da Kastamonu’da yayınlanmış ve kendisinin çok önemli olan konuşmalarının bulunduğu bu dergi sayıları, binlerce nüsha bastırılarak Anadolu’ya ve cephelere dağıtılmış; camilerde, derneklerde ve askerî birliklerde okutulmuştur. Mehmet Akif’in bu konuşmaları, İstiklal Savaşı’mızın niçin, nasıl ve hangi amaçlarla yapıldığını, ilk defa ve içinde yaşayarak anlatan en önemli ve çok kıymetli, tarihî belgelerdir.

İşte İstiklal Marşı da bu günlerin hatırasıdır. Bizde bir millî marşa duyulan ihtiyaç 1920 yılı sonlarında Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Reisliği tarafından ortaya kondu. Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Reisi İsmet Bey, zamanın Maarif Nazırı Rıza Nur’u makamında ziyaret ederek millî azim ve imanı besleyecek bir marşın yazılmasını ordu adına teklif etti. Maarif Vekâleti 7 Kasım 1920’de basın yolu ile konu hakkında bir yarışma açıldığını bütün yurda duyurdu. Birinciliği kazanacak şaire 500 TL mükâfat verilecekti.

“Bir gün Orta Tedrisat Müdürü odasında çalışıyordum. Kalpağımı masanın bir kenarına koymuştum. Kapı açıldı. İçeriye kısa boylu bir Erkânı Harbiye Albayı girdi. Onu görünce ayağa kalktım, kalpağımı giydim. ‘Buyurunuz’ dedim. Bu zat ‘Ben, Garp Cephesi Erkânı Harbiye Reisi İsmet’ dedi. Kendisini masamın önündeki iskemleye buyur ettim, oturdu. ‘Beni size Dr. Rıza Nur Bey gönderdi. Orduca karar verdik. Bir İstiklal Marşı istiyoruz. Bunun güftesini ve bestesini ayrı müsabakaya korsunuz. Her birini kazanana beşer yüz lira vereceğiz’ dedi. Emirlerini hemen yapacağımı söyledim. O da kalktı gitti.” ( Kazım Nami Duru)

Yarışmaya katılacak şiirlerin 21 Aralık 1920 tarihine kadar Maarif Vekâletine gelmesi gerekiyordu. Gelen şiirler 23 Aralık’tan itibaren Vekâlette kurulmuş bir komisyon tarafından incelenecekti.

Yarışmaya katılım büyük oldu. Mecliste devrin pek büyük ünlü edibi ve şairi vardı. Bunlardan bazıları da yarışmaya katıldılar. Hatta Şark Fatihi olarak isim yapan Kâzım Karabekir Paşa dahi yarışmaya katılmıştı. Yarışmaya 724 şiir geldi. Ancak bunlardan hiçbiri komisyon tarafından beğenilmedi.

Bu arada Mehmet Akif’in millî bir destan olabilecek bir şiir üzerinde çalıştığı etrafa yayılmıştı. Akif, meclisin oturum dışı saatlerinde, loş köşelerde, Tacettin Dergâhı’nın uykusuz geçen saatlerinde avucunun içine aldığı küçük kâğıt parçalarına İstiklâl Marşı isimli şiirinin ilk şekillerini karalıyordu. Ancak, şiirini yarışmaya katmayacağı da ağızdan ağza söyleniyordu. Bunun sebebi yarışmaya konan mükâfattı.

Ancak Mustafa Kemal Paşa başta olmak üzere pek çok milletvekili Mehmet Akif’in yarışmaya katılmasını, hatta millî marşı onun yazmasını istiyordu. Çünkü Türk’ün irade ve imanını ancak onun anlatabileceği inancı yaygındı.

Mehmet Akif, marşın mükâfatlı olmasından dolayı müsabakaya katılmamıştı. Zamanın Maarif Vekili Hamdullah Suphi böyle bir marşın ancak, Safahat nâzımı şair Mehmet Akif tarafından yazılabileceğine inanmış ve 5 Şubat 1337, Milâdî 1921 tarihinde şu mektubu kendisine yazmıştır:


Pek Aziz ve Muhterem Efendim,

İstiklâl Marşı için açılan müsabakaya iştirak buyurmamaklarındaki sebebin izalesi için pek çok tedbirler vardır Zât-ı üstadânelerinin matlûb şiiri vücûda getirmeleri maksadın husûli için son çâre olarak kalmıştır. Asil endişenizin icap ettiği ne varsa hepsini yaparız. Memleketi bu müessir telkin ve tehyiç vasıtalarından mahrum bırakmamanızı rica ve bu vesile ile en derin hürmet ve muhabbeti arz ve tekrar eylerim.'


Bunun üzerine Mehmet Akif Bey: `Ben meb’usum, müsabakaya iştirak etmem; ayrıca yazarım.’ diyerek teklifi kabul edip ikâmet etmekte olduğu Taceddin Dergâhı’nda, `Kahraman Ordumuza` ithaf ettiği İstiklal Marşı’nı yazdı.

Bütün dostları Akif’in marşı yazıp bitirene kadar, adeta bir kendinden geçme, başka şeylerle ilgilenmeme hâli yaşadığını nakletmektedirler. O günlerde Taceddin Dergâhı’nın odalarından birinde kalan Konya milletvekili Hafız Bekir Efendi’nin Tarihçi Cemal Kutay’a anlattığına göre Akif bir gece birden uyanır, kâğıt arar, bulamayınca kurşun kalemiyle yer yatağının sağındaki duvara marşın “Ben ezelden beridir hür yaşadım hür yaşarım” mısrasıyla başlayan kıtasını yazar. Hafız Bekir Efendi, sabahleyin kalktığında oda komşusu Akif’i duvardaki yazıyı çakısıyla kazırken gördüğünü anlatmış.

Mehmet Akif “İstiklal Marşı”nı yazarken daha Sakarya Meydan Savaşı kazanılmamıştı. Kurtuluş Savaşı’nın nasıl sona ereceği belirsizdi.

Hamdullah Suphi Bey’in mektubunun üzerinden bir ay bile geçmeden milletin istediği İstiklâl Marşı yazılmış ve kahraman orduya ithaf olunmuştu.
İstiklal Marşı ilk kez 17 Şubat 1921 tarihli Sebilürreşad’da, 21 Şubat’ta da Kastamonu’daki Açık Söz gazetesinde yayımlanmıştır.


Marş, Maarif Vekili Hamdullah Suphi ve arkadaşları tarafından çok beğenilmişti. Bu sıralarda Maarif Vekâletince seçilen diğer 6 marş da Büyük Millet Meclisi'ne getirilmişti.

Hamdullah Suphi Bey diyor ki:

“Maarif Vekili imzasıyla ordu komutanlıklarına bir yazı yazarak Akif’inki de içinde olmak üzere 6 marşı gönderdim ve komutanlara dedim ki askerinizi toplayarak her bir marşı ayrı ayrı okuyunuz. Hangisinin asker üzerinde daha derin bir heyecan ve coşkunluk doğurduğunu gözlerseniz bunu kendi değerlendirmenizi de katarak tez elden bildiriniz. Ordulardan gelen övücü mektuplardan edindiğim izlenim, Akif’in yazdığı marşın aradığımız eser olduğuna dair kanaatimi kuvvetlendirdi. Bunun üzerine kararımı verdim. Mecliste önce Akif’in şiirini okuyacaktım.”

TBMM’nin 26 Şubat 1921 tarihli toplantısında millî marş konusu ele alındı. Şiirleri incelemek üzere bir komisyon kuruldu. Komisyon, 724 şiir arasından seçilen 7 şiirin Meclis kürsüsünden okunmasına karar verdi.
Marşlardan birinin okunması için Meclis Reisi Mustafa Kemal Paşa tarafından, Hamdullah Suphi Bey kürsüye davet edilmiş ve özetle şöyle konuşmuştur:

—Arkadaşlar, hatırlarsanız, Maarif Vekâleti son mücadelemizin ruhunu terennüm edecek bir marş için şairlerimize müracaat etmiştir. Birçok şiir geldi, burada yedi tanesi en fazla vasfı hâiz olarak görülmüş ve seçilmiştir.

Hamdullah Suphi, Mehmet Akif’ten bir marş yazmasını rica ettiğini, marşın yazıldığını, beğenildiğini söylemiş ve son kararın Meclis'e ait olduğunu da sözlerine ilâve etmiştir.
1 Mart 1921 tarihli, Mustafa Kemal Paşa’nın başkanlık ettiği bu oturumda, Hasan Basri Bey’in bir takriri üzerine şiirlerin okunmasına Akif’in şiiri ile başlandı. Daha ilk mısra büyük bir alkış tufanı ile karşılandı. Şiirin her mısrası coşkun alkışlarla karşılandı. Nafıa Vekili İsmail Fazıl Paşa’nın isteği kabul edilerek şiir dört defa ve her defası da büyük heyecan ve alkışlar arasında okundu. Kalan 6 şiirin okunmasından, meclis kararı ile vazgeçildi. Türk’ün irade ve inancını dile getiren şiir bulunmuştu.

12 Mart 1921 tarihli oturumda bu şiirin millî marş olarak kabulü oylandı ve kabul edildi.
Kırşehir Mebusu Müfit Efendi, bu marşın, Hamdullah Suphi Bey tarafından kürsüde tekrar okunmasını Konya Mebusu Refik Koraltan da milletin ruhuna tercüman olan işbu İstiklâl Marşı’nın ayakta dinlenmesini teklif etmiştir. Bunun üzerine 12 Mart 1337 (1921)'de kabul edilen ve kanunlaşan İstiklâl Marşı tekrar Hamdullah Suphi tarafından okunmuş ve marş ayakta dinlenmiştir. Bu sırada Kırşehir mebusu Yahya Galip, Akif’in bizzat kürsüye çıkıp şiiri kendisinin okuması yolunda bir önerge vermiştir. Etraflarına bakınanlar bir sıranın boş kaldığını gördüler. Akif bir sis gibi aralarından geçip kendisini Ankara’nın çamurlu sokaklarına atmıştır çoktan.

TBMM’nin İlk Başkanı ve İstiklal Savaşı Başkomutanı Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın TBMM’de "İstiklal Marşı" müzakereleri sırasında yaptığı tespit bugün için de önemli ve dikkat çekicidir:

"Bu marşın istiklal davamızı anlatış cihetinden büyük bir manası vardır. Benim en beğendiğim parçası da budur:

Hakkıdır hür yaşamış bayrağımın hürriyet,
Hakkıdır Hakk’a tapan milletimin istiklal.

Benim bu milletten daima hatırlanmasını istediğim vecizeler işte bunlardır."


Marşın kabulünden sonra Meclis Muhasebecisi Necmeddin Bey, kanunen müsabakayı kazanana verilecek olan 500 lira nakdi mükâfatı getirdi ise de Akif Bey:`Ben müsabakaya girmedim; bu para bana ait değildir.’ diye reddetti. Fakat muhasebecinin “Kanun metninde mükâfatın, kazanana verileceği yazılıdır. Sizin marşınız kabul edilmiştir; bu para sizindir; meclis kasasında kalamaz. Siz usulen teslim alın, sonra istediğinizi yaparsınız.” diye ısrar etmesi üzerine Akif Bey, parayı aldı. 21 Mart 1921 tarihli Hâkimiyet-i Milliye ve 25 Mart 1921 tarihli Açıksöz(Kastamonu) gazetesindeki haberlere göre Akif bu parayı şehit ailelerine, şehit çocuklarına ve fakir kadınlara iş öğreterek onların yoksulluklarına son vermek amacıyla kurulan Darü’l- Mesai adlı kuruma bağışlamıştır.

Akif, ölümünden altı ay evvel, hasta yatağında yorgun argın yatarken Feridun Kantemir’in “İstiklal Marşı’nı nasıl yazdınız?” sorusunu şöyle cevaplıyor:

Ankara... Yarabbi, ne heyecanlı günler geçirmiştik. Hele Bursa’nın düştüğü gün. Ya Sakarya günleri... Fakat bir gün bile ümidimizi kaybetmedik, asla yeise düşmedik. Zaten başka türlü çalışılabilir miydi? Ne topumuz vardı, ne tüfeğimiz. Fakat imanımız büyüktü.

Doğacaktır sana vadettiği günler Hakkın
Kim bilir belki yarın belki yarından da yakın

Bu, ümitle imanla yazılır. O zamanı düşünün. İmanım olmasaydı yazabilir miydim? Zaten ben, başka türlü düşünüp başka türlü yazanlardan değilim. Bu, elimden gelmez. İçimde ne varsa bütün duygularım yazılarımdadır.

Şu var ki İstiklal Marşı’nın şiir olmak üzere bir kıymeti yoktur, ancak tarihî bir değeri vardır. Bin bir fecayi karşısında bunalan ruhların ızdıraplar içinde halas dakikalarını beklediği bir zamanda yazılan bu marş, o günlerin kıymetli bir hatırasıdır. O şiir, o günkü heyecanın bir ifadesidir. O şiir bir daha yazılamaz. Onu kimse yazamaz. Onu ben de yazamam. Onu yazmak için, o günleri görmek, o günleri yaşamak lâzım. O şiir artık benim değildir. O milletin malıdır. Benim milletime karşı en kıymetli hediyem budur.”


Akif’in yakın arkadaşlarından, Millî Mücadele sırasında Ankara Baytar Müdürlüğünde bulunmuş olan bir zat Şefik Bey, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi konferans salonundaki bir konuşmasında şöyle anlatır:

Mehmet Akif’in giyecek bir paltosu yoktu. Taceddin Dergâhı’ndan Büyük Millet Meclisi'ne kadar paltosuz olarak yaya giderdi. O zamanlar Ankara'nın soğuğu çok şiddetli idi. Ben daireme gelir, paltomu Mehmet Akif’e gönderirdim. O da giyer Meclise giderdi, İstiklâl Marşı için verilen parayı geri vermesinden dolayı kendisine, “Mehmet Akif, üzerinde bir palton yok, verilen parayı da almazsın!” dedim. Bunun üzerine, bana darıldı, paltomu da kabul etmedi. O soğuklarda paltosuz olarak Büyük Millet Meclisine gitti, geldi.

Mehmet Akif Türk şiirinin Mimar Sinan’ıdır, İstiklal Marşı da Selimiye’sidir.


Nazım Hikmet’in “Kuvayi Milliye” destanında Akif ve İstiklal Marşı şöyle yer bulur:

Bizim İstiklâl Marşı'nda aksayan bir taraf var
bilmem ki, nasıl anlatsam
Âkif, inanmış adam, büyük şair
fakat onun
inandıklarının hepsine inanmıyorum.
Meselâ, bakın: ‘Gelecektir sana vaat ettiği günler Hakkın.’
Hayır,
gelecek günler için
gökten âyet inmedi bize.
Onu biz, kendimiz
vaat ettik kendimize
Bir şarkı istiyorum
zaferden sonrasına dair.
‘Kim bilir belki yarın...’”


İstiklal marşlarının değeri mükemmeliyetlerinde değil tarihîliklerindedir. Tarihîliğin özelliği bir kere oluşu ve tekrarlanamamasıdır.

İstiklâl Marşı, bir milletin millî ve dinî irade ve imanını ebediyen ayakta tutacak ve besleyecek kudrette bir dil abidesidir. Türk milletinin vicdanına onun kadar yakışan bir başka şiirimiz yok gibidir.

İstiklâl Marşı yazıldığı sıralarda Anadolu’nun birçok şehri işgal altındaydı. Tarih boyunca devletsiz yaşamamış milletimizin istiklâl ve istikbali tehlikedeydi. Ülkenin ufukları kapkaranlıktı. İşte Mehmet Akif’in İstiklâl Marşı ile yükselen sesi, vatan semalarında böyle bir zamanda yankılandı.

Korkma! Sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak!

Burada korkmak fiili, hiçbir zaman ürkmek, çekinmek, hatta canından dolayı kaygı duymak manalarını taşımaz. Vatan ve istiklâl için milletçe duyulan asil endişeye bir cevap ve çıkış yolu teşkil eder.

İstiklâl Marşı, milletimizin, tarih boyunca bağlandığı ve yaşattığı değerleri, baştan sona kadar derin bir şiir örgüsü içinde işler. Bu değerlerden ilki İSTİKLAL’dir. İstiklal’in sembolü ise al sancaktır. Al sancak, bacası tüten son ocak kalıncaya kadar dalgalanacaktır.

İkinci ve çok önemli duygu da HAK(Allah, adalet ve hak). Akif, istiklalle Allah’a tapma arasında bağ kurar.

Hakkıdır, Hakk’a tapan milletimin istiklâl

İstiklâl Marşı’nda üzerinde önemle durulan bir başka sosyal değer de HÜRRİYET’tir.

Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım.
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!
Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner, aşarım.
Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım.

Bütün şiirin en heyecanlı bölümü olarak gösterebileceğimiz bu kıtada sadece şiirin tonalitesi yükselmez, aynı zamanda güzel bir çağrışımla Oğuz Kağan Destanı ile Ergenekon Destanı birlikte hatırlanır. Şiir tam bir tarihî derinlik kazanır.

Akif, dördüncü kıtada sömürgeci Batıya karşı çıkar. Batının maddî medeniyetinin saldırısını iman dolu göğsü ile durdurabileceğini söyler:

Garbın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar,
Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var
Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar,
“Medeniyyet!” dediğin tek dişi kalmış canavar?

Bu son iki mısraın manası “Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar, bırak ulusun dursun, merak etme, o canavar, böyle bir imanı boğamaz” şeklindedir.
Bu kıtadan hareket ederek Akif’i medeniyet düşmanı göstermek isteyenler olmuştur. Oysa Akif, burada sömürgeci Batı medeniyetine karşı çıkmaktadır. Asıl metinde medeniyet kelimesi tırnak içine alınmış ve özel mana belirtilmiştir.

O zamanki İngiliz Başbakanı Lloyd George’un Avam Kamarasında yaptığı konuşmaya bir atıfta bulunulmuştur:

“Yunan ordusu Anadolu’ya medeniyet götürüyor. Yunan kuvvetleri kendisinden beklenileni yapmıştır.”

İstiklal Marşı’ndaki bir önemli kavram da “VATAN”dır.

Bastığın yerleri toprak diyerek geçme tanı
Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı
Sen şehit oğlusun incitme yazıktır atanı
Verme dünyaları alsan da bu cennet vatanı


İstiklâl Marşı’nın altıncı ve yedinci kıtaları, özellikle yedinci kıtanın

Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda?
Şüheda fışkıracak toprağı sıksan, şüheda!

mısraları, son dokuz asrın Türk tarihinin ve Anadolu coğrafyasının vatan oluş şeklinin ifadesidir.
İstiklâl Marşı’nın dokuz kıtası art arda çeşitli maddî ve manevî değerlerle zenginleşerek gittikçe artan bir frekansla, istiklâle yürüyüşü dile getirir.

Onuncu kıtası ise daha önce işaret edilen bütün değer sistemlerini de tekrarlayarak tam bir final mükemmeliyetine ulaşır.

Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilâl!
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helâl.
Ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl:
Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet;
Hakkıdır, Hakk’a tapan, milletimin istiklâl!


İstiklâl Savaşı kazanıldıktan sonra İstanbul’a dönen Mehmet Akif, 1923 ve 1924 yıllarının kış aylarını Kahire’de geçirdikten sonra, 1925 yılı sonundan itibaren temelli olarak Mısır’a gitmiş, 17 Haziran 1936 tarihine kadar, on buçuk sene orada kalmıştır.

Akif’in Mısır'da kalmasını şapka giymemek gibi bir nedene bağlayanlar olsa da Akif ne şapka, ne fes derdindeydi. İslam’a yeni bir düzenleme içinde bakan bir bilge-şair için biçim anlayışları hiç de önemli değildi. O, yaşanmış, halen yaşayan, yaşanacak olan bir uygarlığın adamı ve şairiydi.

Millî Mücadele'den ve Cumhuriyetin ilanından sonra Akif iki türlü hayal kırıklığına uğrar. Biri yanlış anlaşılmanın yol açtığı hayal kırıklığı, diğeri şahsının hedef haline getirilmesi. Saldırılar "Bir çöl bedevisinin peşinden giden adam", "Sen git de kumda oyna" gibi, Şukufe Nihal, Agâh Sırrı Levent ve Hasan Ali Yücel gibi isimlerin "ülkenin Akif’e ihtiyacı yoktur" türünden iddiaları ve bu iddiaların oluşturduğu güvensizlik. Üstelik kendisinin içinde yer aldığı Birinci Meclis'teki birinci grup ani bir seçimle tasfiye edilmiş, can dostu Trabzon mebusu Ali Şükrü Bey Meclis'te Topal Osman tarafından öldürülmüş, Sebilürreşad kapatılmış. Eşref Edip İstiklal Mahkemelerinde yargılanmıştır.

Çanakkale Zaferi'nin yıldönümünde dönemin ünlü şairlerinden biri "Çanakkale ile ilgili en güzel şiiri Türk olmayan biri yazmıştır, çaresiz onu okuyacağım" diyerek Akif'in Çanakkale Şehitlerine şiirini okur. Bunu duyan Akif, çocuklar gibi hıçkırarak ağlar.

1925 yılında, Maarif Vekâleti’ne bağlı Hars (Kültür) Müdürlüğü, Mehmet Akif’in şiiri, “Batı’yı çok fazla yerdiği, manevi unsurlar ağır bastığı ve Atatürk’ten bahsetmediği” için yeni bir güfte yarışması açar. Dönemin gazetelerinde bu yarışmanın şartları, katılanlar gibi konulara dair bilgi bulmak mümkünken, sonuç hakkında bir bilgi yok. Benzer bir girişimin 1930’da da yapıldığı biliniyor ama sonuçta Mehmet Akif’in güftesi ile devam edilir.

Vatanı için canını vermekte bir an bile tereddüt etmeyen bir ruh, birden kendisini ülkesine problem olan bir insan gibi hissetmeye başlar. Ankara'dan İstanbul’ a gider. Sosyal ve siyasal rüzgârların kendisi ve değerleri aleyhinde estiği düşüncesine kapılır. Kendi yurdunda emekli bile olamamış, geçim sıkıntısı çekmeye başlamıştı. Büyük ısrarlarla kendisine verilen Kur'an tercümesi için ve Abbas Halim Paşa'nın çağrısı üzerine Mısır'a gider. Hilvan’da kendisine tahsis edilen bir köşke yerleşmişti. Bir yandan Kahire’de, “El-Camiatül-Mısriyye” üniversitesinde Türkçe dersleri veriyor, bir yandan Kuran’ı Türkçeye çeviriyordu. Bu gidiş yanlış anlaşıldığına inanan bir adamın gönüllü sürgünü gibidir. Mısır, Akif için kırgınlık, hüzün, yakıcı ve derin bir hasret ve yalnızlık demektir. Bütün hizmetlerine ve fedakârlığına rağmen dışlanan ve yanlış anlaşıldığına inanan bir yüreğin burukluğu ve Türkçe sevdalısı bir şairin güzel dilinden uzak kalma hasreti demekti.

Akif, tam on bir yıl bu hasretle ve hüzünle yaşadı. Mısır'da hep yalnız ve yaralıydı. Bu hasretle Kahire'ye indiğinde hep Hacı Bekir acentesine uğruyor, birkaç kelime konuştuktan sonra bir köşede dakikalarca oturuyor; çünkü burası onun gözünde on sekiz milyon Türk’le görüştüğü yerdir. Bu Hacı Bekir kutuları, bu güzel Türkçe, bu dükkân vatandır.

1936 Haziran’ında Türkiye'ye gitmek üzere vapurla yola çıkar. Mithat Cemal, Akif'i karşılayanlar arasındadır ve o günü şöyle anlatır:

Beyaz bir vapur Galata rıhtımına yanaştı. Vapurun merdiveninden inen şapkalı iskeletin kim olduğunu, kolunda refikası (hanımı) İsmet Hanımı görerek tanıdım. “Eyvah!” dedim. O gür sesli, yüzünden sıhhat fışkıran koca Akif gitmiş, yerine hastalığın ve hasretin erittiği, yaşadığından çok daha fazla yaşlanmış, görünüşü dostlarını bile sarsan, gözleri tevekkülle yuvalarına çekilmiş, kaderini ve akıbetini bilgece kabullenmiş bir ihtiyar gelmişti.

Akif, İstanbul’da tedavi olmuşsa da iyileşememiş ve 27 Aralık 1936 tarihinde saat 19.45’te Beyoğlu’ndaki Mısır Apartmanı’nda vefat etmiştir.

Cenazesi Beyazıt Camii’ne getiriliyor. Avlu bomboş. Hamalların taşıyarak Beyazıt Camii’ ne getirdikleri kırık dökük tabutu, daha sonra üniversite gençleri teslim almış. Oradan geçen Askeri Tıbbiye öğrencilerinden merhum Fethi Tevetoğlu yanındaki hamala “Kimin cenazesi, kim bu kimsesiz insan?” diye soruyor. Hamalın cevabı yumruk gibi: “Şair miymiş ne… Adı da Mehmet Akif’miş galiba!”

Daha sonra Samsun Senatörü seçilen Fethi Bey, askerî yurda koşuyor genç adımlarla. Büyük bir kalabalık coşkuyla dönüyor Beyazıt Camii’ne. Emin Efendi Lokantası’nın Sahibi Mahir Bey’ den aldıkları Türk bayrağına sardıkları tabutu, törenle Edirnekapı’ya kadar bir miting heyecanıyla götürüp Mehmet Akif’i defnetmişler.

Doğu ve Batı musikisine ciddi derecede ilgi duyan, ney üfleyen, yüzme, taş atma (bir çeşit gülle atma), güreş ve uzun yürüyüş gibi sporlara meraklı, hoşsohbet, çevresindekilerle şakalaşmayı seven, zeki ve nüktedan bir insan olan Mehmet Âkif, kendisini yakından tanıyan dostları arasında verdiği sözleri her şartta tutmasıyla tanınan bir kişidir. Nitekim Baytar Mektebi’nde okurken bir arkadaşı ile birinin önce ölmesi halinde diğerinin onun çocuklarına bakacağına dair sözleşmeleri buna örnektir. Yirmi yıl sonra Âkif, geçim sıkıntısı içindeyken bile sözüne sadık kalarak vefat eden arkadaşının çocuklarını evine almış ve kendi evlâtlarıyla birlikte okutup yetiştirmiştir. Ayrıca yazdıklarıyla hayatı arasında tam bir uyum vardır ve buna aykırı davranışları affetmeyen bir karakter âbidesi olarak bilinir. Mehmed Âkif’in, şiirini ve sanatını çok takdir etmesine rağmen daha sonra “Târîh-i Kadîm” ve “Târîh-i Kadîm’e Zeyl” manzumeleriyle dinî ve insanî değerlere saldıran Tevfik Fikret’i, “Berlin Hâtıraları”nın doksan sekiz mısralık bölümünde şiddetle eleştirmekten çekinmemesi de bu özelliğinin açık bir göstergesidir.

Musikiyle yakın ilgisi olan Mehmet Âkif’in bazı şiirleri sanatkâr dostları tarafından bestelenmiştir. Ali Rıfat Çağatay, Zeki Üngör, Ahmet Yekta Madran, Muallim İsmail Hakkı, M. Zâti Arca, Kâzım Uz, Mustafa Sunar, İsmail Zühtü tarafından bestelenen “İstiklâl Marşı”nın dışında Ali Rıfat Çağatay “Ordunun Duası”, “Köse İmam”, “Bülbül”; Sadettin Kaynak “Çanakkale Şehitlerine”; Şerif İçli “Ezelden Âşinanım”; Ali Nihat Karamemişoğlu “Lâmekânlarda mısın?”; Ali Kemal Belviranlı “Allah’a Dayan Sa‘ye Sarıl” gibi manzumelerini bestelemiştir.


MEHMET AKİF ERSOY’UN ŞİİRLERİ

Ölen insan mıdır ondan kalacak şey eseri
Bir eşek göçtü mü ondan da nihayet semeri

“SAFAHAT”ın özelliği, Anadolu gerçeğini İslam töresine göre yorumlamasıdır. Gerek “Süleymaniye Kürsüsünde” ile “Fatih Kürsüsü’nde”, gerek “Hakkın Sesleri” kitaplarında ayetlere, güncel koşullara göre açıklamalar getirerek insanları bilinçlendirmek istemiştir.

Doğrudan doğruya Kuran’dan alıp ilhamı
Asrın idrakine söyletmeliyiz İslam’ı

İslam’ın çağdaş anlayış içinde yorumlanması demek, yeniliklere açık bir din olduğuna inanmak demektir. Akif, önce bir “ahlak adamı” olarak bu gerçeğe inanıyordu. Ama yozlaşan İslam anlayışının bu ahlakı geliştirmediğine inanan Mehmet Akif, şöyle seslenmek gereğini duyacaktır:

Müslümanlık nerde, bizden geçmiş insanlık bile
Âdem aldatmaksa maksat, aldanan yok, nafile

Kaç hakiki Müslüman gördümse hep makberdedir
Müslümanlık, bilmem amma galiba göklerdedir

Mehmed Âkif'in "Safahat" adlı kitabının başına koyduğu on beyitlik manzûme, genç Âsımlar için büyük bir önemi hâizdir. Safahat'ın başındaki "Safahat Okuyucusuna" başlıklı beyitler şöyledir:

Bana sor sevgili kâri', sana ben söyleyeyim,
Ne hüviyyette şu karşında duran eş'ârım:
Bir yığın söz ki, samîmiyyeti ancak hüneri;
Ne tasannu' bilirim, çünkü ne san'atkârım.
Şi'r için "gözyaşı" derler; onu bilmem, yalnız,
Aczimin giryesidir bence bütün âsârım!
Ağlarım, ağlatamam; hissederim, söyleyemem;
Dili yok kalbimin, ondan ne kadar bîzârım!
Oku, şâyed sana bir hisli yürek lâzımsa;
Oku, zîrâ onu yazdım, iki söz yazdımsa.

SAFAHAT İÇİN

Arkamda kalırsın beni rahmetle anarsın
Derdim sana baktıkça a biçare kitabım
Kim derdi ki sen çök de senin arkana kalsın
Uğrunda harap eylediğim ömr-i harabım

MANZUM KİTAPLARI

Safahat Birinci Kitap:
İçinde 44 manzume vardır. Toplamı 3000 dize kadardır..
Safahat İkinci Kitap : “Süleymaniye Kürsüsü”nde
Süleymaniye Camii'ne giden iki kişinin söyleşilerini içeren bir başlangıçla 1000 dizedir.
Safahat Üçüncü Kitap: “Hakkın Sesleri”
Toplamı 500 dize tutan 10 parça manzumedir. Manzumelerde Akif, partizanlığa, umutsuzluğa, ırkçılığa ve ateizme çatmaktadır.
Safahat Dördüncü Kitap: “Fatih Kürsüsünde”
1800 dizedir. Toplumsal ve siyasal bir yergidir. Tembellik, gerilik ve Batı taklitçileri hedef alınmıştır.
Safahat Beşinci Kitap: “Hatıralar”
Tümü 1600 dizedir. Manzumelerde toplumsal felaketler karşısında Allah'a yakarılmakta, İslamiyet’i gerektiği gibi yaşamadığı ve geri kaldığı için tembel halk ve aydınlar suçlanmakta, Akif'in gezdiği yerlerdeki izlenimleri anlatılmaktadır.
Safahat Altıncı Kitap: “Asım”
2500 dizelik tek parçadan meydana gelmektedir. Savaş vurguncuları, köylülerin durumu, geçmişe bakış anlayışı, eğitim-öğretim, medrese, ırkçılık, Batıcılık, gençlik gibi birçok konu üzerinde durulur.
Safahat Yedinci Kitap: “Gölgeler”
Akif'in 1918–1933 yılları arasında yayımlanmış manzumelerini içermektedir.
"Son Safahat" : Ölümünden sonra, damadı Ömer Rıza Doğrul tarafından Akif'in basılmamış şiirleri bir araya getirilerek bu ad verilmiş ve 1943'teki toplu basımın sonuna konmuştur.

TEFSİRLER
Mehmet Akif’in tefsir yazılarının hepsi elli yedi tanedir. Bunların on sekizi manzum olarak yazılmış olup, Safahat’a alınmıştır. Elli üç tanesi, ayet; dört tanesi, hadis üzerine yazılmıştır. Çoğunun uzunluğu bir sayfadan azdır.

VAAZLAR
Mehmet Akif Ersoy’un bir tanesi kitap içinde yayınlanmış, diğerleri konuşma sırasında Eşref Edib tarafından tespit edilmiş olan, dokuz konuşması, vaazı vardır. Bunlardan birincisi, bir kulüpte konuşma şeklinde yapıldıktan sonra, “Mevâ‘ız-ı Dîniye” (Dinî Öğütler) kitabında yayınlanmıştır. Kalan sekiz va‘zın üçü Balkan Savaşı içinde İstanbul’un üç büyük camiinde (Beyazıt, Fatih, Süleymaniye); birisi Balıkesir Zağnos Paşa Camii’nde; üçü ise Kastamonu’da Nasrullah Camii’nde ve şehrin kazalarında verilen vaazlardır. Her bakımdan çok önemli konuşmalardır.

MAKALELER
Çeşitli cemiyet, edebiyat ve fikir meseleleri üzerine, makale, sohbet ve hatıra şeklinde kaleme alınmış elli yazıdan ibarettir. Bunların on yedisi “Hasbihâl”, on biri “Edebiyat Bahisleri”, dördü“Eski Hatıralar”,ikisi “Letâif-i Arabdan” genel başlıkları altında –bazan ikinci bir başlık daha taşıyarak– yayınlanmışlardır. On beşinin ise ayrı başlıkları vardır. Çok samimî bir dille kaleme alınan bu yazılarda Mehmet Akif’in düşünceleri, bilgisi, kültürü ve irfanı görülmektedir.

TERCÜMELER
1908’den sonra, Mehmet Akif, hepsini de dergide yayınlattığı ve 268 tefrika devam etmiş olan 55 ayrı tercüme yapmıştır. Bunların birkaçında “Sa’di” takma adını kullanmıştır.


ŞİİRLERİNDEN ÖRNEKLER

Hayır, hayal ile yoktur benim alışverişim.
İnan ki her ne demişsem görüp de söylemişim.
Şudur cihanda benim en beğendiğim meslek:
Sözüm odun gibi olsun, hakikat olsun tek!

*
Arnavutlukla, Araplıkla bu millet yürümez
Son siyaset ise Türklük, o siyaset yürümez
Sizi bir aile efradı yaratmış Yaradan
Kaldırın ayrılık esbabını artık aradan.

"Arnavutluk" ne demek? Var mı şeriatte yeri?
Küfr olur, başka değil, kavmini sürmek ileri!
Arab’ın Türk’e, Laz’ın Çerkez’e yahut Kürd’e;
Fars’ın Çinli’ye üstünlüğü mü varmış? Nerde!
*
Öyle meşbu-ı şehadet ki bu öksüz toprak
Oh, bir sıksa adam, otları kan fışkıracak
Eş hele bir dağları örten karı
Ot değil onlar dedenin saçları
Dinle, şehid sesleridir rüzgârı

*
Ey benim her taşı bir mâbed-i iman yurdum
Seni er geç bana mutlak verecek mâbudum


*
Sorunuz şimdi Japonlar da nasıl millettir
Onu tasvire zafer-yab olamam hayrettir
Şu kadar söyleyeyim din-i mübînin orada
Ruh-ı feyyazı yayılmış yalnız şekli Buda
Siz gidin saffet-i İslam’ı Japonlarda görün

*
Zulmü alkışlayamam zalimi asla övemem
Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem
Biri ecdadıma saldırdı mı hatta boğarım
— Boğamazsın ki
— Hiç olmazsa yanımdan kovarım
Üç buçuk soysuzun ardında zağarlık yapamam
Hele hak namına haksızlığa ölsem tapamam
Doğduğumdan beridir âşıkım istiklale
Bana hiç tasmalık etmiş değil altın lale
Yumuşak başlı isem kim dedi uysal koyunum
Kesilir belki fakat çekmeye gelmez boyunum
Kanayan bir yara gördüm mü yanar ta ciğerim
Onu dindirmek için kamçı yerim çifte yerim
Adam aldırma da geç git diyemem aldırırım
Çiğnerim, çiğnenirim Hakkı tutar kaldırırım

*
İnmemiştir hele Kur’an bunu hakkıyla bilin
Ne mezarlıkta okunmak ne de fal bakmak için

*
Kim kazanmazsa bu dünyada bir ekmek parası,
Dostunun yüz karası, düşmanının maskarası.

Bir baksan, gökler uyanık, yer uyanıktır.
Dünya uyanıkken uyumak maskaralıktır.

Hüsrana rıza verme… Çalış… Azmi bırakma
Kendin yanacaksan bile evladını yakma.

Ey dipdiri meyyit. “İki el bir baş içindir”
Davransana… Eller de senin, baş da senindir.

*
Çalış dedikçe şeriat çalışmadın durdun
Onun hesabına birçok hurafe uydurdun
Sonunda bir de tevekkül sokuşturup araya
Zavallı dini çevirdin onunla maskaraya

*
Allah’a dayandım diye sen çıkma yataktan
Mânâ-yı tevekkül bu mudur? Hey gidi nâdan!
Ecdadını zannetme asırlarca uyurdu
Nerden bulacaktın o zaman eldeki yurdu

*
Süveyş’i açtı herif... Doğru. Neyle açtı fakat?
Omuzlamakla mı? Heyhat! Öyle bir fenle,
Ki bir ömrü telef etmiş o fenni tahsile.
*
Bize Asım ne şunun yumruğu lazım ne bunun
Birinin pençesi ister yalnız: Kanunun
Ver bütün kudreti kanuna ki vahdet yürüsün
Yoksa millet değil ancak dağınık bir sürüsün

HİÇ BİLENLERLE BİLMEYENLER BİR OLUR MU?

Olmaz ya tabii. Biri insan biri hayvan
Öyleyse cehalet denen yüz karasından
Kurtulmaya azmetmeli baştanbaşa millet
Kâfi değil mi yoksa bu son ders-i felaket
Son ders-i felaket neye mal oldu? Düşünsen
Beynin eriyip yaş gibi damlardı gözünden
Son ders-i felaket ne demektir? Şu demektir:
Gelmezse eğer kendine millet gidecektir
Zira yeni bir sadmeye artık dayanılmaz
Zira bu sefer uyku ölümdür uyanılmaz


*
Geçmişten adam hisse kaparmış... Ne masal şey!
Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi?

Tarihi tekerrür diye tarif ediyorlar
Hiç ibret alınsaydı tekerrür mü ederdi?

Cem'iyyete bir fırka dedik, tefrika çıktı:
Sapsağlam iken milletin erkânını yıktı.

"Turan ili" namıyla bir efsane edindik;
"Efsane, fakat gaye!" deyip az mı didindik?

Kaç yurda veda etmedik artık bu uğurda?
Elverdi gidenler, acıyın eldeki yurda!

Girmeden tefrika bir millete, düşman giremez;
Toplu vurdukça yürekler, onu top sindiremez.

Bırakın eski hükümetleri meydandakiler
Yetişir, söyle bakıp ibret alan varsa eğer.

İşte Fas, işte Tunus, işte Cezayir, gitti!
İşte Irak’ı da taksim ediyorlar simdi.

Sahipsiz olan memleketin batması haktır
Sen sahip olursan bu vatan batmayacaktır


*
Bir zamanlar biz de millet hem nasıl milletmişiz
Gelmişiz dünyaya milliyet nedir öğretmişiz
Kapkaranlıkken bütün âfâkı bütün insaniyetin
Nur olup fışkırmışız ta sinesinden zulmetin









































YAHYA KEMAL BEYATLI
(1884-1958)



2 Aralık 1884’te o zaman Osmanlı toprakları içinde bulunan Üsküp’te doğdu. Bir müddet burada belediye reisliği de yapan adliye memuru Nişli İbrâhim Nâci Bey ile Leskofçalı İsmâil Paşazâde Dilâver Bey’in kızı Nakıye Hanım’ın oğlu olup asıl adı Ahmed Âgâh’tır. Aile şeceresi hem anne hem de baba tarafından III. Mustafa devri Rumeli sancak beylerinden Şehsüvar Paşa’ya dayanır. Şairin daha sonra alacağı Beyatlı soyadı da şehsüvar lakabının Türkçesidir ve onun hâtırasını taşır.

Yahya Kemal ilk tahsiline Üsküp’teki Yeni Mektep’te başladı (1889), bir müddet sonra oldukça modern bir eğitim veren Mekteb-i Edeb’e girdi (1892). Üsküp İdâdîsi’nde başladığı orta öğrenimine (1895) ailece Selânik’e taşındıklarından Selânik İdâdîsi’nde devam etti (1897). O yıl annesinin ölümü ve babasının yeniden evlenmesi üzerine Üsküp’e döndüler. Ailedeki huzursuzluk yüzünden Yahya Kemal yatılı olarak Selânik İdâdîsi’ne gitmek zorunda kaldı, fakat hastalandığından yeniden Üsküp’e döndü (1900). Üvey annesiyle babası arasındaki geçimsizlik had safhaya varmış olduğundan idâdîyi tamamlamak üzere Yahya Kemal’i İstanbul’a gönderdiler (Nisan 1902). Yıl ortası olduğu için arzu ettiği Galata Sarayı Sultânîsi’ne giremedi, Robert Kolej’e kayıt için de bir sonraki yılı beklemek gerekiyordu. Bu sebeple bir müddet boşta kalması devrin siyasî akımlarına kapılmasına kâfi geldi. Bir fırsatını bularak, neslinin birçok genci gibi Paris’e kaçtı (Temmuz 1903). Bir müddet tahsilden uzak, Jön Türkler arasında yaşadı. Sonra Fransızcasını ilerletmek için Meaux Koleji’nde okudu. Birkaç yıl, hemen pek çok Türk’ün okuduğu École Libre des Sciences Politiques’e devam etti. Siyasî ve edebî çevrelere girdi, devrin bir kısım yazar ve politikacılarını tanıdı, hareketli bir hayat yaşadı. İki ay kadar da Londra’da bulundu (1906). Fırsat buldukça Fransa’nın ve diğer Avrupa ülkelerinin birçok şehrini gezdi.

Herhangi bir diploma sahibi olmadan, fakat zengin bir sanat ve tarih kültürüyle İstanbul’a döndü (1912). Dârüşşafaka Mektebi’nde (1913), Medresetü’l-Vâizîn’de (1914), Heybeliada Bahriye Mektebi’nde (1916), Dârülfünun Edebiyat Şubesi’nde (1916-1919) tarih, medeniyet tarihi, Garp edebiyatı ve Türk edebiyatı dersleri verdi. Tedavi için bir süre Sofya’da bulundu (1921). Lozan barış müzakerelerine müşavir delege olarak katıldı (1922). Yurda dönüşünde Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne II. dönem Urfa mebusu olarak girdi (1923-1927). Bu arada Türkiye Suriye sınır tespit komisyonunda önemli çalışmalar yaptı (1925). Varşova (1926), Madrid (1929) ve Lizbon’da (1931) orta elçi sıfatıyla çalıştı. 1933’te memlekete döndü, Yozgat mebusu olarak yeniden Büyük Millet Meclisi’ne girdi (1933), Tekirdağ (1935) ve İstanbul (1942) mebusluğu da yaptı. Yeni kurulmuş olan Pakistan Devleti nezdinde ilk büyükelçimiz oldu (1947). 1949’da emekliye ayrılarak yurda döndü. Yahya Kemal Beyatlı hiç evlenmedi. Ömrünün kalan kısmını İstanbul’da Park Otel’in kendisine ayrılan bir dairesinde dostları ve hayranları arasında geçirdi. Sık sık sağlığı bozulan Yahya Kemal tedavi için birkaç defa Paris’e gitti, fakat tam iyileşemedi. 1 Kasım 1958’de Cerrahpaşa Hastanesinde öldü. Vasiyeti gereğince ve özel izinle ertesi gün Rumelihisarı Mezarlığı’na gömüldü.

Ölümünden sonra İstanbul’da Yahya Kemal’i Sevenler Derneği ve Yahya Kemal Enstitüsü kuruldu (1958). Daha sonra Yahya Kemal Müzesi açıldı (1961). Beşiktaş’taki Barbaros Serencebey Parkı’na heykeli dikildi.

Yahya Kemal’in gerek sanat ve edebiyat gerekse tarih görüşlerinin teşekkülünde Paris’te geçirdiği dokuz yılın büyük rolü olmuştur. Bir taraftan o yıllarda şöhretleri devam eden Fransız romantiklerini okuyor, bir taraftan da realist romancıların eserlerini takip ediyor, sembolist ve parnasyen şairleri tanıyordu. Şiirine bir kültür temeli bulmak için Fransızların yaptıklarını araştırıyor, onların millî tarih görüşlerinin edebiyatlarına nasıl kaynak teşkil ettiğine dikkat ediyordu. Devrin meşhur tarihçileri Albert Sorel ile Camille Julien’in yazılarını ve derslerini takip ediyor, evlerindeki sohbetlere katılıyordu. Çeşitli istikametlerde genişleyen kültürü ona edebiyatta da tarih anlayışında da yeni ufuklar açtı. O güne kadar beğenip taklit ettiği Servet-i Fünûn şiirinden giderek uzaklaştı. Esasen bir süreden beri yenileşme ve sadeleşme yolunda olan Türkçe ile bir şiir dili kurmak istiyordu. Bu dil milletimizin duygularını ifadeye ulaşacak halis bir dil olacaktı. Fransızlar klasik metinlerden hareket edip yeni Fransız şiirine ulaşmışlardı. Öyleyse biz de divan şiirini günümüzde ihya etmenin, ondan pürüzsüz, saf mısralar elde etmenin yollarını aramalıydık.


Bunların yanında tarih anlayışı için de bir çıkış yolu aradı. Asırlardır hüküm süren Osmanlı fikri karşısında şimdi Turan düşüncesi uyanıyordu. Türk millî tarihinin temeli ne olacaktı? Tarihçi Camille Julien’in bir sözü ona yeni bir ufuk açtı: “Fransa toprağı bin yılda Fransız milletini yarattı”. Bu cümle Yahya Kemal’in tarih felsefesinin formülü oldu ve bunu Türk tarihine uyguladı. Böylece Ziya Gökalp’in daha çok ırkî değerlere dayanan görüşü yerine millî tarih kavramını nihaî vatan edinilen topraklar üzerinde başlatmış oldu. Bugünkü Türk milleti ile Anadolu toprağı arasında bir medeniyetin yoğrulmuş olduğuna inanıyor, Türklerin Anadolu’ya geldikten sonra ortaya koydukları yeni medeniyeti ve bu medeniyeti meydana getiren unsurları tanımak gerektiğini kabul ediyordu.

Bu duygularla Türkiye’ye dönen Yahya Kemal, şiirde Türk klasik devrinin sesiyle örnekler vermeye başladı. Eski Şiirin Rüzgârıyle kitabındaki şiirlerinin büyük bir kısmı bu yılların arayışıdır. Bir taraftan da Peyâm-ı Edebî (1919), İleri (1919-1921), Tevhîd-i Efkâr (1920-1921), Pâyitaht (1921) Yarın (1921-1922), gazetelerinde tarih ve edebiyata dair görüşlerini makaleler halinde yayımlıyordu. Bundan bir müddet sonra Anadolu’da başlayan Millî Mücadele hareketlerini de aynı gazetelerde ve Dergâh (1921) mecmuasında çıkan yazılarıyla destekledi. Sonraki yıllarda önceki makaleleri Edebiyata Dâir, ikinciler ise Eğil Dağlar kitapları içinde yer almıştır.

Büyük Millet Meclisi üyeliği ile elçilik yıllarını daha çok çevresindekilerle tarih ve edebiyat üzerine sohbetler, konferanslar ve bazı şiirlerini neşretmekle geçirmiştir. Yahya Kemal’in şiir ve nesirlerini son yıllarına kadar kitap halinde neşretmek gibi bir düşüncesinin olmadığı anlaşılmakta ve bütün yakınlarının hâtıraları bu bilgiyi doğrulamaktadır. Ölümünden sonra talebesi ve yakın dostu Nihad Sâmi Banarlı’nın himmetiyle kurulan Yahya Kemal Enstitüsü bütün şiirlerini, nesir yazılarını, hâtıralarını ve mektuplarını on üç kitap halinde yayımlamıştır. Bu on üç kitabın onu Banarlı’nın sağlığında, geri kalan üç tanesi de ölümünden sonra çıkmıştır. Banarlı’nın ifadesine göre, Yahya Kemal’in şiir kitapları ölmeden önce kendi tavsiyeleri ve tertip şekli hakkındaki arzuları dikkate alınarak ve kendisinin koyduğu isimler altında yayımlanmıştır. Buna göre eski ve klasik divan tarzında olanlar “Eski Şiirin Rüzgârıyle”, Hayyâm’dan tercümeleri de dâhil olmak üzere bütün rubâîleri “Rubâîler”, yeni tarz şiirleri de “Kendi Gök Kubbemiz” adı altında toplanmış bulunmaktadır.

Yahya Kemal’in şiir görüşü dil mükemmeliyetiyle mûsikiye dayanır. Ona göre şiir alelâde cümlelerden değil nağmeden meydana gelir. Bu yüzden gözle veya zihnî bir okumadan çok sesle okunmaya muhtaçtır. Mısra bir nağme olmalıdır, bunun için de kelimelerin kulakla seçilmesi ve mısradaki yerlerinin bulunması gerekir. Bu düşünce, şairi kelime seçiminde ve mısra kompozisyonunda birçoklarında aşırı telakki edilmiş bir titizliğe sürüklemiştir. Gerek bu titizliği gerekse şiirlerini sağlığında kitap haline getirmekten kaçınması, hatta çok defa bizzat dergilerde bile neşrine talip olmaması, onların gözle okunması değil dinlenmesi ve söylenmesi isteğinden doğmuş olmalıdır. Türk şiirinin neo-klasizminin hemen yegâne örnekleri olarak kabul edilen eski tarz şiirlerinde ise Yahya Kemal, divan şiirinin mazmunlarından ve belâgatından ziyade eskinin yaşama zevki ile rindlik felsefesini dile getirmek istemiştir.

Gerek şiirlerinin gerekse nesirlerinin muhtevasında temel fikir, Türk milletini vücuda getiren kıymetlerin, bin yıllık bir zaman içinde (çünkü millî tarihimizin başlangıcı olarak 1071’i yani Malazgirt Zaferi’ni kabul ediyordu) vatan toprağında kan, ter ve gözyaşı ile yoğrulmasından doğuşudur. Bu kıymetler sanatımız (mimari, tezhip, hat, mûsiki, şiir), tevekkül anlayışı, merhameti ve âlicenaplığıyla hayat felsefemiz, cihangirlikle beraber fethedilen yerlerde bir umran tesis etme idealimizdir. Bu bakımdan kadın ve aşk temasının ağırlığını hissettirdiği şiirlerinde bile bu tema çok defa estetikle, millî sanatımızla ve diğer millî değerlerimizle iç içe görünür. “Fenerbahçe”, “Mihriyâr”, “Bir Tepeden”, “İstanbul’un O Yerleri” adlı şiirleri tamamen bu duyguların tezahürüdür.

Yahya Kemal’in siyasî fikirlerinin gelişmesi ve dinî hayat ve inanç karşısındaki davranışı Türk aydınının son asırda geçirdiği ruh ve fikir macerasının bir parçasını aksettirir. Ondaki İslâmî duyguların kaynağı, çok ileri yaşlarda bile bir dâüssıla gibi kendisini saran Üsküp hâtıraları içindedir. Bu hâtıralarda bilhassa çocuk yaşlarında babasının izleri hemen yok gibidir. Buna karşılık “ümmî” fakat görgülü bir kadın olan annesi Nakıye Hanım, gelenekten gelen bilgilerle ve bir kadın hassasiyetiyle onda ilk dinî duyguları uyandırır. Henüz mektebe başlamamış olan çocuğuna, “Oğlum, dünyada iki insanı sev... Peygamber Efendimizi, bir de Sultan Murad Efendimizi sev!” diyen bu rikkatli anne, böylece bu iki büyük isim etrafında ilk dinî ve millî terbiyeyi veriyordu (Sultan Murad’dan maksadının hem Murâd-ı Hüdâvendigâr, hem II. Murad olduğunu Yahya Kemal ilâve eder). Şair Leskofçalı Galip Bey’in yeğeni olan Nakıye Hanım oğluna bildiği ilâhileri öğretir, onu Müslüman Osmanlı geleneğiyle büyütmek ister. Böylece çocuk Ahmed Âgâh, Üsküp’ün camileri, türbeleri, evliya kabirleri arasında, dinî hayatla millî ve mahallî örf ve geleneğin birbirine karıştığı “uhrevî bir âlemde”, Yûnus ilâhilerinin, Muhammediye’lerin okunduğu bir evde “sofuluğa mütemayil olmayan” bir Müslüman dünyasının lezzetini alır. Hatta bir ara, biraz da çocukça bir aşk duygusu ve şiir hevesinin birbirine karıştığı bir atmosferde, Üsküp’teki Rufâî Tekkesi’ne devam eder. Şairin bu yıllarına ait duygularını en güzel biçimde “Kaybolan Şehir” adlı şiiri dile getirmektedir.

Yahya Kemal’in hâtıralarından gerek Selânik’te gerekse İstanbul’da siyasî meselelere ilgisi arttıkça dinî hatta millî duygularının zayıfladığı sezilir. Selânik’te, üzerinde kısmen vatan sevgisi, fakat daha çok komitacılık ve isyan duyguları uyandıran Mizancı Murad, Nâmık Kemal gibi şahsiyetlere ve eserlerine hayranlık duyar; yurda girişi yasaklanmış kitap, risâle ve dergileri merakla okur. İstanbul’a gelince Batı medeniyeti, özellikle Fransa hakkında işittikleri onu süratle kendi milletinden ve memleketinden soğutur. Memleketi zindan, Avrupa’yı nurlu bir cihan gibi görür, Doğulu’nun ahlâkından nefret eder. “Paris hayalimin üzerinde bir yıldız gibi parlıyordu” diyen genç adam daha İstanbul’da iken dine karşı şiddetli bir tepki duyduğunu, bunun Paris’te daha da arttığını, hatta orada kilise aleyhindeki sosyalist Fransız gençleriyle birtakım sokak mitinglerine katıldığını yine hâtıralarında yazar. Paris’te öğrenciliğinin de pek iyi olmadığı ilk yıllarda Jön Türkler’e ve İttihatçılar’a karışır, onların kahve ve lokallerdeki toplantılarına devam eder. Birbirinden çok farklı sebeplerle vatandan uzakta yaşayan bir yığın Osmanlı arasında, Hoca Kadri Efendi gibi dindar fakat Yahya Kemal’in dostluk etmekten pek de zevk alamayacağı tiplerin karşısında, zıt bir aşırılığın temsilcisi Abdullah Cevdet gibi ateistler, Doktor Nâzım gibi daha dengeli şahsiyetler de vardı. Yahya Kemal’in bunlardan kopuşu Paris’teki hayatının üçüncü yılından itibaren başlar. Bu, hayat hikâyesinde söz konusu olan, Fransız millî tarih felsefesine ilgi duyması hadisesidir. Bu arayışları onda kaybettiği dinî duygularının yerini millî tarihimiz ve değerlerimizle doldurma gayretini doğurur.


II. Meşrutiyet’in ilânından birkaç yıl sonra geldiği İstanbul’da, her biri memleketin içinde bulunduğu sıkıntılı durumdan kurtulmak için birer hasta reçetesi gibi sunulan ideolojilerle karşılaştı. Yine bir kısım Fransız fikir ve sanat adamlarının etkisiyle tasavvur ettiği vatan toprağı nazariyesi onu bir müddet Yakup Kadri ile beraber bir “Nev-Yunânîlik” fantezisine sevk etti. Nasıl vaktiyle İran kültür ve medeniyeti çerçevesinde idiysek şimdi de Akdeniz havzası içinde bir Greko-Romen medeniyeti ortak kültürümüzün kaynağını teşkil edebilirdi. “Bergama Heykeltıraşları” ve “Sicilya Kızları” adlı şiirleriyle “Bir Kitâb-ı Esâtîr”, “Tiyatro” ve “Çamlar Altında Musâhabe” serisinden bazı makaleleri bu yılların mahsulüdür. Yahya Kemal’de kısa süren bu bocalama, Balkan ve I. Dünya Savaşlarının acı gerçeğiyle sona erer. “Yol Düşüncesi” şiiri de Akdeniz medeniyeti hülyasından vatan gerçeğine dönüşün ifadesidir. Bu devrede tarih ve medeniyet tarihi hocalığı vesilesiyle Selçuk ve Osmanlı tarihlerine eğilen şair, birçok millî değer gibi dinî duyguyu da yeniden kazanır. 1921-1922 yıllarında yazdığı “Topkapı Sarayında”, “Ezan ve Kur’an”, “Ezansız Semtler”, “Bir Rüyada Gördüğümüz Eyüb” yazıları, milletimizin Müslümanlığa bağlılığını tarih, örf, mimari, mûsiki ve benzeri bin yıllık bir kültür birikiminin perspektifinden gösterir. Şiirleri arasında da, en çok emek ve önem verdiği “Süleymaniye’de Bayram Sabahı” başta olmak üzere, “Itrî”, “Ziyaret”, “Atik Vâlide’den İnen Sokakta”, “Koca Mustâpaşa”, “Ufuklar”, “O Taraf”, “Selimnâme” ve “Ezân-ı Muhammedî” Yahya Kemal’in dinî duygularını derin ve samimi bir şekilde aksettirir.

Sağlığında şiir ve yazıları dergi ve gazetelerde dağınık halde kalmış olan Yahya Kemal’in eserlerinin kitap haline gelişi, ölümünden sonra İstanbul’da kurulan Yahya Kemal Enstitüsü tarafından gerçekleştirilmiştir. “Yahya Kemal Külliyatı” adını taşıyan seri on iki kitabı ihtiva etmektedir:

1. Kendi Gök Kubbemiz (1961). Yahya Kemal’in sade Türkçeyle söylediği hem yapı hem şekil bakımından yeni tarz şiirlerini bir araya getiren eseridir. Kitaptaki şiirler “Kendi Gök Kubbemiz”, “Yol Düşüncesi” ve “Vuslat” başlıkları altında üç grupta toplanmıştır. Birinci gruptaki şiirlerde daha çok Türk milletinin tarih içinde iman gücüyle Anadolu ve Rumeli topraklarında yaptığı fetihler ve ortaya koyduğu güzellikler üzerinde durulur. İkinci grupta rindlik, ölüm ve sonsuzluk gibi temaların işlendiği şiirler, üçüncü grupta ise daha çok aşk şiirleri yer alır. Yahya Kemal aynı zamanda bir tefekkür şairi olduğu için bu bölümlerin herhangi birinde yer alan birçok şiir diğer bölümlere de girebilecek özellikler taşımaktadır. Onun aşk temasını işleyen şiirlerinde aynı zamanda yoğun bir şekilde vatan ve düşünce unsurları, fikrî muhtevalı şiirlerinde aşk unsurları, vatan şiirlerinde ise diğer bütün unsurları bir arada görmek mümkündür.

2. Eski Şiirin Rüzgârıyla (1962). Divan şiirini XX. yüzyılda da yaşatma düşüncesiyle hem şekil hem yapı hem de muhteva bakımından tamamen klasik tarzda yazılan şiirlerin toplandığı kitaptır. Bu şiirler “Selimnâme”, “Gazeller”, “Şarkılar”, “İthaf” ve “Kıt‘alar-Beyitler” başlıkları altında beş bölümden meydana gelir. Tarihin eski ve ihtişamlı devirlerine ait olayları kendi çağlarının diliyle söylemek Yahya Kemal’in önem verdiği bir husus olduğundan bu kitaptaki şiirlerin tamamı eski devrin diliyle yazılmıştır.


3. Rubâîler ve Hayyam Rubâîlerini Türkçe Söyleyiş (iki kitap bir arada 1963). Klasik edebiyatta rubâî, genellikle büyük manzumelerde ifade edilebilecek birtakım duygu ve düşünceleri dört mısraya sığdırabilme başarısının ifadesi olmuştur. Yahya Kemal de bu kitapta toplanan rubâîleriyle klasik şiirde ayrı bir yeri olan rubâîye Türkçede yeni bir hayat kazandırmaya çalışmıştır.

4. Azîz İstanbul (1964). Yahya Kemal’in, Osmanlı-Türk kültür ve medeniyetinin en güzel ve en anlamlı âbidelerinin bulunduğu İstanbul hakkında çeşitli tarihlerde kaleme aldığı yazılardan meydana gelmektedir.

5. Eğil Dağlar (1966). İstiklâl Savaşı yıllarında Anadolu’daki Millî Mücadele’yi İstanbul’dan kalemiyle destekleyen Yahya Kemal’in, o günün İleri (1921), Dergâh (1921), Tevhîd-i Efkâr (1922) ve Hâkimiyet-i Milliye (1924) gibi gazete ve dergilerinde doğrudan doğruya Millî Mücadele ile ilgili olarak yayımlanan yazılarını bir araya getirmektedir. Kitapta işlenen ana fikirlerden biri, İstiklâl Savaşı ile başlayan yeniden millet olmanın temeline hangi değerlerin konulacağı görüşüdür. Yahya Kemal’e göre millî birliğin artık saltanat çevresinde sağlanması mümkün değildir. Ancak yazar yeni Türk devletinin teşekkülünü, Osman Gazi’nin kurduğu Türk devletindeki ruhla izah eder. Bu devlet eskisinden farklı biçim ve usullerle, fakat eskisi ile yine aynı temeller üzerinde yükselecektir. Kitapta ayrıca, Türkiye’nin Anadolu ve Trakya’da kurulması ile dünya barışına sağlayacağı faydalar üzerinde de durularak Yunanistan’ın yayılma politikasından doğan fikirlere karşılık verilmektedir.

6. Siyâsî Hikâyeler (1968). Yahya Kemal’in ileriki yıllarda yayımlamayı düşündüğü siyasî muhtevalı hikâyelerden oluşur. Kitapta yer alan “Şem’i Molla”, “Bir Gözdenin Gafleti”, “Âtıf Efendi’nin Üslûbu” ve “Râif Efendi’nin Katli” başlıklı hikâyelerin hemen hepsinde Osmanlı tarihinden alınmış ve saray çevresinde geçen olaylar anlatılmıştır.

7. Siyâsî ve Edebî Portreler (1968). Bu kitapta ise Tanzimat sonrasının siyasî ve edebî hayatında önemli rolleri olan yirmi Türk edebiyatçı, devlet adamı ve politikacısı hakkında Yahya Kemal’in düşünce ve gözlemleri yer almaktadır. Yazarın, muhtemelen herhangi bir polemiğe girmemek düşüncesiyle, ölümünden sonra yayımlanmak üzere yazdığı bu yazılar devrin çeşitli olaylarına da ışık tutacak niteliktedir.

8. Edebiyata Dâir (1971). Yahya Kemal’in büyük bir kısmı devrin gazete ve dergilerinde yayımlanan eski Türk edebiyatı, şiir, Türkçe, vezin ve kafiye, tenkit, tiyatro ve memleket edebiyatı gibi konularda kaleme aldığı yazılar bu kitapta yer almaktadır.

9. Çocukluğum, Gençliğim, Siyâsî ve Edebî Hâtıralarım (1973). Burada da Yahya Kemal’in doğup büyüdüğü, yetiştiği ve şahsiyetinin teşekkül ettiği çevre ile bu çevrede geçen önemli olaylar, şairin bunlara bakış tarzı ve bunları değerlendirmeleri bulunmaktadır. Eser “Çocukluğum-Gençliğim”, “Edebî Hâtıralar”, “Siyasî Hâtıralar” ve “Jön Türkler’e Dâir” başlıkları altında dört bölümden oluşur.

10. Târih Musâhabeleri (1975). Aslında kendisi bir tarihçi olmadığı halde bu kitaptaki yazılarında Yahya Kemal bir edebiyatçının Osmanlı tarihine nasıl bakması gerektiğinin en güzel örneğini vermiştir. Ayrıca bu yazılarda ondaki tarih ruhunun nasıl geliştiğini de açıkça görmek mümkündür.

11. Bitmemiş Şiirler (1976). Bu kitapta şairin bitmiş şiirleri kadar güzel denebilecek şiir tasarıları, yarım kalmış şiirleri, kıtaları, rubâîleri, bazı mısraları ve mısralarının birbirinden farklı şekilleri yer almaktadır. Bu yarım kalmış parçalarda şairin bir şiir üzerinde nasıl çalıştığı ve bir şiir için olgunlaşıncaya kadar nasıl bir gayret sarf ettiği açıkça görülebilmektedir.

12. Mektuplar-Makaleler (1977). Yazarın bu isim altında neşredilen kitabında mektup ve makalelerinden başka, hâtıraları, sohbet yazıları ile bazı hitabe ve konferansları da yayımlanmıştır. “İspanya Hâtıraları” adını taşıyan bölümde bir kısmını mektup olarak yazdığı bu hâtıralarda İspanya’nın coğrafî ve sosyal özellikleri yanında tarih ve mitolojisine de yer vermiştir.
Bir gün Ziya Gökalp, Yahya Kemal’in geçmişine bağlılığına sataşarak

“Harabîsin harâbatî değilsin
Gözün mazidedir âtî değilsin.” der.

Yahya Kemal doğaçlama cevap verir:

“Ne harâbî ne harâbatîyim
Kökü mazide olan âtîyim.”

O İstanbul aşığı bir şairdi. Belki en güzel şiirleri İstanbul üzerinedir.

Rüya gibi bir akşamı seyretmeye geldin
Çok benzediğin memleketin her tepesinde.
Baktım: Konuşurken daha bir kere güzeldin,
İstanbul’u duydum daha bir kere sesinde.

O bir şairdi, kendine ait düşünceleri olan, tarzı olan ve bunu kabul ettiren. O bir milletvekili idi: Türkiye’nin kuruluş yıllarında vatanına hizmet eden. O bir gezgindi: Yalnız milletvekili olarak değil de, yurt dışı görevlerle de memleketine hizmet etmiştir. O bir hocaydı: Yetiştirdiği öğrenciler onun bilge kişiliğini hep takdir etmiştir. O halkın adamıydı: Yeni gelişen Türk şiirine tezat şiirler yazsa da onun izleyicileri (ki halen devam ediyor) hep halktan yana olmuşlardır.

Cahit Tanyol’un söyledikleri onu özetlemektedir: “Yahya Kemal birbiriyle hiç, ama hiç ilişkisi olmayan çeşitli sınıflara ve anlayışlara sahip insanlardan oluşmuş bir hayranlar ordusuyla çevrilmişti. O, şairden fazla, bir hükümdara benziyordu. Devlet adamı, profesör, estet, şair, rint, yobaz, mümin, derviş, mistik, dindar, dinsiz, kozmopolit, nasyonalist, asker, hoca, komünist ve ırkçılardan oluşmuş bir manevi tebaası vardı.”


ŞİİRLERİNDEN ÖRNEKLER


SÜLEYMANİYE’DE BAYRAM SABAHI

Artarak gönlümün aydınlığı her saniyede
Bir mehabetli sabah oldu Süleymaniye'de
Kendi gök kubbemiz altında bu bayram saati,
Dokuz asrında bütün halkı, bütün memleketi
Yer yer aksettiriyor mavileşen manzaradan,
Kalkıyor tozlu zaman perdesi her an aradan.
Gecenin bitmeye yüz tuttuğu andan beridir,
Duyulan gökte kanad, yerde ayak sesleridir.
Bir geliş var!.. Ne mübarek ne garib alem bu!..
Hava boydan boya binlerce hayaletle dolu...

Her ufuktan bu geliş eski seferlerdendir;
O seferlerle açılmış nice yerlerdendir.
Bu sükûnette karıştıkça karanlıkla ışık
Yürüyor, durmadan, insan ve hayalet karışık;
Kimi gökten, kimi yerden üşüşüp her kapıya,
Giriyor, birbiri ardınca, ilahi yapıya.
Tanrı’nın mabedi her bir tarafından doluyor,
Bu saatlerde Süleymaniye tarih oluyor.


Ordu-milletlerin en çok döğüşen, en sarpı
Adamış sevdiği Allah'ına bir böyle yapı.
En güzel mabedi olsun diye en son dinin
Budur öz şekli hayal ettiği mimarînin.
Görebilsin diye sonsuzluğu her yerden iyi,
Seçmiş İstanbul'un ufkunda bu kudsi tepeyi;
Taşımış harcını gazileri, serdarıyle,
Taşı yenmiş nice bin işcisi, mimarıyle.
Hür ve engin vatanın hem gece hem gündüzüne,
Uhrevi bir kapı açmış buradan gökyüzüne,
Ta ki geçsin ezeli rahmete ruh orduları.
Bir neferdir bu zafer mabedinin mimarı.


Ulu mâbed! Seni ancak bu sabah anlıyorum;
Ben de bir varisin olmakla bugün mağrurum;
Bir zaman hendeseden abide zannettimdi;
Kubben altında bu cumhura bakarken şimdi,
Senelerden beri rüyada görüp özlediğim
Cedlerin mağfiret iklimine girmiş gibiyim.
Dili bir, gönlü bir, imanı bir insan yığını
Görüyor varlığının bir yere toplandığını;
Büyük Allah'ı anarken bir ağızdan herkes
Nice bin dalgalı tekbir oluyor tek bir ses;
Yükselen bir nakaratın büyüyen velvelesi,
Nice tuğlarla karışmış nice bin at yelesi!


Gördüm ön safta oturmuş nefer esvaplı biri
Dinliyor vecd ile tekrar alınan tekbiri
Ne kadar saf idi siması bu mümin neferin!
Kimdi? Banisi mi, mimarı mı ulvi eserin?
Ta Malazgirt ovasından yürüyen Türkoğlu
Bu nefer miydi? Derin gözleri yaşlarla dolu,
Yüzü dünyada yiğit yüzlerinin en güzeli,
Çok büyük bir iş görmekle yorulmuş belli;
Hem büyük yurdu kuran hem koruyan kudretimiz
Her zaman varlığımız hem kanımız hem etimiz;
Vatanın hem yaşayan varisi hem sahibi o,
Görünür halka bu günlerde teselli gibi o,
Hem bu toprakta bugün, bizde kalan her yerde,
Hem de çoktan beri kaybettiğimiz yerlerde.


Karşı dağlarda tutuşmuş gibi gül bahçeleri,
Koyu bir kırmızılık gökten ayırmakta yeri.
Gökte top sesleri var, belli, derinden derine;
Belki yüzlerce şehir sesleniyor birbirine.
Çok yakından mı bu sesler, çok uzaklardan mı?
Üsküdar'dan mı Hisar'dan mı Kavaklar’dan mı?
Bursa'dan, Konya'dan, İzmir'den, uzaktan uzağa,
Çarpıyor birbiri ardınca o dağdan bu dağa;
Şimdi her merhaleden, ta Beyazıd'dan, Van'dan,
Aynı top sesleri bir bir geliyor her yandan.
Ne kadar duygulu, engin ve mübarek bu seher!
Kadın erkek ve çocuk, gönlü dolanlar, yer yer,
Dinliyor hepsi büyük hatıralar rüzgârını,
Çaldıran topları ardınca Mohaç toplarını.

Gökte top sesleri, bir bir, nerelerden geliyor?
Mutlaka her biri bir başka zaferden geliyor:
Kosva'dan, Niğbolu'dan, Varna'dan, İstanbul'dan.
Anıyor her biri bir vak'ayı heybetle bu an;
Belgrad'dan mı Budin, Eğri ve Uyvar'dan mı?
Son hudutlarda yücelmiş sıradağlardan mı?


Deniz ufkunda bu top sesleri nerden geliyor?
Barbaros, belki, donanmayla seferden geliyor!
Adalar'dan mı Tunus'dan mı, Cezayir'den mi?
Hür ufuklarda donanmış iki yüz pare gemi
Yeni doğmuş Ay’a baktıkları yerden geliyor;
O mübarek gemiler hangi seherden geliyor?
Ulu mabedde karıştım vatanın birliğine.
Çok şükür Tanrıya, gördüm, bu saatlerde yine
Yaşayanlarla beraber bulunan ervahı.
Doludur gönlüm ışıklarla bu bayram sabahı.

SESSİZ GEMİ

Artık demir almak günü gelmişse zamandan,
Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan,

Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol,
Sallanmaz o kalkışla ne mendil ne de bir kol,

Rıhtımda kalanlar bu seyahatten elemli,
Günlerce siyah ufka bakar gözleri nemli,

Biçare gönüller. Ne giden son gemidir bu!
Hicranlı hayatın ne de son matemidir bu

Dünyada sevilmiş ve seven nâfile bekler,
Bilmez ki giden sevgililer dönmeyecekler;

Birçok gidenin her biri memnun ki yerinden,
Birçok seneler geçti, dönen yok seferinden!

TERCİH

Dünyada ne ikbal ne servet dileriz
Hattâ ne de ukbâda saadet dileriz
Aşkın gül açan bülbül öten vaktinde
Yaranla tarab yâr ile vuslat dileriz.

GEÇMİŞ YAZ

Rüya gibi bir yazdı. Yarattın hevesinle
Her anını, her rengini, her şiirini hazdan.
Hâlâ doludur bahçeler en tatlı sesinle!
Bir gün, bir uzak hatıra özlersen o yazdan

Körfezdeki dalgın suya bir bak, göreceksin:
Geçmiş gecelerden biri durmakta derinden;
Mehtap... iri güller... ve senin en güzel aksin...
Velhasıl o rüya duruyor yerli yerinde!

RİNDLERİN AKŞAMI

Dönülmez akşamın ufkundayız. Vakit çok geç;
Bu son fasıldır ey ömrüm nasıl geçersen geç!
Cihana bir daha gelmek hayal edilse bile,
Avunmak istemeyiz öyle bir teselliyle.

Geniş kanatları boşlukta simsiyah açılan
Ve arkasında güneş doğmayan büyük kapıdan
Geçince başlayacak bitmeyen sükunlu gece.
Guruba karşı bu son bahçelerde, keyfince,
Ya şevk içinde harab ol, ya aşk içinde gönül!
Ya lale açmalıdır göğsümüzde yahud gül.


RİNDLERİN ÖLÜMÜ

Hafız'ın kabri olan bahçede bir gül varmış;
Yeniden her gün açarmış kanayan rengiyle.
Gece bülbül ağaran vakte kadar ağlarmış
Eski Şiraz'ı hayal ettiren ahengiyle.
Ölüm asude bahar ülkesidir bir rinde;
Gönlü her yerde buhurdan gibi yıllarca tüter.
Ve serin serviler altında kalan kabrinde
Her seher bir gül açar; her gece bir bülbül öter.


BİR BAŞKA TEPEDEN

Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul!
Görmedim gezmediğim, sevmediğim hiçbir yer.
Ömrüm oldukça gönül tahtına keyfince kurul!
Sade bir semtini sevmek bile bir ömre değer.

Nice revnaklı şehirler görünür dünyada,
Lakin efsunlu güzellikleri sensin yaratan.
Yaşamıştır derim en hoş ve uzun rüyada
Sende çok yıl yaşayan, sende ölen, sende yatan.


ENDÜLÜS'TE RAKS

Zil, şal ve gül. Bu bahçede raksın bütün hızı...
Şevk akşamında Endülüs üç def'a kırmızı...

Aşkın sihirli şarkısı yüzlerce dildedir.
İspanya neşesiyle bu akşam bu zildedir.

Yelpâze çevrilir gibi birden dönüşleri,
İşveyle devriliş, saçılış, örtünüşleri...
Her rengi istemez gözümüz şimdi aldadır;
İspanya dalga dalga bu akşam bu şaldadır.

Alnında halka halkadır âşüfte kâkülü,
Göğsünde yosma Gırnata'nın en güzel gülü...


Altın kadeh her elde, güneş her gönüldedir;
İspanya varlığıyle bu akşam bu güldedir.

Raks ortasında bir durup oynar, yürür gibi;
Bir baş çevirmesiyle bakar öldürür gibi...

Gül tenli, kor dudaklı, kömür gözlü, sürmeli...
Şeytan diyor ki sarmalı, yüz kerre öpmeli..

Gözler kamaştıran şala, meftûm eden güle,
Her kalbi dolduran zile, her sîneden: 'Ole!'






EYLÜL SONU

Günler kısaldı. Kanlıca'nın ihtiyarları
Bir bir hatırlamakta geçen sonbaharları.

Yalnız bu semti sevmek için ömrümüz kısa...
Yazlar yavaşça bitmese, günler kısalmasa...

İçtik bu nadir içkiyi yıllarca kanmadık...
Bir böyle zevke tek bir ömür yetmiyor, yazık!

Ölmek kaderde var, bize ürküntü vermiyor;
Lakin vatandan ayrılışın ıztırabı zor.

Hiç dönmemek ölüm gecesinden bu sahile,
Bitmez bir özleyiştir, ölümden beter bile.


HAZAN BAHÇELERİ

Kalbim yine üzgün, seni andım da derinden
Geçtim yine dün eski hazan bahçelerinden
Yorgun ve kırılmış gibi en ince yerinden
Geçtim yine dün eski hazan bahçelerinden

Senden boşalan bağrıma gözyaşları dolmuş
Gördüm ki yazın bastığımız otları solmuş
Son demde bu mevsim gibi benzimde kül olmuş
Geçtim yine dün eski hazan bahçelerinden


SİSTE SÖYLENİŞ

Birden kapandı birbiri ardınca perdeler...
Kandilli, Göksu, Kanlıca, İstinye nerdeler?

Som zümrüt ortasında, muzaffer, akıp giden
Firuze nehri nerde? Bugün saklıdır, neden?

Benzetmek olmasın sana dünyada bir yeri;
Eylül sonunda böyledir İsviçre gölleri.

Bir devri lanetiyle boğan şairin Sis'i.
Vicdan ve ruh elemlerinin en zehirlisi.

Hülyama bir eza gibi aksetti bir daha;
-Örtün! Müebbeden uyu! Ey şehr! -O beddua...

Hayır, bu hal uzun süremez, sen yakındasın;
Hâlâ dağılmayan bu sisin arkasındasın.

Sıyrıl, beyaz karanlık içinden, parıl parıl
Berraklığında bilme nedir hafta, ay ve yıl.

Hüznün, ferahlığın bizim olsun kışın, yazın,
Hiç bir zaman kader bizi senden ayırmasın



KOCA MUSTÂPAŞA

Koca Mustâpaşa! Ücrâ ve fakîr Istanbul!
Tâ fetihten beri mü'min, mütevekkil, yoksul,
Hüznü bir zevk edinenler yaşıyorlar burada.
Kaldım onlarla bütün gün bu güzel rü'yâda.
Öyle sinmiş bu vatan semtine milliyyetimiz
Ki biziz hem görülen, hem duyulan, yalnız biz.
Mânevî çerçeve beş yüz senedir hep berrak;
Yaşıyanlar değil Allâh'a gidenlerden uzak.
Bir bahar yağmuru yağmış da açılmış havayı
Hisseden kimse hakîkat sanıyor hulyâyı.
Ahiret öyle yakın seyredilen manzarada,
O kadar komşu ki dünyâya duvar yok arada,
Geçer insan bir adım atsa birinden birine,
Kavuşur karşıda kaybettiği bir sevdiğine.



Serviliklerde sükûn, yolda sükûn, evde sükûn.
Bu taraf sanki bu halkıyle ezelden meskûn.
Bir afif âile sessizliği var evlerde;
Örtüyor fakrı asâletle çekilmiş perde.
Kaldırımsız, daracık, iğri sokak, doğru sokak..
Her geçildikçe basılmış ve düzelmiş toprak.
Kuru ekmekle, bayat peyniri lezzetle yiyen,
Çeşmeden her su içerken: "Şükür Allâh'a" diyen
Yaşıyor sâde maîşetlerin en sâfında;
Rûh esen kuytu mezarlıkların etrâfında.
Bu vatandaş biraz ahşapla, biraz kerpiçten
Yapabilmiş bu güzellikleri birkaç hiçten.
Türk'ün âsûde mizâcıyle Bizans'ın kederi
Karışıp mağrifet iklimi edinmiş bu yeri.



Şu fetih vak'ası, Yârab! Ne büyük mu'cizedir!
Her tecellîsini nakletmek uzundur birbir;
Bir tecellîsi fakat rûhu saatlerce sarar:
Koca Mustâpaşa var, câmii var, semti de var.
Elli yıl geçtiği günlerde büyük mu'cizeden,
Hak'dan ilhâm ile bir gün o güzel semte giden,
Rum vezîr, eski manastırda ederken secde,
Kalbi çok dolduran îmân ile gelmiş vecde,
Onu, tek Tanrısının mâbedi etmiş de hayâl,
Vakfedip her neye mâlikse, bütün mâl ü menâl,
Bir fetih câmii yapmak dilemiş İslâm'a.
Sebep olmuş bu eser yâd edilir bir nâma.



Dört asırdır inerek câmie nûr üstüne nûr
Yerde bulmuş yaşıyanlar da, ölenler de huzûr.
Ona hâlâ gidilirken geçilir bir yoldan,
Göze çarpar ölüm âyetleri sağdan soldan,
Sarmaşıklar, yazılar, taşlar, ağaçlar karışık;
Hâfız Osman gibi hattatla gömülmüş bir ışık
Bu mezarlıkta siyah toprağı aydınlatıyor;
Belli, kabrinde, O, bir nûra sarılmış yatıyor.
Gece, şi'riyle sararken Koca Mustâpaşa'yı
Seyredenler görür Allâh'a yakın dünyâyı.
Yolda tek tük görünenler çekilir evlerine;
Gece sessizliği semtin yayılır her yerine.
Bir ziyâretçi derin zevk alarak manzaradan,
Unutur semtine yollanmayı artık buradan.


Gizli bir his bana, hâtif gibi, ihtâr ediyor;
Çok yavaş, yalnız içimden duyulan sesle, diyor:
"Gitme! Kal! Sen bu taraf halkına dost insansın;
Onların meşrebi, iklîmi ve ırkındansın.
Gece, her yerdeki efsunlu sükûnundan iyi,
Avutur gamlıyı, teskîn eder endîşeliyi;
Ne ledünnî gecedir! Tâ ağaran vakte kadar,
Bir mücevher gibi Sünbül Sinan'ın rûhu yanar.
Ne saâdet! Bu taraflarda, her ülfetten uzak,
Vatanın fâtihi cedlerle berâber yaşamak!


Geç vakit semtime döndüm Koca Mustâpaşa'dan
Kalbim ayrılmadı bir an o güzel rü'yâdan.
Bu muammâyı uzun boylu düşündüm de yine,
Dikkatim hâdisenin vardı derinliklerine;
Bu geniş ülkede, binlerce lâtîf illerde,
Nice yıl, cedlerimiz kökleşerek bir yerde,
Mânevî varlığının resmini çizmiş havaya.
-Ki bugün karşılaşan benzetiyor rü'yâya.-


Kopmuşuz bizler o öz varlık olan manzaradan.
Bahseder gerçi duyanlar bir onulmaz yaradan;
Derler: İnsanda derin bir yaradır köksüzlük;
Budur âlemde hudutsuz ve hazîn öksüzlük.
Sızlatır bâzı saatler dayanılmaz bir acı,
Kökü toprakta kalıp kendi kesilmiş ağacı.
Rûh arar başka tesellî her esen rüzgârda.

Ne yazık! Doğmuyoruz şimdi o topraklarda!




MOHAÇ TÜRKÜSÜ

Bizdik o hücumun bütün aşkıyle kanatlı;
Bizdik o sabah ilk atılan safta yüz atlı.

Uçtuk Mohaç ufkunda görünmek hevesiyle,
Canlandı o meşhur ova at kişnemesiyle!

Fethin daha bir ülkeyi parlattığı gündü;
Biz uğruna can verdiğimiz yerde göründü.

Gül yüzlü bir afetti ki her busesi lale;
Girdik zaferin koynuna, kandık o visale!

Dünyaya veda ettik, atıldık doludizgin;
En son koşumuzdur bu! Asırlarca bilinsin!
Bir bir açılırken göğe, son def'a yarıştık;
Allaha giden yolda meleklerle karıştık.

Geçtik hepimiz dörtnala cennet kapısından;
Gördük ebedi cedleri bir anda yakından!

Bir bahçedeyiz şimdi şehitlerle beraber;
Bizler gibi ölmüş o yiğitlerle beraber.

Lakin kalacak doğduğumuz toprağa bizden
Şimşek gibi bir hatıra nal seslerimizden!


ERENLER

Ömrün şu biten neşvesi tâm olsun erenler
Son meclisi câm üstüne câm olsun erenler
Şükrânla vedâ ettiğimiz câm-ı fenâya
Son pendimiz ahlâfa devâm olsun erenler

Câizse harâbât-ı İlâhî'de de her şeb
Yârân yine rindân-ı kirâm olsun erenler
Tekrar mülâkî oluruz bezm-i ezelde
Evvel giden ahbâba selâm olsun erenler.


ITRÎ
Rıfkı Melûl Meriç'e


Büyük Itrî'ye eskiler derler,
Bizim öz mûsıkîmizin pîri;
O kadar halkı sevk edip yer yer,
O şafak vaktinin cihangîri,
Nice bayramların sabâh erken,
Göğü, top sesleriyle gürlerken,
Söylemiş saltanatlı tekbîri.


Tâ Budin'den Irâk'a, Mısr'a kadar,
Fethedilmiş uzak diyarlardan,
Vatan üstünde hür esen rüzgâr,
Ses götürmüş bütün baharlardan.
O dehâ öyle toplamış ki bizi,
Yedi yüz yıl süren hikâyemizi
Dinlemiş ihtiyar çınarlardan.

Mûsıkîsinde bir taraftan dîn,
Bir taraftan bütün hayât akmış;
Her taraftan, Boğaz, o şehrâyîn,
Mâvi Tunca'yla gür Fırât akmış.
Nice seslerle, gök ve yerlerimiz,
Hüznümüz, şevkimiz, zaferlerimiz,
Bize benzer o kâinât akmış.

Çok zaman dinledim Nevâ-Kâr'ı,
Bir terennüm ki hem geniş, hem şûh:
Dağılırken "Nevâ"nın esrârı,
Başlıyor şark ufuklarında vuzûh;
Mest olup sözlerinde her heceden,
Yola düşmüş, birer birer, geceden
Yürüyor fecre elli milyon rûh.

Kıskanıp gizlemiş kazâ ve kader
Belki binden ziyâde bestesini,
Bize mîrâsı kaldı yirmi eser.
"Nât"ıdır en mehîbi, en derini.
Vâkıâ ney, kudüm gelince dile,
Hızlanan mevlevî semâıyle
Yedi kat arşa çıkmış "Âyîn"i.

O ki bir ihtişamlı dünyâya
Ses ve tel kudretiyle hâkimdi;
Âdetâ benziyor muammâya;
Ulemâmız da bilmiyor kimdi?
O eserler bugün defîne midir?
Ebediyyette bir hazîne midir?
Bir bilen var mı? Nerdeler şimdi?

Öyle bir mûsıkîyi örten ölüm,
Bir tesellî bırakmaz insanda.
Muhtemel görmüyor henüz gönlüm;
Çok saatler geçince hicranda,
Düşülür bir hayâle, zevk alınır:
Belki hâlâ o besteler çalınır,
Gemiler geçmeyen bir ummanda.



İSTANBUL’U FETHEDEN YENİÇERİYE GAZEL

Vur Pençe-i Âlî'deki şemşîr aşkına
Gülbangi âsmânı tutan pîr aşkına

Ey leşker-i müfettihü'l-ebvâb vur bugün
Feth-i mübîni zâmin o tebşîr aşkına

Vur deyr-i küfrün üstüne rekz-i hilâl içün
Gelmiş bu şehsüvâr-i cihângîr aşkına

Düşsün çelengi Rûm'un, egilsün ser-i Firenk
Vur Türk'ü gönderen yed-i takdîr aşkına

Son savletinle vur ki açılsın bu sûrlar
Fecr-i hücûm içindeki tekbîr aşkına


ÇUBUKLU GAZELİ


Âheste çek kürekleri mehtâb uyanmasın
Bir âlem-i hayâle dalan âb uyanmasın

Âgûş-ı nev-baharda hâbdedir cîhan
Sürsün sabâh-ı haşre kadar hâb uyanmasın

Dursun bu mûsıki-i semâvî içinde saz
Leyl-i tarabda bir dahi mızrâb uyanmasın
Ey gül sükûta varmağı emreyle bülbüle
Gülşende mest-i zevk olan ahbâb uyanmasın

Değmez Kemal uyanmağa ikmâl-i ömr için
Varsın bu uykudan dil-i bîtâb uyanmasın


RÜBAİ

Her rind bu bezmin nedir encâmı bilir
Dünyâmızı nâgâh zalâm örtebilir
Bir bitmeyecek şevk verirken beste
Bir tel kopar âhenk ebediyyen kesilir



DEDE EFENDİ'YE RÜBAİ

Tâ’una giriftar olarak Mina’da
Can verdi cehennem gibi bir hummada
Fani ise öz bestelerin hallakı
Doğmak yaşamak nafiledir dünyada.


RÜBAİ

Ahbâbını ister iyi ister kötü seç
İdbâra düşersen seçilir er geç
Birçokları küsmüş gibi bîgâneleşir
Onlar sana küsmeden sen onlardan geç
























NECİP FAZIL KISAKÜREK
(1905- 1983)


Savcılık ve hakimlik görevlerinde bulunan hukukçu Abdülbaki Fazıl Bey ile Girit muhaciri bir ailenin kızı olan Mediha Hanım'ın çocuğu olarak 26 Mayıs 1904'te dünyaya gelen Kısakürek'in çocukluğu, "terbiyemi borçluyum" dediği, dönemin hakimlerinden büyükbabası Maraşlı Kısakürekzade Mehmet Hilmi Bey'in Çemberlitaş'taki konağında geçti.
Okumayı 5-6 yaşlarındayken dedesinden öğrenen ve günlük gazeteleri okuyarak çevresine anlatan Kısakürek, büyükannesi Zafer Hanım'ın da etkisiyle romanlar sayesinde okuma tutkusuyla tanıştı.
Kısakürek, mahalle mektebinde başladığı öğrenimine, Fransız Papaz Mektebi, Amerikan Koleji ve Rehber-i İttihad okullarında devam etti. İlkokulu Heybeliada Numune Mektebi'nde tamamlayan şair, 1916'da Yahya Kemal, Ahmet Hamdi Akseki, Hamdullah Suphi Tanrıöver'in de öğretmenlik yaptığı Mekteb-i Fünun-u Bahriye-i Şahane'ye (Deniz Harp Okulu) girdi. Usta yazarın tasavvufla ilk teması ise bu okuldaki edebiyat hocası İbrahim Aşki Bey'in kendisine verdiği "Semarat-ül Fuat" ve "Divan-ı Şah-ı Nakşibend" eserleriyle gerçekleşti.
Nazım Hikmet ile aynı okulda okudu
Şiire ilgisi öğrencilik yıllarında oluşan ve "Nihal" isminde haftalık bir dergi çıkarmaya başlayan Kısakürek, şair Nazım Hikmet Ran ile aynı okulda eğitim gördü.
Kısakürek, Lord Byron, Oscar Wilde, Shakespeare'in de aralarında bulunduğu önemli batılı yazarların eserlerini orijinal dilinde okudu.
Usta edebiyatçı, 1918'de Ahmet Haşim, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Faruk Nafiz, Ahmed Kudsi gibi edebiyatçılarla tanıştığı Darülfünun Edebiyat Medresesi Felsefe Bölümü'nde eğitime başlarken, Ziya Gökalp'in kurduğu, Yakup Kadri ve arkadaşlarının çıkardığı "Yeni Mecmua" dergisinde ilk kez şiiri yayımlandı.
Maarif Vekaleti'nin 1924'te açtığı sınavı kazanan Kısakürek, Milli Eğitim Bakanlığı bursuyla 20 yaşında Paris Sorbonne Üniversitesi'ne gitti ve bir sene sonra İstanbul'a dönerek ilk şiir kitabı "Örümcek Ağı"nı çıkardı.
Ünlü "Kaldırımlar" eserini 1928'de yayımlayan şairin bu eseri okurun büyük ilgisini ve hayranlığını kazandı. Kısakürek hakkında kullanılan "bir mısrası bir millete şeref vermeye yeter", "şimdiye kadar gelen şairlerin en büyüğü" gibi ifadeler de bu dönemde yoğunlaşmaya başladı.
Abdülhakim Arvasi ile tanıştıktan sonra eserlerinde tasavvufi düşüncenin izleri görüldü
1929'da Fikret Adil'in Asmalı Mescit'teki pansiyon odasında, Peyami Safa, ressam İbrahim Çallı, Tanburi Cemil Bey'in oğlu Mesut Cemil ve gazeteci Eşref Şefik gibi ünlü isimlerle kısa bir süre bohem hayatı yaşadı. 1930'da Ankara'da İş Bankası'nın genel muhasebe şefi olarak çalışmaya başlayan Kısakürek, bir taraftan da Ankara'da çıkarılan "Hakimiyet-i Milliye" gazetesinde tahlil yazıları yazdı.
Ankara'da bulunduğu dönemde Şevket Süreyya Aydemir'in müdürü olduğu Ankara Ticaret Lisesi'nde 2 ay öğretmen olarak görev alan Kısakürek, 1931'de Taksim Taşkışla'da bir buçuk yıl askeri eğitimin yanı sıra subaylık yaptı. Daha önce çıkardığı "Örümcek" ve "Kaldırımlar" şiirleriyle yeni yazdıklarını bir araya getirerek "Ben ve Ötesi" kitabını 1932'de çıkaran usta yazar, kitapta 1922'den 1932'ye kadar yazdığı 71 şiirine yer verdi.
Abdülhakim Arvasi ile 1934'te tanışan Kısakürek için bu tarih bir milat kabul oldu ve eserlerinde tasavvufi düşüncenin izleri görülmeye başlandı. Ayrıca bu dönemden sonra sanat ve edebiyat çevrelerinde "mistik şair" ve "bay mistik" diye anılmaya başlayan Kısakürek, bu söylemlere karşı "Tam 30 Yıl" başlıklı şiirinde "Tam 30 yıl saatim işlemiş, ben durmuşum. Gökyüzünden habersiz uçurtma uçurmuşum." ifadelerine yer verdi.
Kısakürek'in 1935'te Muhsin Ertuğrul'un tavsiyesiyle yazdığı "Tohum" ile 1937'de kaleme aldığı "Bir Adam Yaratmak" eserleri, İstanbul Şehir Tiyatroları'nda Ertuğrul'un rejisiyle sahnelenir.
İnsanları Anadolu’nun içinde barındırdığı tohumu keşfe çağıran, Maraş'ın Fransız işgalinden kurtuluşunu anlatan "Tohum", sanat çevrelerinden büyük ilgi görürken, halkın ilgisini çekmedi.
Cahit Sıtkı Tarancı, Krun gazetesinde oyunun ana teması olan madde-ruh karşıtlığını şu sözleriyle dile getirir:
“Edebiyatımızın bulutlu göklerine bir kavsi kuzah çizen bu anlayış, Necip Fazıl için, Necip Fazıl’ın tefekkür dünyası için ne zamandan beri olgunlaşa olgunlaşa dallarını kıracak bir raddeye gelen meyvelerin çatlayıp düşmesi kadar tabii ve deruni bir zaruretti; zira “Tohum” Eflatundan Bergson’a kadar insanlığın yüzyıllardır yetiştirdiği bütün büyük kafaların uykusunu kaçırmış olan bir meseleyi ruh ve madde münakaşasını diriltmekte, Necip Fazıl’ın bütün estetiği ise özün kabuğa, ruhun maddeye üstünlüğü prensibine dayanmaktadır.”
"Bir Adam Yaratmak" eseri ise olay örgüsü ve diyalogların derinliği bakımından herkes tarafından büyük ilgi gördü ve kendisinin "Türk Shakespeare'i" olarak anılmasının yolunu da açtı.
1936'da sahibi ve başyazarlığını yaptığı "Ağaç" mecmuası, çıktığı 17 sayı boyunca dönemin önde gelen entelektüellerini aynı çatı altında topladı.
Kendi deyimiyle "mücadele sahası"na girdiği 1938'de yeni bir milli marş yazılması için "Ulus" gazetesinin açtığı yarışmada kendisine yapılan teklifi kabul eden Kısakürek, yarışmadan vazgeçilmesi şartını öne sürdü. İsteği kabul gören Kısakürek, "Büyük Doğu Marşı"nı yazdı.
Kısakürek, Fatma Neslihan Baban ile 1941'de evlendi ve Mehmed, Ömer, Ayşe, Osman ve Zeynep isimli çocukları dünyaya geldi.
Necip Fazıl, ayrıca 1939-1943 yılları arasında Ankara Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi, Devlet Konservatuvarı'nda ve İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi'nde dersler verdi.
Atlara ve ata binmeye özel bir ilgi duyan usta şair, bu ilgisini de, "Dokuz yaşında ata bindim ve bir daha inmedim. Her binişimde büyüdüm ve her inişimde küçüldüm." sözleriyle dile getirdi. Kısakürek, "At'a Senfoni" adlı bir eser de kaleme aldı.

Büyük Doğu dergisinde ünlü isimlerin yazılarına yer verildi
İlk kez Eylül 1943'te haftalık olarak yayımlanmaya başlanan ve dönemin ünlü isimlerinin yazılarına da yer verilen "Büyük Doğu" dergisinde Necip Fazıl, ana hatlarıyla “İdeolocya Örgüsü” köşesinde açıkladığı düşünce sistemiyle özgül bir tarih muhasebesi, devlet anlayışı, estetik bakış ve fikrî duruş ortaya koyar.
Kısakürek'in dergide, "Adıdeğmez", "İstanbul Çocuğu", "Fa", "Tenkitçi", "N.F.K.", "Ne-Mu", "Ahmet Abdülbaki", "Abdinin Kölesi", "Bankacı", "Be-De", "Dilci", "İstanbullu", "Muhbir" gibi takma isimlerle de yazıları yayımlandı.
Bakanlar Kurulu kararıyla 1944'te kapatılan dergi, 1945'te yeniden yayımlanmaya başlasa da 1 yıl sonra bir kez daha kapatıldı. Dergi, 1947'de yeniden okuyucuyla buluştu fakat kısa süre sonra mahkeme kararıyla yine kapatılırken bu kez Kısakürek tutuklandı ve derginin sahibi görünen eşi Neslihan Hanım ile "Padişahlık propagandası yapmak-Türklüğe ve Türk milletine hakaret" etmekten yargılandı.
Şair Kısakürek, 1949'da "Büyük Doğu Cemiyeti"ni kurmasından yaklaşık bir sene sonra, eşi Neslihan Kısakürek ile cezaevine girdi ve aynı yıl yapılan genel seçimlerden sonra Demokrat Parti'nin çıkardığı Af Kanunu ile serbest kaldı.
İslami değerleri öne çıkarmasıyla dikkati çeken "Büyük Doğu"yu tekrar tekrar çıkaran Kısakürek'in dünya görüşünü ve cemiyet nizamına ait düşüncelerini aksettiren "İdeolocya Örgüsü" yazıları da bu dönemde başladı.
Derginin çıkmadığı zamanlarda, "Yeni İstanbul", "Son Posta", "Babıalide Sabah", "Bugün", "Milli Gazete", "Her Gün" ve "Tercüman" gazetelerinde Kısakürek'in günlük fıkra ve yazıları yayımlandı.
Birçok kez cezaevine giren Kısakürek'in farklı dönemlerle 512 sayıya ulaştırdığı "Büyük Doğu" dergisinde Özdemir Asaf, Peyami Safa, Nurettin Topçu, Nihal Atsız, Cemil Meriç, Şevket Eygi, Sezai Karakoç, Sabahattin Zaim, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Ziya Osman Saba, Sabahattin Kudret Aksal, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Sait Faik, Oktay Akbal, Samiha Ayverdi, Reşat Ekrem Koçu ve Ahmet Adnan Saygun'un da aralarında bulunduğu pek çok isim yer aldı.
Necip Fazıl Kısakürek'in "baş eser" olarak gördüğü, şiir mefküresini de ortaya çıkaran "Çile" eseri 1962'de okuyucuyla buluşur. Necip Fazıl, bütün şiirleri arasından bir “süzme ve bütünleştirme” yaptığını söyleyerek bu kitabın dışındaki şiirlerinin artık kendisine mal edilmemesini ister.
Mehmet Kaplan "Çile"yi “Necip Fazıl’ın düşünce ve estetik dünyasının çok olgun bir örneği" olarak görür. Sezai Karakoç ise şairi şöyle değerlendirir: "Şiir aslında Necip Fazıl’da sürekli olarak, ‘ben’in hiçlikle yaptığı ölümüne savaşın en etkili belki de tek silahıdır."
Kısakürek, Büyük Doğu Hareketi'yle geniş kitlelere ulaştı ve 1963'te başta İzmir, Erzurum, Bursa olmak üzere Türkiye'nin her tarafına yayılan konferans dizisine başladı. Yurdun en ücra kazalarında bile insanlarla bir araya gelen Kısakürek'in bu konferansları daha sonra yurt dışına da taşındı.
1972'de Almanya'ya giden şair Kısakürek, 1973'te oğlu Mehmed ile Büyük Doğu Yayınevi'ni kurdu. Yayınevi bünyesinde "Esselam" isimli manzum eserinden başlayarak daha evvel çeşitli yayınevlerince basılmış eserlerinin düzenli yayınına başlandı.
Mehmed Kısakürek o günleri bir söyleşisinde şöyle anlattı:
"Büyük Doğu Yayınları 1973 senesinde kuruldu. Daha doğrusu kurduruldu. Bana kurduruldu. Vefatından 10 yıl önce bendenizin adına... Bu nokta benim için önemli... Yani bana veraseten intikal etmiş değil...
73 baharıydı; "düş önüme!" dedi. Gittik, Sultanahmet taraflarında küçük bir oda tuttuk. Dikdörtgen şeklinde ince uzun formika bir masayla iki âdi sandalye satın aldık. Bir de çay ihtiyacımız için küçük bir ispirto ocağı...

Masanın bir ucuna oturdu. Karşısına da ben...

"- Haydi bakalım, başla yazmaya!"

dedi."

1980'de "Sultanu'ş Şuara" unvanını aldı
Milli Türk Talebe Birliği (MTTB) tarafından 1975'te mücadelesinin 40'ıncı yılı münasebetiyle jübile düzenlenen Kısakürek, 1976'dan 1980'e kadar 13 sayı "Rapor" dergisini yayımladı.
Okura büyük ufuk aşılayan 1943'le 1978 yılları arasındaki 36 yıllık Büyük Doğu külliyatı, Anadolu coğrafyasının sınırlarını aşan bir sesi yeryüzüne taşır.
Türk Edebiyatı Vakfınca 1980'de "Sultanu'ş Şuara (Şairler Sultanı)" unvanı verilen Necip Fazıl Kısakürek, Baki'den sonra bu unvanına sahip ikinci şair olarak tarihe geçti. 1980'de Kültür Bakanlığı Büyük Ödülü verilen Kısakürek, 1981'de Milli Kültür Vakfı Armağanı'nı, 1982 yılında da Türkiye Yazarlar Birliği "Üstün Hizmet Ödülü"nü aldı.
"Üstad" olarak anılan Kısakürek, hayatı boyunca "Künye", "Sabır Taşı", "Çerçeve", "Para", "Vatan Şairi Namık Kemal", "İdeolocya Örgüsü", "Son Devrin Din Mazlumları", "Halkadan Pırıltılar", "Çöle İnen Nur", "Maskenizi Yırtıyorum", "Ulu Hakan II. Abdülhamid Han", "Kanlı Sarık", "Sonsuzluk Kervanı", "At'a Senfoni", "Sahte Kahramanlar", "Her Cephesiyle Komünizm", "Babıali", "Ahşap Konak" ve "Reis Bey"in de aralarında bulunduğu çok sayıda esere imza attı.
Usta edebiyatçının "Bir Adam Yaratmak" eseri 1977'de Yücel Çakmaklı tarafından televizyona, "Reis Bey" adlı eseri ise Mesut Uçakan tarafından sinemaya uyarlandı. "Bir Adam Yaratmak" eseri 2002'de, "Reis Bey" eseri 2017'de İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları tarafından sahneye konulan Kısakürek'in "Reis Bey" oyunu ayrıca 2012'de Devlet Tiyatrolarınca tiyatroseverlerin beğenisine sunuldu.
Aksiyon ve dava adamı Kısakürek, şiirde olduğu kadar Türk fikir, siyaset ve sosyal hayatında emsalsiz izler bırakırken pek çok ismin hayatına yön verdi.
Yaklaşık 80 yıllık ömrüne birçok gazete ve dergide sayısız yazı, "Ağaç", "Rapor" ve "Büyük Doğu" adlarıyla çıkardığı dergi, düzineleri aşan konferans ve hitabenin yanı sıra 70 eser sığdıran Üstad, şeker hastalığı sebebiyle Erenköy'deki evinde 25 Mayıs 1983'te vefat etti. Cenaze namazı, Türkiye'nin her tarafında binlerce gencin katılımıyla Fatih Camisi'nde kılınan Kısakürek'in naaşı omuzlarda taşınarak, Eyüp Sultan Mezarlığı'nda toprağa verildi.
Üstad Necip Fazıl Kısakürek'in aynı zamanda manevi ve kültürel mirasını yaşatmak amacıyla Star gazetesi tarafından 6 yıldır, Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın desteğiyle "Necip Fazıl Ödülleri" takdim ediliyor.
"Batı edebiyatında eşleri ve özdeşleri bulunmayan bir sesti Necip Fazıl"
Şair, yazar Mehmet Akif İnan, TRT'de yer alan röportajında Necip Fazıl Kısakürek için şunları kaydetmişti:
"Eserleri tür ve konu bakımından ilginçtir. Şiir, tiyatro, hikaye ve romandan dine, tasavvufa, tarihe ve siyasete kadar hemen hemen her alanı kapsar. Yazdıklarının tümü onu düşünür ve bir sanat adamı olarak çıkarıyor karşımıza. Ama Necip Fazıl'ın en önde gelen ve en başta anılan yönüyse şairliğidir. Şairliği de onun mütefekkir ve araştırıcı kişiliğinin bütün ipuçlarını kapsar. Aslında gerek kendi edebiyatımızda ve gerekse Tanzimat'tan beridir gölgesini üstümüzden eksiltmediğimiz Batı edebiyatında eşleri ve özdeşleri bulunmayan bir sesti Necip Fazıl. İnsanı sosyal ve kişisel sorunlarıyla yakalama ve bunları hiç alışılmamış imajlarla sergileme özelliği Necip Fazıl'ın şiir karakteristiğini oluşturur."
Şair Sezai Karakoç ise Necip Fazıl Kısakürek'in en önemli misyonunun "İslam" idealini gündeme getirmesi ve onu ömrü boyunca yüksek sesle savunması olduğunu Diriliş Dergisi'nde şu sözlerle anlatmıştı:
"Şüphesiz büyük bir şairdi. Şiiri hakkında en uzun incelemeyi yapmış biri olarak burada onun üzerinde durmayı fazla bulurum. O inceleme ki, nice incelemelerin, doktora tezlerinin hazırlanmasında bir kaynak oldu. Yalnız ona mahsus olan bir özellik, bir düşünürdü Üstad. Önemli bir piyes yazarıydı. Polemik yanı, tartışma kalemi ve cesareti ünlüydü. Nice tabu konulara el atmıştı. Fakat asıl özelliği bunların ötesinde... Çünkü şair olarak, piyes yazarı olarak geçmişte ya da çağda, bizde ya da dışarıda emsali bulunabilir. Ama, öyle bir özelliği var ki, bu, geldiği çağ gereği, yalnız ona mahsus olan bir özellik. Misyonu da bu noktada gizli üstadın. Bu misyon, ülkemizde, entelektüel planda, sadece bilim alanında değil, yaşama planında 'İslam'ın gündeme getirilmesidir. Entelektüellerin İslam'a dönüp bakmaları sağladı. İslam'ı bir hayat tarzı olarak seçmemiz gerektiğini söyledi. İslam'ı çağımız insanı için de, gelecek zaman insanı için de yaşanacak bir hayat tarzı olarak seçmemiz gerektiğini O söyledi. O, bunu bir bilim konusu gibi değil, canlı bir savaşım şeklinde sürdürdü."

Eserleri.

Şiirleri gibi yazılarını da defalarca yayımlamış ve hemen her defasında az çok değişiklikler yapmış olan Necip Fazıl’ın kitap haline gelmiş eserlerinde birinden diğerine iktibas edilmiş parçalar, özellikle şiir ve hikâye kitaplarında ilâveler ve çıkarmalar bulunmaktadır. Kitaplarının hemen hepsi İstanbul’da basılmıştır. Şiir. Örümcek Ağı (1925), Kaldırımlar (1928), Ben ve Ötesi (1932), 101 Hadis (1951), Sonsuzluk Kervanı (Ankara 1955), Çile (1962), Şiirlerim (1969), Esselâm -Mukaddes Hayattan Levhalar- (1973), Öfke ve Hiciv (1988). Tiyatro ve Senaryo Romanı. Tohum (1935), Bir Adam Yaratmak (1938), Künye (1938), Sabır Taşı (1940), Para (1942), Vatan Şairi Namık Kemal (1944), Nâm-ı Diğer Parmaksız Salih (1949), Reis Bey (1964), Ahşap Konak (1964), Siyah Pelerinli Adam (1964), Ulu Hakan Abdülhamid Han (1969), Yunus Emre (1969), Mukaddes Emanet (1971), Senaryo Romanları (1972), İbrahim Edhem (1978; tiyatrolarından on üçü Kültür Bakanlığı tarafından üç cilt halinde topluca yayımlanmıştır, İstanbul 1976). Hikâye ve Roman. Meşum Yakut (1928), Birkaç Hikâye Birkaç Tahlil (Ankara 1933), Ruh Burkuntularından Hikâyeler (1965), Hikâyelerim (1970), Aynadaki Yalan (1980), Kafa Kâğıdı (1984). Hâtıra. Cinnet Mustatili (1955), Büyük Kapı (1965), Yılanlı Kuyudan (1970), Hac’dan Çizgiler, Renkler ve Sesler ve Nur Mahyaları (1973), O ve Ben (1974), Bâbıâli (1975). Din-Tasavvuf. Halkadan Pırıltılar (1948), O ki O Yüzden Varız (1961), İman ve Aksiyon (1964), Hazret-i Ali (1964), Peygamber Halkası (1968), Çöle İnen Nur (1969), Son Devrin Din Mazlumları (1969), Nur Harmanı (1970), Doğru Yolun Sapık Kolları (1978), İman ve İslâm Atlası (1981), Batı Tefekkürü ve İslâm Tasavvufu (1982). Deneme, Fıkra, Siyasî-Tarihî İnceleme. Abdülhak Hamid ve Dolayısiyle (Zonguldak 1937), Namık Kemal. Şahsı, Eseri, Tesiri (Ankara 1940), Çerçeve (1940), Müdafaa (1946), Maskenizi Yırtıyorum (1953), At’a Senfoni (1958), Büyük Doğu’ya Doğru (1959), Türkiye’de Komünizma ve Köy Enstitüleri (1962), Ulu Hakan Abdülhamid Han (1965, 1970), Büyük Mazlumlar (1966), Türkiye’nin Manzarası (1968, 1973), Tanrıkulu’ndan Dinlediklerim (I-II, 1968), Bin Bir Çerçeve (I-V, 1968-1969), Vahîdüddin (1968), İdeolocya Örgüsü (1968), Benim Gözümle Menderes (1970), Tarihimizde Moskof (1973), Rapor (I-XIII, 1976-1980), Yolumuz, Halimiz, Çaremiz (1977), İhtilâl (1977), Yeniçeri (1977), Sahte Kahramanlar (1984)


ŞİİRLERİNDEN ÖRNEKLER



Yeryüzünde yalnız benim serseri,
Yeryüzünde yalnız ben derbederim.
Herkesin dünyada varsa bir yeri,
Ben de bütün dünya benimdir derim

Yıllarca gezdirdim hoyrat başımı,
Aradım bir ömür arkadaşımı.
Ölsem dikecek yok mezar taşımı;
Kendime ben bile hayret ederim.


Gönlüm ne dertlidir ne de bahtiyar,
Ne kendisine yar ne kimseye yar,
Bir rüya uğrunda ben diyar,
Gölgemin peşinden yürür giderim.

*
Tam otuz yıl saatim işlemiş, ben durmuşum.
Gökyüzünden habersiz uçurtma uçurmuşum


*
Anladım işi sanat Allah’ ı aramakmış,
Marifet bu, gerisi yalnız çelik çomakmış

*
Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak
Haykırsam kollarımı makas gibi açarak.


*
Kubur faresi hayat, meselesiz, gerçeksiz;
Heykel destek üstünde benim ruhum desteksiz

*
Mezarda kan terliyor babamın iskeleti;
Ne yaptık ne yaptılar mukaddes emaneti?

*
Mehmed’im sevinin başlar yüksekte;
Ölsek de sevinin, eve dönsek de.
Sanma ki kalır bu tekerlek tümsekte...
Yarın elbet bizim, elbet bizimdir;
Gün doğmuş, gün batmış, ebed bizimdir.

Yunus, onun en çok gıpta ettiği şairdir:


*
Rüzgâra bir koku ver ki hırkandan,
Geleyim izine doğru arkandan.
Bırakmam, tutmuşum artık yakandan
Medet ey Yunus’um, dervişim medet!


ÇİLE


Gaiplerden bir ses geldi: Bu adam
Gezdirsin boşluğu ense kökünde!
Ve uçtu tepemden birdenbire dam;
Gök devrildi, künde üstüne künde...

Pencereye koştum: Kızıl kıyamet!
Dediklerin çıktı, ihtiyar bacı.
Sonsuzluk, elinde bir mavi tülbent,
Ok çekti yukardan üstüme avcı.

Ateşten zehrini tattım bu okun,
Bir anda kül etti can elmasımı.
Sanki burnum değdi burnuna yokun,
Kustum öz ağzımdan kafatasımı.

Bir bardak su gibi çalkandı dünya;
Söndü istikamet, yıkıldı boşluk.
Al sana hakikat, al sana rüya!
İşte akıllılık, işte sarhoşluk!



Ensemin örsünde bir demir balyoz,
Sığındım yatağa son çare diye.
Bir kanlı şafakta bana çil horoz,
Yepyeni bir dünya etti hediye.


SAKARYA TÜRKÜSÜ


İnsan bu, su misali, kıvrım kıvrım akar ya;
Bir yanda akan benim, öbür yanda Sakarya.

Su iner yokuşlardan, hep basamak basamak;
Benimse alın yazım, yokuşlarda susamak.

Her şey akar, su, tarih, yıldız, insan ve fikir;
Oluklar çift; birinden nur akar, birinden kir.

Akışta demetlenmiş, büyük, küçük, kâinat;
Şu çıkan buluta bak, bu inen suya inat?

Fakat Sakarya başka, yokuş mu çıkıyor ne,
Kurşundan bir yük binmiş, köpükten gövdesine;

Çatlıyor, yırtınıyor yokuşu sökmek için.
Hey Sakarya, kim demiş suya vurulmaz perçin?

Rabbim isterse, sular büklüm büklüm burulur,
Sırtına Sakarya’nın, Türk tarihi vurulur.

Eyvah, eyvah, Sakarya’m, sana mı düştü bu yük?
Bu dâva hor, bu dâva öksüz, bu dâva büyük!

Ne ağır imtihandır, başındaki, Sakarya!
Bin bir başlı kartalı nasıl taşır kanarya?

İnsandır sanıyordum mukaddes yüke hamal.
Hamallık ki sonunda, ne rütbe var, ne de mal,
Yalnız acı bir lokma, zehirle pişmiş aştan
Ve ayrılık, anneden, vatandan, arkadaştan.

Şimdi dövün Sakarya, dövünmek vakti bu ân;
Kehkeşanlara kaçmış eski güneşleri an!

Hani Yunus Emre ki, kıyında geziyordu;
Hani ardına çil çil kubbeler serpen ordu?

Nerede kardeşlerin, cömert Nil, yeşil Tuna;
Giden şanlı akıncı, ne gün döner yurduna?

Mermerlerin nabzında hâlâ çarpar mı tekbir?
Bulur mu deli rüzgâr o sedayı: Allah bilir!

Bütün bunlar sendedir, bu girift bilmeceler;
Sakarya, kandillere katran döktü geceler.

Vicdan azabına eş, kayna kayna Sakarya,
Öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya!

İnsan üç beş damla kan, ırmak üç beş damla su;
Bir hayata çattık ki, hayata kurmuş pusu.

Geldi ölümlü yalan, gitti ölümsüz gerçek;
Siz, hayat süren leşler, sizi kim diriltecek?

Kaf dağını assalar, belki çeker de bir kıl!
Bu ifritten sualin, kılını çekmez akıl!

Sakarya; sâf çocuğu, mâsum Anadolunun,
Divanesi ikimiz kaldık Allah yolunun!

Sen ve ben, gözyaşıyla ıslanmış hamurdanız;
Rengimize baksınlar, kandan ve çamurdanız!

Akrebin kıskacında yoğurmuş bizi kader;
Aldırma, böyle gelmiş, bu dünya böyle gider!

Bana kefendir yatak, sana tabuttur havuz;
Sen kıvrıl, ben gideyim, Son Peygamber kılavuz!

Yol onun, varlık onun, gerisi hep angarya;
Yüzüstü çok süründün, ayağa kalk, Sakarya!



KALDIRIMLAR

Sokaktayım, kimsesiz bir sokak ortasında;
Yürüyorum, arkama bakmadan yürüyorum.
Yolumun karanlığa saplanan noktasında,
Sanki beni bekleyen bir hayal görüyorum.

Kara gökler kül rengi bulutlarla kapanık;
Evlerin bacasını kolluyor yıldırımlar.
İn cin uykuda, yalnız iki yoldaş uyanık.
Biri benim, biri de serseri kaldırımlar.

İçimde damla damla bir korku birikiyor;
Sanıyorum her sokak başını kesmiş devler.
Üstüme camlarını, hep simsiyah, dikiyor;
Gözüne mil çekilmiş bir âmâ gibi evler.

Kaldırımlar, çilekeş yalnızların annesi;
Kaldırımlar, içimde yaşamış bir insandır.
Kaldırımlar, duyulur, ses kesilince sesi;
Kaldırımlar, içimde kıvrılan bir lisandır.

Bana düşmez can vermek yumuşak bir kucakta
Ben bu kaldırımların emzirdiği çocuğum!
Aman, sabah olmasın, bu karanlık sokakta;
Bu karanlık sokakta bitmesin yolculuğum!

Ben gideyim yol gitsin ben gideyim yol gitsin
İki yanımdan aksın, bir sel gibi fenerler.
Tak, tak, ayak sesimi aç köpekler işitsin;
Yolumun zafer takı, gölgeden taş kemerler.


Ne sabahı göreyim ne sabah görüneyim;
Gündüzler size kalsın, verin karanlıkları!
Islak bir yorgan gibi, sımsıkı bürüneyim;
Örtün, üstüme örtün, serin karanlıkları.

Uzanıverse gövdem, taşlara boydan boya;
Alsa buz gibi taşlar alnımdan bu ateşi.
Dalıp, sokaklar kadar esrarlı bir kuyuya,
Ölse, kaldırımların kara sevdalı eşi.



MUHASEBE


Ben artık ne şairim ne fıkra muharriri!
Sadece beyni zonklayanlardan biri!

Bakmayın tozduğuma meşhur Babıâli’de!
Bulmuşum rahatımı ben bir tesellide.

Fikrin ne fahişesi oldum ne zamparası!
Bir vicdanın, bilemem, kaçtır hava parası?

Evet, kafam çatlıyor, güya ulvi hastalık;
Bendedir, duymadığı dertlerle kalabalık.

Büyük meydana düştüm, uçtu fildişi kulem;
Milyonlarca ayağın altında kaldı kellem.

Üstün çile, dev gibi geldi çattı birden! Tos!
Sen cüce sanatkârlık sana büsbütün paydos

Cemiyet, ah cemiyet, yok edilen ruhiyle;
Ve cemiyet, cemiyet, yok edilen güruhiyle...

Çok var ki bu hınç bende fikirdir fikirse hınç!
Genç adam, al silahı; iman tılsımlı kılınç!

İşte bütün meselem, her meselenin başı,
Ben bir genç arıyorum, gençlikle köprübaşı!

Tırnağı en yırtıcı hayvanın pençesinden,
Daha keskin eliyle, başını ensesinden,

Ayırıp o genç adam, uzansa yatağına;
Yerleştirse başını, iki diz kapağına;

Soruverse: Ben neyim ve bu hal neyin nesi?
Yetiş, yetiş, hey sonsuz varlık muhasebesi!

Dışımda bir dünya var, zıpzıp gibi küçülen,
İçimde homurtular, inanma diye gülen...

İnanmıyorum, bana öğretilen tarihe!
Sebep ne, mezardansa bu hayatı tercihe?

Üç katlı ahşap evin her katı ayrı âlem!
Üst kat: Elinde tespih, ağlıyor babaannem,
Orta kat: Mavs oynayan annem ve âşıkları,
Alt kat: Kız kardeşimin tamtamda çığlıkları;

Bir kurtlu peynir gibi, ortasından kestiğim;
Buyrun ve maktaından seyredin, işte evim!

Bu ne hazin ağaçtır, bütün ufkumu tutmuş!
Koku iffet, dalları taklit, meyvesi fuhuş...

Rahminde cemiyetin ben doğum sancısıyım!
Mukaddes emanetin dönmez davacısıyım!

Zamanı kokutanlar mürteci diyor bana;
Yükseldik sanıyorlar, alçaldıkça tabana.

Zaman korkunç daire ilk ve son nokta nerde
Bazı geriden gelen, yüz bin devir ilerde!

Yeter senden çektiğim, ey tersi dönmüş ahmak!
Bir saman kâğıdından, bütün iş kopya almak

Ve sonra kelimeler; kutlu, mutlu, ulusal.
Mavalları bastırdı devrim isimli masal.

Yeni çirkine mahkûm, eskisi güzellerin;
Allah kuluna hâkim, kulları heykellerin!

Buluştururlar bizi, elbet bir gün hesapta;
Lafını çok dinledik, şimdi iş inkılapta!

Bekleyin, görecektir, duranlar yürüyeni!
Sabredin, gelecektir, solmaz, pörsümez Yeni!

Karayel, bir kıvılcım; simsiyah oldu ocak!
Gün doğmakta, anneler ne zaman doğuracak?


KARACAAHMET

Deryada sonsuzluğu zikretmeye ne zahmet!
Al sana, derya gibi sonsuz Karacaahmet!

Göbeğinde yalancı şehrin, sahici belde;
Ona sor, gidenlerden kalan şey neymiş elde?

Mezar, mezar, zıtların kenetlendiği nokta;
Mezar, mezar, varlığa yol veren geçit, yokta...

Onda sırların sırrı: Bulmak için kaybetmek.
Parmakların saydığı ne varsa hep tüketmek.

Varmak o iklime ki, uğramaz ihtiyarlık;
Ebedi gençliğin taht kurduğu yer, mezarlık.

Ebedi gençlik ölüm, desem kimse inanmaz;
Taş ihtiyarlar, servi çürür, ölüm yıpranmaz.

Karacaahmet bana neler söylüyor, neler!
Diyor ki, viran olmaz tek bucak, viraneler,

Zaman deli gömleği, onu yırtan da ölüm;
Ölümde yekpare an, ne kesiklik, ne bölüm...

Hep olmadan hiç olmaz, hiçin ötesinde hep;
Bu mu dersin taşlarda donmuş sukuta sebep?

Kavuklu, başörtülü, fesli, baş acık taşlar;
Taşlara yaslanmış da küflü kemikten başlar,

Kum dolu gözleriyle süzüyor insanları;
Süzüyor, sahi diye toprağa basanları.

Onlar ki, her nefeste habersiz öldüğünden,
Gülüp oynamaktalar, gelir gibi düğünden.

Onlar ki, sıfırlarda rakamları bulmuşlar,
Fikirden kurtularak, ölümden kurtulmuşlar.

Söyle Karacaahmet, bu ne acıklı talih!
Taşlarına kapanmış, ağlıyor koca tarih!


ANNEME MEKTUP

Ben bu gurbete ile düştüm düşeli,
Her gün biraz daha süzülmekteyim.
Her gece, içinde mermer döşeli,
Bir soğuk yatakta büzülmekteyim.

Böylece bir lâhza kaldığım zaman,
Geceyi koynuma aldığım zaman,
Gözlerim kapanıp daldığım zaman,
Yeniden yollara düzülmekteyim.

Son günüm yaklaştı görünesiye,
Kalmadı bir adım yol ileriye;
Yüzünü görmeden ölürsem diye,
Üzülmekteyim ben, üzülmekteyim.

DÖNEMEÇ

Bir gündü, hava ılık
Ve cadde kalabalık

Bir kadın sapıverdi önümden dönemece;
Yalnız bir endam gördüm arkasından, ipince.
Ve görmeden sevdiğim, işte bu kadın dedim,
Çarpıldım sendeledim.

Bir gündü mevsim bayat
Ve esmekte hayat...
Dönemeçten bir tabut çıktı ve üç beş adam;
Yalnız bir ahenk sezdim, çerçevede bir endam.
Ve tabutta, incecik, o kadın var, anladım;
Bir köşede ağladım.



ZİNDANDAN MEHMEDE MEKTUP

Zindanda iki hece. Mehmed'im lafta!
Baba katiliyle baban bir safta!
Bir de geri adam, boynunda yafta...

Halimi düşünüp yanma Mehmed'im!
Kavuşmak mı? Belki ...Daha ölmedim!
Avlu... Bir uzun yol... Tuğla döşeli,
Kırmızı tuğlalar altı köşeli.
Bu yol da tutuktur hapse düşeli...

Git ve gel... Yüz adım... Bin yıllık konak
Ne ayak dayanır buna ne tırnak!

Bir alem ki, gökler boru içinde.
Akıl almazların zoru içinde
Üst üste sorular soru içinde.

Düşün mü, konuş mu, sus mu, unut mu?
Buradan insan mı çıkar, tabut mu?

Bir idamlık Ali vardı, asıldı
Kaydını düştüler, mühür basıldı.
Geçti gitti, birkaç günlük fasıldı

Ondan kalan, boynu bükük ve sefil;
Bahçeye diktiği üç beş karanfil...

Müdür bey dert dinler, bugün “maruzat"!
Çatık kaş... Hükümet dedikleri zat...
Beni Allah tutmuş kim eder azat?

Anlamaz; yazısız, pulsuz, dilekçem...
Anlamaz! Ruhuma geçti bilekçem!

Saat beş dedi mi, bir yırtıcı zil
Sayım var, maltada hizaya dizil!
Tek yekûn içinde yazıl ve çizil!

İnsanlar zindanda birer kemmiyet;
Urbalarla kemik, mintanlarla et.

Somurtuş gibi bıçak, nara gibi tokat;
Zift dolu gözlerde karanlık kat kat...
Yalnız seccademin yönünde şefkat

Beni kimsecikler okşamaz madem
Öp beni alnımdan, sen öp seccadem!

Çaycı getir ilaç kokulu çaydan!
Dakika düşelim, senelik paydan!
Zindanda dakika farksız aydan

Karıştır çayını zaman erisin
Kopuk kopuk, duman duman erisin!

Peykeler, duvara mıhlı peykeler
Duvarda, başlardan yağlı lekeler
Gömülmüş duvara, baş baş gölgeler...
Duvar, katil duvar yolumu biçtin
Kanla dolu sünger... Beynimi içtin

Sükût... Kıvrım kıvrım uzaklık uzar
Tek nokta seçemez dünyada nazar
Yerinde mi acep, ölü ve mezar?

Yeryüzü boşaldı habersiz miyiz?
Güneşe göç var da kalan biz miyiz?

Ses demir, su demir ve ekmek demir...
İstersen demirde muhali kemir.
Ne gelir ki elden, kader bu, emir...

Garip pencerecik, küçük daracık;
Dünyaya kapalı, Allah’a açık

Dua, dua eller karıncalanmış;
Yıldızlar avuçta, gök parçalanmış
Gözyaşı bir tarla, hep yoncalanmış
Bir soluk, bir tütsü, bir uçan buğu
İplik ki incecik, örer boşluğu

Ana rahmi zahir, şu bizim koğuş
Karanlığında nur, yeniden doğuş...
Sesler duymaktayım; Davran ve boğuş!

Sen bir devsin, yükü ağırdır devin!
Kalk ayağa, dimdik doğrul ve sevin!

Mehmed'im, sevinin, başlar yüksekte!
Ölsek de sevinin, eve dönsek de!
Sanma bu tekerlek kalır tümsekte!

Yarın elbet bizim, elbet bizimdir!
Gün doğmuş, gün batmış, ebed bizimdir


CANIM İSTANBUL


Ruhumu eritip de kalıpta dondurmuşlar;
Onu İstanbul diye toprağa kondurmuşlar.

İçimde tüten bir şey; hava, renk, eda, iklim;
O benim, zaman, mekân aşıp geçmiş sevgilim.

Çiçeği altın yaldız, suyu telli pulludur;
Ay ve güneş ezelden iki İstanbulludur.

Denizle toprak, yalnız onda ermiş visale
Ve kavuşmuş rüzgâr onda, onda misale.

İstanbul benim canım;
Vatanım da vatanım...

İstanbul,
İstanbul...
Tarihin gözleri var, surlarda delik delik;
Servi, endamlı servi, ahirete perdelik...

Bulutta şaha kalkmış Fatih'ten kalma kır at;
Pırlantadan kubbeler, belki bir milyar kırat...

Şahadet parmağıdır göğe doğru minare;
Her nakışta o mana: Öleceğiz ne çare?..

Hayattan canlı ölüm, günahtan baskın rahmet;
Beyoğlu tepinirken ağlar Karacaahmet...

O manayı bul da bul!
İlle İstanbul’da bul!

İstanbul,
İstanbul...
Boğaz gümüş bir mangal, kaynatır serinliği;
Çamlıca'da yerdedir göklerin derinliği.

Oynak sular yalının alt katına misafir;
Yeni dünyadan mahzun, resimde eski sefir.

Her akşam camlarında yangın çıkan Üsküdar,
Perili ahşap konak, koca bir şehir kadar...

Bir ses, bilemem tambur gibi mi ud gibi mi?
Cumbalı odalarda inletir "Kâtibim"i.

Kadını keskin bıçak,
Taze kan gibi sıcak.

İstanbul,
İstanbul...

Yedi tepe üstünde zaman bir gergef işler!
Yedi renk, yedi sesten sayısız belirişler...

Eyüp öksüz, Kadıköy süslü, Moda kurumlu,
Adada rüzgâr, uçan eteklerden sorumlu.

Her şafak Hisarlarda oklar çıkar yayından
Hâlâ çığlıklar gelir Topkapı sarayından.

Ana gibi yar olmaz, İstanbul gibi diyar;
Güleni şöyle dursun, ağlayanı bahtiyar...

Gecesi sümbül kokan
Türkçesi bülbül kokan,

İstanbul,








BEKLENEN


Ne hasta bekler sabahı
Ne taze ölüyü mezar
Ne de şeytan bir günahı
Seni beklediğim kadar.

Geçti istemem gelmeni
Yokluğunda buldum seni
Bırak vehminde gölgeni
Gelme artık neye yarar.


ANNECİĞİM

Ak saçlı başını alıp eline,
Kara hülyalara dal anneciğim!
O titrek kalbini bahtın yeline,
Bir ince tüy gibi sal anneciğim!

Sanma bir gün geçer bu karanlıklar,
Gecenin ardında yine gece var;
Çocuklar hıçkırır, anneler ağlar,
Yaşlı gözlerinle kal anneciğim!

Gözlerinde aksi bir derin hiçin,
Kanadın yayılmış, çırpınmak için;
Bu kış yolculuk var, diyorsa için,
Beni de beraber al anneciğim


UTANSIN


Tohum saç, bitmezse toprak utansın!
Hedefe varmayan mızrak utansın!

Hey gidi küheylan, koşmana bak sen!
Çatlarsan, doğuran kısrak utansın!

Eski çınar şimdi Noel ağacı;
Dallarda iğreti yaprak utansın!


Ustada kalırsa bu öksüz yapı,
Onu sürdürmeyen çırak utansın!

Ölümden ilerde varış dediğin,
Geride ne varsa bırak utansın!

Ey bin bir tanede solmayan tek renk;
Bayraklaşamıyorsan bayrak utansın!






BÜYÜK DOĞU MARŞI

Allah’ın seçtiği kurtulmuş millet!
Güneşten başını göklere yükselt!
Avlanır, kim sana atarsa kement,
Ezel kuşatılmaz, çevrilmez ebet.

Allah’ın seçtiği kurtulmuş millet!
Güneşten başını göklere yükselt!

Yürü altın nesli, o tunç Oğuz'un!
Adet küçük, zaman çabuk, yol uzun.
Nur yolu izinden git, KILAVUZ'un!
Fethine çık, doğru, güzel, sonsuzun!
Yürü altın nesli, o tunç Oğuz'un!
Adet küçük, zaman çabuk, yol uzun.

Aynası ufkumun, ateşten bayrak!
Babamın külleri, sen, kara toprak!
Şahit ol, ey-kılıç, kalem ve orak!
Doğsun BÜYÜK DOĞU, benden doğarak!

Aynası ufkumun, ateşten bayrak!
Babamın külleri, sen, kara toprak






Diğer Kaynaklar: Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Fuat Köprülü
Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, Dergâh Yayınları
Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, N. Sami Banarlı
Türk Edebiyatı Tarihi, Attila Özkırımlı
Batı Tesirinde Türk Şiir Antolojisi, Kenan Akyüz
Türk Halk Edebiyatı El Kitabı,
Âşıklık Geleneği ve Âşık Edebiyatı, Erman Artun

Değerlendirme Sistemi

Yarıyıl İçi Çalışmaları Aktivite Sayısı Katkı Payı
Ödev 1 % 10
Ara Sınavlar 1 % 30
Final 1 % 60
Toplam % 100
YARIYIL İÇİ ÇALIŞMALARININ BAŞARI NOTU KATKISI % 40
YARIYIL SONU ÇALIŞMALARININ BAŞARI NOTUNA KATKISI % 60
Toplam % 100

AKTS / İş Yükü Tablosu

Aktiviteler Aktivite Sayısı Süre (Saat) İş Yükü
Ders Saati 14 3 42
Sunum / Seminer 1 0 0
Ara Sınavlar 1 0 0
Final 1 0 0
Toplam İş Yükü 42

Program ve Öğrenme Kazanımları İlişkisi

Etkisi Yok 1 En Düşük 2 Düşük 3 Orta 4 Yüksek 5 En Yüksek
           
Dersin Program Kazanımlarına Etkisi Katkı Payı
1) İnsan zihnine ve davranışlarına karşı yakın bir ilgi uyandırmak, hem eleştirel düşünme becerileri elde etmek (özellikle psikolojik teorileri deneysel kanıt kullanarak değerlendirme becerisi), hem de psikolojiyi kanıta dayalı bir bilim olarak algılamak.
2) İnsan davranışı hakkında biyopsikososyal bir bakış açısı kazanmak. Yani, davranışın biyolojik, psikolojik, ve sosyal değişkenlerini anlamak.
3) Teorik ve uygulama bilgisi edinmek ve temel psikolojik kavram ve bakış açılarını öğrenmek.
4) Bilimsel araştırma yöntemlerini takip ederek yöntem ve veri değerlendirme tekniklerini tanımak (örneğin korelasyona dayalı çalışmalar, deneysel, boylamsal, vaka çalışması).
5) Ölçme ve araştırma yaparken veya gruplarla çalışırken etik duyarlılık göstermek.
6) Psikolojinin temel alanlarını tanımak (bilişsel, gelişim, klinik, sosyal, davranışsal ve biyolojik).
7) Niceliksel ve niteliksel bulguları değerlendirirken, raporlar yazarken ve onları sunarken gerekli becerileri edinmek.
8) Psikolojik ölçme ve değerlendirme için gerekli temel bilgiyi kazanmak.
9) Psikolojiye katkıda bulunacak diğer disiplinlere (sosyoloji, tarih, siyaset bilimi, iletişim, felsefe, antropoloji, edebiyat, hukuk, sanat vd.) ait temel bilgilerin alınması ve bu bilgiyi psikolojik süreçlerin anlaşılması ve yorumlanmasında kullanabilmek. 4